Ana Sayfa Blog Sayfa 652

Alper Akalın – İktisadi milliyetçiliğin sefaleti

0

Küresel ve yerel siyasi meselelerin çözümünü geciktiren ve güçleştiren radikal milliyetçiliğin sadece siyasi boyutunu tehlikeli görmek, hemen hemen her durumda karşımıza çıkan milliyetçi motivasyonu tüm hatlarıyla tenkit etmek için oldukça yetersiz kalacaktır. Siyasal ve sosyal meselelerin yanında iktisadi milliyetçilik de, uluslararası ticaretin kısıtlanması ve gümrüklere örülen koruma duvarları yoluyla, toplumu siyasi milliyetçilikten çok daha vahim bir pozisyona sokabilmektedir. Çünkü en net ifadeyle ekonomik milliyetçilik, elini cüzdanımıza uzatarak yerli burjuvanın korunması pahasına tüketici bireylerin yoksullaşmasına neden olur. Siyasi meselelerde ortaya çıkan milliyetçi dürtü, kronik sorunlarımızın çözüme ulaşması için yıllarımızı çalmış olabilir ama ekonomik meselelerde milliyetçiliğin çalacağı şey aslında bizzat kendi gelirimiz ve refahımız olacaktır.

Dünyada yaşanan son iktisadi kriz ile birlikte, birçok ekonomist, ülkeleri bekleyen en büyük tehlikenin, iktisadi korumacılığın ve ekonomik milliyetçiliğin yeniden hortlaması olduğunu düşünmektedir. Esasen 1929 buhranı, yaşadığımız son ekonomik krize yapısal olarak çok benzemekle birlikte, iktisadi milliyetçiliğin olası sonuçlarını karşılaştırmak için de ele alınması gereken nadide bir vaka. 1929 krizi ile birlikte, liberal politikaların ve serbest ticaret devrinin bittiğini düşünen tüm ulus devletler, hızla içlerine kapanmaya, kendilerini milli endüstrilerine geliştirmeye adadılar. Artık her ülke kendi kendine yetebilmeliydi; her türlü ürün o ülke sınırları içerisinde rahatlıkla üretilebilmeliydi. Fakat, ülke sınırları içerisinde daha önce hiç üretimi yapılmamış mallar hakkında yeterince teknolojik bilgi ve sermayeye sahip olamama; küresel rekabetin de engellenmesiyle, arzu edilen kalite ve fiyat seviyesinde üretim yapılamasına mani oldu. Ulus devletler, ithal edemedikleri malların eksikliğini, git gide daha derinden hissettiler. Yaşanılan kıtlık ve sefalet, ironik bir şekilde ülkeleri daha da merkeziyetçi politikalar ile bu malların üretilebileceği sanrısına itti. Ama sonuç olarak korumacı ülkelerde gelişen tek milli endüstri silah endüstrileri oldu ve malların geçmediği yerden askerler geçerek, 20. yüzyılın en büyük felaketi 2. Dünya Savaşı ile büyük bir kıyım ve yıkıma sebep olundu.

Günümüzde ise korumacılığa benzer şekilde övgü ve methiyeler düzülmeye başlanmasına tanık olmaktayız. İngiltere, Almanya ve Fransa’nın başını çektiği ülkelerde, iş gücü serbestîsi nedeniyle “öz” vatandaşlarından daha ucuza çalışan “diğer” AB üyesi vatandaşlarına duyulan hoşnutsuzluk, insanların milliyetçilik duygularını iyiden iyiye kabartmakta. Aynı ülkelerdeki yerli üreticiler de, ucuz Çin, Hindistan ve Türk mallarının, işsizliği ve ekonomik gerilemeyi tetiklediğini iddia ederek, devleti önlem almaya çağırıyor. Ve bu gidiş, esasen serbest ticaret ve iktisadi işbirliği temeline dayanan AB projesinin de akıbetini merak ettirmekte.

Türkiye’de ise yerli üreticilerin Çin ve Uzakdoğu mallarına duyduğu öfkenin boyutu, son krizle birlikte iyice artmış durumda. Marka şehir ve üretimde inovasyon projeleri ile, küresel rekabetin önemini kavramış olduğuna yürekten inandığım Gaziantep Sanayi Odası Başkanı Nejat Koçer’in başlatmış olduğu “ithal malına hayır, yerli mala evet” kampanyasının talihsizliğini de yaratılmış olan bu milli atmosfere bağlamak gerekir.

İktisadi korumacılık, engellemiş olduğu rekabet neticesiyle kıtlık, yüksek fiyat ve düşük kalitede mallar getirir. Ülkede milli burjuvazi yaratayım derken, normal tüketicinin daha da fakirleşmesine ve neticesinde daha kalitesiz yaşamasına sebep olur. Ve korumacılık, sanıldığının aksine sadece tüketici aleyhine değil, aynı zamanda üretici aleyhine çalışan bir politikadır. Kısa vadede yabancı malları ikame ederek zengin olacağını düşünen yerli üreticiler, orta ve uzun vadede tüketicinin fakirleşmesi nedeniyle daralan talepten bizzat etkilenecek ve onlar da üretimlerini kısmak zorunda kalacaklardır. Rekabet yoksunluğu nedeniyle daha düşük kalitede çıkan ürünleri, dış pazarda da rağbet görmeyecek ve ihracatçılar da bu durumdan ciddi şekilde etkilenecektir. Aynı zamanda, Koçer’in başlatmış olduğu bu tarz yerli malı kampanyalarının bir an için tüm ülkelerde var olduğunu ve başarılı olduğunu varsayalım. Tüm ülkeler ithalata hayır derken, Türk ihracatçısı bu durumda ne yapacaktır diye sanayi odası başkanlarının kendi kendilerine de sorması gerekir.

“Milliyetçiyim çünkü ülkemi seviyorum” diyenler, iktisadi korumacılıkla ülke vatandaşlarının daha az tüketmesine, sanayi üretiminin de dolayısıyla düşmesine ve bundan dolayıdır ki ülke sınırları içerisinde daha fazla işsizlik ve yoksulluğa neden olacaklarının bir an önce farkına varmalıdır. Ülkeyi sevmek, milli sanayicinin yabancı sermayeyi kapı dışarı atmasıyla değil, bilakis rekabet içinde hem üreticiyi hem tüketiciyi zenginleştirecek, istihdam artırıcı politikalardan geçmektedir. Tarih de göstermiştir ki, yasakların değil girişim ve ticaret özgürlüğünün egemen olduğu ülkeler, zenginliği diğerlerine göre çok daha rahat yakalamıştır.

Not: Amerika’da yüzlerce liberal think-tank korumacılığa karşı bir imza kampanyası başlattı. İlgilenenler ve imza atmak isteyenler http://atlasnetwork.org/tradepetition sayfasını ziyaret edebilir.

11.04.2009

Darbecileri Yargılamak Bir Devrim

0

ETÖ davası Türkiye için tarihî bir fırsat sunuyor.

İkinci iddianame açıklandı ve orada demokrasinin ve hukukun düşmanı darbecilerin her açıdan fotoğrafları çekilmiş halde…

Tam bir suçüstü hali…

Demokrasinin gücüne bakın ki, Türkiye iliklerine kadar işlemiş “darbe kültürüne” rağmen bugün darbeyi, darbecileri, darbe teşebbüslerini yargılayabiliyor.

Yargılananlar arasında eski generaller, kuvvet komutanları da var.

56 sanık hakkında hazırlanan iddianamede, Tolon ve Eruygur ‘örgütün üst düzey yöneticileri olmak’la suçlanıyor.

Bakın emekli orgeneraller Eruygur ve Tolon nelerle suçlanıyor;

Silahlı terör örgütü kurma ve yönetme. TBMM’yi ortadan kaldırmaya teşebbüs etme. TBMM’ye karşı halkı isyana teşvik. Vahim miktarda silah bulundurma ve temin etme. Uyuşturucu veya uyarıcı madde ticareti yapma ve sağlama. Yargıç üzerinde nüfûz kullanma…

İkinci iddianamede neler var hatırlayalım;

Ergenekon’un, PKK, TİT, Hizbullah ve Hizbuttahrir

terör örgütlerini nasıl kullandığı, karargah evlerinin orduya nasıl sızdığı, ‘Eldiven’ darbe planının ayrıntıları… Ayışığı ve Sarıkız darbeleri ile ‘Eldiven’ darbe planına nasıl zemin hazırlandı? AK Parti ve MHP’yi bölme planları, Ergenekon’un CHP içinde yaptığı operasyonlar ve Deniz Baykal’ı devirme planları… Şener Eruygur ve Hurşit Tolon’un darbe için yaptıkları planlar. Darbeye zemin hazırlamak için Ergenekon’un yaptığı ve yapacağı provokasyonlar… Cumhuriyet mitingleri… Atatürkçü Düşünce Derneği’nin nasıl operasyonel bir güç olarak kullanıldığı…

Bu ülkede demokrat olmak zor, darbeci olmak ise çok kolay…

Şimdi hepimiz zor bir yolculuktayız, hukukun üstünlüğüne dayalı bir düzen istiyoruz.

Hukukçu-yazar Orhan Kemal Cengiz ile ikinci iddianame ışığında yeni bilgilerle Ergenekon’u konuştuk, nereye gidiyoruz, neler oluyor sorusuna cevap aradık…

Türkiye’nin başına bundan sonra bir şey gelirse onu kimden bileceğimizi de bulduk…

Röportaj: Mehmet Gündem

***

Ergenekon davasında ikinci iddianame açıklandı. Yeni bilgilerle fotoğrafı yeniden yorumlayalım; Ergenekon nedir, amacı neydi, neler yapmış.

Kendilerini hukukun ve tüm kuralların üstünde görenlerin örgütüdür Ergenekon. Bizans’tan Osmanlı’ya, oradan da cumhuriyete aktarılan entrikacı mantığın son mirasçılarının örgütüdür. Bu ülkedeki tüm siyasi cinayet ve manipülasyonların arkasında duran derin yapının son temsilcisidir Ergenekon.

Nedir bu yapının bağlantıları…

Elimizde tuttuğumuz şey ahtapotun sadece bir koludur aslında. Türk Gladiosu’nun bir kanadını tasfiye ediyoruz. Ergenekon’da kilit noktalarda görünenlerin çoğu aynı zamanda JİTEM’de kilit noktalardaydılar. JİTEM’i işin içine kattığınız zaman Sauna, Atabeyler çetelerini, Santoro, Dink, Malatya cinayetlerini ve daha bilumum işi bu davaya bağlamış oluyorsunuz. Güneydoğu’daki faili meçhulleri (faili meşhur), cinayetlerin hepsini bu yapıya bağlarsınız. İş derinleştirilebilirse Hizbullah ve PKK’nın da Ergenekon’la işbirliği iyice ortaya çıkacaktır.

Ümraniye’de bir gecekonduda 27 el bombasının ele geçirilmesiyle başlayan, cephanelikler, suikast planları ve kaotik eylem girişimlerinin ortaya çıkarılmasıyla süren Ergenekon davası ikinci iddianame ile nasıl bir boyut kazandı?

Olaya sadece ikinci iddianame diye bakmıyorum. Son zamanlardaki bazı gelişmeler en az ikinci iddianame kadar önemli.

Hangi gelişmeler?

Botaş kuyularının açılması, JİTEM’ci albayın tutuklanması, Ergenekon’un Fırat’ın doğusuna geçtiğinin yani akması gereken yerlere doğru ilerlediğini gösteriyor ki, bu çok önemli. İkinci iddianame ile ayrıca, bir darbenin nasıl hazırlandığını ağır çekimde izliyoruz.

DARBECİNİN FOTOĞRAFI ÇEKİLDİ

Yani bildiğimiz şeyler bu kez belgeli…

Evet, darbelere zemin hazırlandığını hep biliyorduk. İkinci iddianame bize bu işin nasıl yapıldığını bir yemek tarifi gibi gösteriyor. Medyanın nasıl darbe kışkırtıcılığı yaptığını, bazı medya mensuplarının darbeleri nasıl da ikbal kapısı olarak gördüklerini anlıyoruz.

Davanın en başat anlamı nedir?

Anlamı çok büyük. Şimdiden bir perdeyi ortadan kaldırdı. Kokularını duyduğumuz, seslerini işittiğimiz pis işlerin nasıl yapıldığını gözlerimizle gördük. Geriye dönüş yok. Gerçeği gördük artık. Toplum uyandı. Dava ilerler, ulaşması gereken yerlere ulaşır ve failler hak ettikleri cezalara çarptırılırsa o zaman başka şeyler de olur.

Ne gibi?

Bu ülkedeki askeri vesayet sistemi ölümcül yaralar alır. Adalet duygusu yerini bulur, demokratik hukuk devletinin temelleri atılır.

DARBEYE İNDİRGENMEMELİ

Davanın sınırlanması gerektiği, aksi halde sürecin zaafa uğrayacağı öne sürülüyor. Tehlike nedir, daraltma mı genişletme mi?

Şamil Tayyar, Ergenekon’un deşifre olması için canhıraş çalışan bir arkadaşımız ama bu davanın sınırlanması tezini işliyor ki bu fevkalade yanlıştır. Susurluk raporuna göz atın, orada Kutlu Savaş; “Bağlantılı olay ve yapıların farklı davaların konusu yapılması Susurluk’un ne olduğunun anlaşılmasını imkansız hale getirmiştir” diyerek çok önemli bir tespitte buluyor.

Bugün aynısı, çok daha fazla bir biçimde Ergenekon için geçerli…

Doğru, ilgili olay ve davaları ayrı ayrı ele aldığınız sürece ne Ergenekon’un tam olarak ne olduğunu anlayabiliriz, ne de bu yapının tamamen tasfiye edilmesi mümkün olabilir. Darbe girişimleri önemli ama davayı buna indirgerseniz moral gücünü zayıflatmış olursunuz. Davanın AKP karşıtlarının tasfiyesi için açıldığı yönündeki sinsi propagandanın kendini daha da güçlü ifade etmesine neden olursunuz. Unutmayalım, Ergenekon devasa bir yapılanma ve Türkiye’de pekçok karanlık işin odağında duruyor.

Geçmişte ne var, gelecekte ne olur?

Sanıklardan birinin üzerinde çıkan belgede “Özel Kuvvetler Ergenekon’un göz bebeğidir” diyor. Özel Kuvvetler, Özel Harp Dairesi’nin devamı, mirasçısı. 6-7 Eylül’ün muhteşem bir Özel Harp Dairesi icraatı olduğunu söylüyordu dairenin eski başkanlarından Org. Sabri Yirmibeşoğlu. Bağlantıları izlediğiniz zaman Ergenekon’un dehşet verici bir yere gittiğini görürsünüz.

Peki Ergenekon’un geleceğe bakan yüzü?

Ülkenin geleceğine konulan ipotek. AB sürecinin önünü kesip, dünyadan yalıtıp, otoriteryen-faşist bir rejim kurmaktır…

İddianamenin merkezinde darbe var. İlk defa darbe teşebbüsüyle generaller yargılanıyor.

Türkiye için bir devrim niteliğinde. Biz Evren’in ismini okullara, sokaklara verdik. 27 Mayıs’ı bayram gibi kutladık. 27 Mayıs’ı hâlâ ilericilik, gericiliğe karşı yapılmış bir devrim gibi gören insanlar var. Böyle bir ülkede darbecileri yargılarsanız asıl bu yargılama bir devrimdir.

Darbe şartları için medya desteğini sağlama, kamuoyu oluşturma, siyaseti işlevsizleştirme, vatan elden gidiyor tehlikesine dikkat çekme, komuta kademesini ikna etme, olmuyorsa devre dışı bırakma… Böyle mi yapmışlar?

Bütün darbeler böyle yapılmadı mı? İlk defa darbecileri suçüstü yakaladık. İlk defa maskeleri düştü. İlk defa çıplak yüzlerini gördük. Bakın koşullar oluştuğunda ben darbe yaparım diyen bir ordu varsa, gerek o ordunun içinden ve gerekse dışından bazı insanlar o gerekli koşulları yaratırlar. Durumdan vazife çıkarılıyorsa eğer, o durum yaratılır.

Süreç derin devlet ve darbeler tarihinin tasfiyesi midir?

Derin devletin tasfiyesi demek için işin çok başındayız. Ergenekon derin devlet yapılanması dediğimiz şeyin ortasında duruyor. Ergenekon’un ilgili olduğu bütün olaylar dosyaya eklenirse devleti çetelerden bütünüyle temizleme konusunda bir umut doğar.

DEMİR YUMRUKLA EZECEKLERDİ

Günlükler ne söylüyor size?

Günlükler Ergenekon zihniyetinin ne kadar derine kök saldığını, sistemin nasıl işlediğini anlatıyor. Yıllardır neden bir askeri vesayet rejimi altında yaşadığımızı izah ediyor.

Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz, Eldiven planlarını biliyordum şimdi de ‘Demir yumruk’ çıktı.

Ben de ilk defa duydum. Darbeler bu ülkenin üzerine inen demir yumruklardır. İsmi doğru koymuşlar. Yakalanmasaydılar, demir yumrukla demokrasiyi nakavt edeceklerdi.

İkna oldum diyenlerin sayısı artıyor, Ergenekon sulandırma boyutunu aştı mı…

Hâlâ var mı yok mu tartışması yapıyor olmamız trajikomik. Belli bir medya grubunun inanılmaz bir karartma ve ince dezenformasyon taktikleriyle oldu bu durum. Utanç verici. Ama halk buna rağmen neyin ne olduğunu görüyor.

ERGENEKON’DAN GEÇİNENLER

İstanbul Barosu neden Ergenekonculara açıktan destek mesajları veriyor?

Sadece İstanbul Barosu değil maalesef. Bazı baroların yönetim kurullarına, kendilerine ulusalcı adını veren gruplar hakim oldu. Aktif şekilde Ergenekon’un avukatlığına soyundular. Kimbilir belki de Ergenekon’un çöktüğü bir ülkede herkesin işini layıkıyla yapmak zorunda kalacak olması, bu ülkenin AB’ye girecek olması falan belli insanları çok fazla ürkütüyordur…

Ergenekon yapısının avukatları, elitleri ve tetikçileri şeklinde bir tanımlamanız var, kim bunlar… Avukatlar;

Darbelerden medet umanlar, halktan korktuğu için halkı korkutanlar, hiçbir demokratik ülkede üç gün siyaset yapamayacak oldukları halde Türkiye’de baş siyasetçi kesilenler, demokrasiden öcü gibi korkanlar.

Elitler

Hak etmedikleri mevkilerini askeri vesayete borçlu olanlar. Halkı aşağılamayı ilericilik, ezberlerini entelektüel güç sananlar. Ergenekon’un göbeğinde olup da gazetecilik, politikacılık, patronluk yapıyormuş gibi yapanlar.

Tetikçiler…

Onlar malum. Susurluk’tan tanıyoruz. Sapanca-Adapazarı-Hendek arasında ölüm üçgenini yaratanlar. İnsanları kaçırıp cesetlerini asit kuyularına atanlar. Dink’in ensesine kurşun sıkanlar. Danıştay’da kurşun yağdırıp, mütedeyyin Müslüman numarası yapanlar…

Yüksek yargı ve merkez bürokratlar Ergenekon’da savcılara baskı yapıyorlar mı?

Ortada bir Şemdinli savcısı örneği varken, başkaca bir baskıya gerek var mı? Şemdinli savcısı bir yaşayan ölüye dönüştürüldü. O örnekten sonra Ergenekon gibi bir soruşturmanın yapılabilmiş olması mucize gibi bir şeydir aslında…

YAZILANLARA DÜŞÜNCE SUÇU DEMEK APTALLIK

“Darbe düşünmek suç değildir, eyleme geçmek suçtur” tezini işleyenler var. Bu çabalar Ergenekon’u meşrulaştırma girişimi mi?

Adamın oturup tek başına darbe hayal etmesinden bahsetmiyoruz ki. Adam gitmiş darbecilere akıl hocalığı yapıyor.

Mustafa Balbay’ın günlüklerinden söz ediyorsunuz…

Elbette. Buna birileri düşünce suçu diyorsa, zekasından ve iyi niyetinden şüphe ederim. Diğeri de oturmuş köşesinden darbe kışkırtıcılığı yapıyor. Bunu ifade hürriyeti görenler, aslında darbeyi şuur altlarında suç olarak görmeyenlerdir. Yoksa bir suçu övmenin, tahrik etmenin suç olduğunu herkes biliyordur herhalde.

Ergenekon davası TSK için tarihî fırsat

TSK’nın bazı emekli generalleri koruduğu izlenimi var, GATA bu konuda tipik bir örnek. Sivil yargı-askeri yargı realitesi Ergenekon davasını nasıl etkiler?

Bizde dünyanın hiçbir yerinde görülmeyecek genişlikte bir askeri yargı alanı var. Dünyada ya askeri yargı diye bir şey yok ya da varsa sırf askerlik mesleğini ilgilendiren konulara hasredilmiş. Darbe teşebbüsünün askeri suç olduğu gibi tuhaf bir mantalite işliyor ortada…

Askerin darbe yapmak gibi görevi mi var ki, görevine ilişkin bir suç olsun…

Askeri yargının bakması durumunda ne olabileceğini Şemdinli’de gördük. Sivil mahkemenin 30-40 yıl gibi hapisle yargıladığı sanıklar askeri mahkemeye sevk edildiğinin ertesi günü serbest bırakıldı. Gatakulli ise toplumun zekasına karşı yapılmış ağır hakarettir.

TSK Ergenekon davası karşısında nasıl bir duruş sergiliyor?

İkircikli duruyor. Gözaltılara engel olmuyor görüntüsü var ama öbür taraftan Karargah Evleri meselesini ele alış tarzları oldukça düşündürücü. MİT 2005’te bilgilendirmiş askeri savcılar hiçbir işlem yapmamış. Kolun kırılıp yenin içinde kalacağı günler geride kaldı. Ergenekon davası, ordu için yeni bir kurumsal kültür, yapılanma modelini dayatmaktadır. Bazılarınca baş belası gibi görülen dava, orduya içindeki çürükleri ayıklaması için altın fırsat sunmaktadır

Genelkurmay ‘darbeler dönemi bitmiştir’ deyip, içindeki çürükleri ayıklamak yerine neden ‘TSK’yı yıpratmayın’ diyor.

Asker bir türlü bir özeleştiri süreci başlatamadı. Ama bu durum askere büyük zarar veriyor.

1999’DA SİVİLLERE AÇILDI

Ergenekon ilk önce nerede yapılanmış, merkez neresi?

Dosyadaki belgelere baktığınızda ‘TSK bünyesinde kurulmuş Ergenekon’ dendiğini görürsünüz. 1999’a kadar askeri yapılanma olan Ergenekon yeniden yapılanarak sivilleri de içine almış. Daha önce belki sivillerle dirsek teması söz konusu iken 1999’dan sonra iş iyice dallanıp budaklanmış. Yargı, emniyet, medya, siyaset, iş dünyası, üniversitelere kadar yayılmış…

Tetikçiler yara aldı beyin takımı dışarıda

Ergenekon’da gerçek yapılanmaya ne kadar dokunulabildi? Yapının geri kalanları şimdi ne yapıyor, intikam peşindeler mi?

Aslında yapının operasyonel kısmına dokunulduğu açık. Bakın dava başladıktan sonra siyasi cinayetler bıçakla kesilir gibi bitti. Demekki tetikçiler etkisiz hale getirildi. Operasyon olmasaydı oluk oluk kan akacaktı bu ülkede. Alevilere saldıracaklardı, entelektüelleri vuracaklardı, gayrimüslimleri vuracaklardı. Ama Ergenekon’un beyin takım hala dışarıda. Tüm darbelerde vardım diyor birileri…

Her halde teslim olmadılar, önümüzdeki süreçte ne tür hamleleri olabilir?

Bu yapı tabii ki tamamıyla tasfiye olmadı. Güçleri yetse ve imkanları olsa başbakana suikast yaparlar. Çok dikkatli olmak lazım. Keza ikinci bir kapatma davasına hazırlıklı olmak onu geçersiz kılmak için şimdiden kolları sıvamak lazım. Sinsi bir plan seziliyor. Birinci kapatma davasının AB’nin karşı çıkışıyla engellendiğini fark ettiler. Şimdi o desteği geçersiz kılmak için muazzam bir çaba var ortada. Batıyı AKP’nin Türkiye’yi ‘ılımlı İslam’a doğru götürdüğüne ikna etmeye çalışıyorlar. Bu tuzağa düşmemek lazım. AKP seçimlerden sonra yeni bir AB atağı başlatarak bu kumpasları geçersiz kılmayı başarabilmeli. Kimse Ergenekon’un tamamen tasfiye edildiği gibi naif bir inanca kapılmasın. Daha yolun başındayız…

Yeni Şafak

Türkiye küresel krizden güçlenerek çıkabilir

0

ABD Hazinesi’nin geçtiğimiz günlerde kurtarmaya yanaşmadığı Lehman Brothers adlı yatırım bankasının batmasıyla ortalık karıştı: Borsalar sallandı, endeksler tepetaklak gitti, döviz kurları yerinden oynadı, dolar diğer sağlam paralar karşısında değer kaybetti, bir belirsizlik, bir karambol havası, bir panik ortalığı kapladı. Son birkaç gündür TV kanalları, radyolar, internet haber portalları ve gazetelerde boy boy yorumlar, röportajlar, “Ne olacak bu gidişin sonu” sorusu üzerine yapılan yorumlardan geçilmiyor.

Galiba iktisatçılara en fazla iş düşen zamanlar kriz zamanları. Normal zamanlarda (büyük gazetelerden düzenli bir köşe kapmayı başarmış olanlar dışında) iktisatçıların görüşüne müracaat etmek pek kimsenin aklına gelmez. Öyle ya, işler yolunda giderken, ortalık sütlimanken kim ne yapsın iktisatçıyı, iktisatçının görüşünü, yorumunu. Son zamanlarda yaşadığım deneyim, beni, ne zaman bir gazete, TV veya radyodan arasalar ortalıkta anormal bir durum olduğunu düşünecek noktaya getirdi.
Bunu artık kendimce bir ‘erken uyarı sistemi’ olarak algılamaya başladım. Artık biliyorum ki yorum için ne zaman birileri kapımı çalsa, bir yerlerde bir kriz çıkmış demektir!

Yaşananları Özetleyelim

Sadede gelelim: Amerika yakın tarihinin en büyük ekonomik krizini yaşıyor; büyük bankalar ve finans kuruluşları adeta sıraya dizilmiş, birbiri peşisıra batıyor. Ne oluyor, nereye doğru gidiyoruz? Bu alışık olduğumuz türden sarsıntıların bir yenisi mi, ‘yüzyılın krizi’ mi, yeni bir ‘Büyük Bunalım’ mı? Yoksa, kapitalizmin sonu geldi mi? Bu yazıda bu sorular ekseninde bir değerlendirme yapılacak, önce ABD’deki ve dünya piyasalarındaki son gelişmeler özetlenecek, ardından bugünkü krizin kısa ve uzun vadeli belirleyici dinamikleri üzerinde durulacak, en sonunda da bu tür krizlerin tekrar etmemesi için çözümün nerede aranması gerektiğine değinilecektir.

Son zamanlarda ABD ekonomisinde, ona bağlı olarak dünya piyasalarında olan biten kısaca şudur: ABD ve dünya ekonomisinde büyüme yavaşlamıştır, faiz oranları 2000’li yılların başlarına kıyasla bir hayli yükselmiştir, enflasyonist kaygılar ön plandadır; konut piyasası derin bir krizdedir; yaygın adıyla ‘mortgage’ olarak anılan ipotek karşılığı uzun vadeli konut kredilerinin önemli bir bölümü batık durumdadır; bu kredilerin ciddi bir kısmının geri dönme olasılığı yoktur.

Konut sektöründeki krize ve geri dönmeyen alacaklara bağlı olarak, son 5-6 yıldır bu piyasaya büyük paralar yatırmış, yüz milyarlarca dolar kredi vermiş bankalar, mortgage şirketleri veya finans kuruluşları zor durumdadır; bunlardan 13 tanesine şu ana kadar Amerikan Hazinesi tarafından elkonmuş veya yüksek miktarda kamu kaynakları aktarılarak kurtarılmışlardır. Her ne hikmetse, o ana kadar, amiyane tabiriyle ‘zor durumdayım, ocağına düştüm, kurtar beni baba’ talebiyle kapısına gelen her bankaya kucağını açmış olan ABD Hazinesi ve FED (Amerikan Merkez Bankası), sıra Lehman Brothers’a gelince kapıyı göstermişlerdir. Bunun üzerine ABD’nin en büyük 4. yatırım bankası Lehman Brothers 613 milyar dolarlık bir borçla batmış ya da aynı anlama gelmek üzere, iflasını istemiştir. Bu gelişme piyasalarda bir dalgalanma yaratmış, borsalar sarsılmış, Rusya örneğinde olduğu gibi bazıları borsayı tatil etmek zorunda kalmışlardır. Panik havasının daha da büyümemesi için ABD ve bazı Avrupa ve Asya merkez bankaları kriz yönetiminde birlikte hareket etme kararı almışlar, bu kapsamda piyasalara yaklaşık 180 milyar dolarlık fon aktarmışlardır. Ortalık şimdilik biraz rahatlamış gözükmekle birlikte, bu durumun kalıcı olduğuna dair hiçbir garanti yoktur.

Kısa Vadeli Görünür Nedenler

Bu duruma gelinmesinde rol oynayan başlıca faktörler arasında, başta FED olmak üzere büyük ekonomilerin merkez bankalarının 2000’li yılların başlarından itibaren izledikleri düşük faiz-gevşek para politikaları, ABD’de dünyanın çeşitli yerlerinde süren savaş ve işgal masraflarının kabarttığı ikiz açıklar, artan petrol fiyatlarının şişirdiği yüzer-gezer fonlar, likidite bolluğunun sağladığı imkânlarla özellikle konut, gıda ve enerji sektörlerine yönelik spekülatif hareketler, ve yatırım bankalarının, ödeme gücü olup olmadığına pek dikkat etmeksizin (ellerindeki fon fazlasını satmak, aktiflerini kabartıp bilançolarını şişirmek ve patronlarının gözüne hoş görünmek amacıyla) hesapsız-kitapsız biçimde konut sektörüne para yatırmaları sayılabilir.

Uzun Vadeli Derinde Yatan Nedenler

İktisat literatüründe ‘konjonktür dalgaları’ ya da ‘iş çevrimi’ adıyla anılan ve sık sık karşımıza çıkan bu tür krizlerin daha derinlerde yatan nedenlerini devletin karşılıksız para basma yetkisi, altın-para sistemi gibi sağlam para sisteminden vazgeçilmiş ve yerine karşılıksız fiat para sisteminin benimsenmiş olması, paradan para kazanma hevesleri, devletin ekonomiye sürekli müdahale etmesi ve kendi yaptığı hatanın bedelini vergi mükelleflerine ödetme alışkanlığında olması, ve nihayet bütün bunlara cevaz verip mantığa büründüren Keynesçi-müdahaleci iktisat anlayışıdır. Deneyimler göstermiştir ki, devlet iyi bir işletmeci değildir, devlet gücü kişisel menfaatlere alet edilebilmektedir, iktisadi yasalara saygı gösterip serbest piyasa mekanizmasının işleyişine izin verilmemesinin bedelini toplum eninde sonunda kriz olarak ödemektedir. Piyasayı her paraya boğma eylemini bir gün mutlaka daralma dönemi izlemektedir. Pek çoğumuz belki farkında değiliz ama, iktisadın da fizik yasaları gibi, kişilerin keyfi tasarruflarından bağımsız çalışan yasaları vardır; bunlara riayet etmemekle yasalar ortadan kalkmamakta, ama günün birinde bedeli kriz ve bunalım olarak ödenmektedir.

Türkiye İçin İki Senaryo

Mevcut krizin Türkiye’yi nasıl etkileyebileceği konusunda biri olumsuz, diğeri olumlu iki farklı senaryo yazılabilir. Kötümser senaryoya göre, dünya ekonomisinin motor gücü olan ABD ekonomisindeki kriz dalga dalga Avrupa ve Asya ekonomilerini etkileyecek, durgunluk talep daralmasına yol açacak, bu da ticaret ve sermaye akımları kanalıyla Türkiye’yi olumsuz etkileyecek; ihracat duraklayacak, sermaye kaçacak, döviz kurları yükselecek, 190 milyar dolar civarında dış borcu olan Türk özel sektörü zor günler geçirecektir. Ancak bu satırların yazarına göre iyimser senaryonun işleme olasılığı daha yüksektir. İyimser senaryoya göre kriz aslında Türkiye için bir fırsat bile olabilir. Türkiye yükselen piyasaların başında gelmektedir. Son yıllarda yakaladığı ekonomik ve siyasi istikrarı bozmadığı, bölgesinde barış arayışlarında aktif rol aldığı, komşularıyla ilişkilerini iyileştirmeye ve bölgesel ihtilaflarda arabulucu rolü oynamaya devam ettiği sürece, Batı’nın doymuş ve krize girmiş piyasalarından çıkacak sermayenin muhtemel güzergâhlarından biri olacaktır. ABD’de bulunan 800 milyar doları aşan Körfez kaynaklı fonların yüzde 10’unun bile Türkiye’ye kalıcı doğrudan yatırım olarak gelmesi Türk ekonomisine büyük rahatlama sağlayacaktır. Kısaca her kriz aynı zamanda bir fırsattır, Türkiye bu fırsatı iyi değerlendirmelidir.

Peki Çözüm Nerede Aranmalı?

Sonuç olarak, altını çizmek gerekir ki, şu anda yaşadığımız kriz kapitalizmin sonunu getirecek bir nihai kıyamet krizi değildir. Kapitalizmin tarihinde pek çok kriz yaşanmış, alınan çeşitli önlemler, değiştirilen politikalar ve denenen yeni modellerle bunlar aşılmıştır. Bu tür dalgalanmaların temel nedeni, devletin karşılıksız para basma tekelini kayıtsız-şartsız kabul eden, para ve kredi genişlemesiyle ekonomiyi canlandırma hesapları yapan devletçi ve müdahaleci iktisat anlayışıdır. “Kapitalizmin sonu” gibi bir olasılık, pek çoğumuza, özellikle de İslamcısı’ndan Marksisti’ne, 3. dünyacısından ulusalcısına her türden radikalleri heyecanlandırsa da, şu anda kapitalizmin sonunu getirecek genel bir bunalımla karşı karşıya değiliz. Özel mülkiyet kurumu, bireysel özgürlük, kâr arayışı, serbest ticaret ve sınırlı devlete dayalı piyasa kapitalizminin maalesef daha iyi bir alternatifi henüz ufukta görünmemektedir. Mevcut şartlarda yapılması gereken, eski alışkanlıklarımızdan vazgeçip, birilerinden aldığımızla başkasını zengin etmeye dayalı anlayıştan ve para basarak zengin olacağımız yanılgısından tez kurtulmak, küreselleşen dünyanın gerekli kıldığı yeni bir anlayışa ve yeni kurumlara vücut vermektir. Bu çerçevede devletin karşılıksız para basma tekelini sorgulayıp sağlam para sistemine, hatanın bedelini vergi mükelleflerine değil, bizzat hatayı yapana ödetecek bir sisteme geçmek, zenginliği paradan para kazanmaya dayalı spekülatif hareketlerde değil üretim ve yatırımda aramak gerekmektedir. Söylediklerimize teorik temel arayanlar ‘klasik iktisat’ ile ‘Avusturya iktisad’ı geleneğinde bol miktarda malzeme bulabilirler.

Taraf

“Anayasa Mahkemesi’ne ‘artık yeter’ denmeli”

Anlayış Dergisi, Kasım 2008, Sayı 66.

Anayasa Mahkemesi (AYM)’nin AK Parti kapatma davası ve başörtüsü düzenlemesiyle ilgili gerekçeli kararlarını açıklamasının ve tırmanışa geçen terör olaylarının gölgesinde kritik bir ayı geride bıraktık. Siyaset alanının daralmaya devam ettiği bu kritik dönemde AYM’nin Türk siyasi tarihindeki yeri ve Kürt sorunu gibi konular etrafında Türk demokrasisinin serencamını, Türkiye’de Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’ndan mülkiyet ve kamulaştırma konularında kabul edilebilirlik kararları alan ilk avukat olan Kazım Berzeg ile ele aldık. 1938 yılında Samsun’da doğan Berzeg, ilk ve ortaöğrenimini Samsun’da, yükseköğrenimini 1961’de İstanbul Hukuk Fakültesi’nde tamamladı. Daha sonra Ankara’da D.S.İ. Genel Müdürlüğü ile Türkiye Şeker Fabrikaları ve Sanayi Bakanlığı’nda müşavir avukat olarak çalıştı. 1964-1994 yılları arasında Zafer, Son Havadis, Milliyet, Cumhuriyet, Pazar Postası, Yeni Kafkasya gibi gazetelerde, Forum, Polemik, Yeni Forum, Ankara Barosu, Türkiye Barolar Birliği, Kafkasya Gerçeği, Tarih ve Toplum, Yedi Yıldız vb. dergilerde hukuk, tarım, politika ve tarih konularında çok sayıda yazısı yayınlandı. Yayınladığı kitapları arasında Türk Tarımı ve Toprak Reformu(1972), Hukuk Başlangıcı ve Ayni Haklar Ders Notları (1978), 1820 Edirne Muahedesinden Sonra Osmanlı Devleti’nin Çerkes Politikası (1990), Liberalizm Demokrasi Kapıkulu Geleneği (1993) ve Liberalizm Hukuk Ahlak(1994) bulunmaktadır. ­

Si­ya­set dı­şı ak­tör­le­rin mü­da­ha­le­le­riy­le Tür­ki­ye’de si­ya­set ku­ru­mu­nun ala­nı­nın da­ral­dı­ğı kri­tik bir dö­nem­den ge­çi­yo­ruz. Bu dö­ne­mi siz na­sıl gö­rü­yor­su­nuz?

En te­mel so­run, dev­le­tin ül­ke­de nor­mal­leş­me­nin ger­çek­leş­me­si­ni is­te­me­me­si. 1980 ön­ce­sin­de sol-sağ frak­si­yon­la­ra ay­rı­lıp, bir­bir­le­ri­ni öl­dü­ren üni­ver­si­te ço­cuk­la­rı da bu ne­den­le kan­dı­rıl­dı­lar. Her iki ta­ra­fı da ay­nı şa­hıs­la­rın tah­rik et­ti­ği­ni hiç tah­min et­mi­yor­lar­dı. Bir­bir­le­ri­ne düş­man­dı­lar. Bu­nun gi­bi bir sü­rü ola­yın -me­se­la Tak­sim olay­la­rı, 6-7 Ey­lül olay­la­rı­na se­be­bi­yet ve­ren Se­la­nik’te Ata­türk’ün evi­nin bom­ba­lan­ma­sı id­dia­sı vs.- ar­dın­da­ki ger­çek­ler or­ta­ya çı­ka­rıl­ma­dı. Ni­ye çı­ka­rıl­ma­dı? Her­hal­de bi­ri­le­ri or­ta­ya çık­sın is­te­mi­yor. 1980’den son­ra sı­kı­yö­ne­tim mah­ke­me­le­rin­de eşin dos­tun idam­la yar­gı­la­nan ço­cuk­la­rı­nın avu­kat­lı­ğı­nı yap­tı­ğım sı­ra­lar­da gör­dü­ğüm bir şey var­dı. Ay­nı şa­hıs, bir yer­de sol­cu­la­rı ayak­lan­dı­rı­yor, baş­ka bir yer­de sağ­cı­la­rı. Bun­la­rın tah­ki­ki mah­ke­me­ler­de ya­pıl­ma­dı, ya­pı­la­ma­dı. Hâ­kim­le­ri sus­tur­du­lar. Avu­kat­lar da sol­cu ve sağ­cı ol­duk­la­rı için ger­çe­ğin or­ta­ya çık­ma­sın­dan zi­ya­de kar­şı ta­ra­fı it­ham et­me­yi ter­cih edi­yor­lar­dı. Ya­ni avu­kat­lar öy­le­si­ne ta­raf­gir idi­ler ki, o da­va­lar­da sol­cu­lar da sağ­cı­lar da her şey­den ha­ber­dar ol­duk­la­rı hal­de ger­çek­le­ri or­ta­ya çı­kar­mak için hiç­bir şey yap­mı­yor­lar­dı.

Kürt so­ru­nu­nu da bu dev­let-top­lum iliş­ki­le­ri çer­çe­ve­sin­de de­ğer­len­di­re­bi­lir mi­yiz?

El­bet­te. Kürt me­se­le­si­ni de dev­let ya­rat­tı. PKK’dan ve Ab­dul­lah Öca­lan’dan ön­ce de var­dı böy­le bir me­se­le. Hat­ta Öca­lan’ın ilk ha­nı­mı­nın ba­ba­sı MİT gö­rev­li­si idi. Bu ta­bii ak­la “Öca­lan de­rin dev­le­tin ta­şe­ro­nu mu?” so­ru­su­nu ge­ti­ri­yor. PKK, Tür­ki­ye’de as­ke­rî dar­be or­ta­mı­nı sü­rek­li ha­zır hal­de tut­mak için kul­la­nı­lan bir araç mı di­ye dü­şün­me­den ede­mi­yo­rum. PKK bu­nun far­kın­da ol­ma­ya­bi­lir. PKK’ya hiz­met eden­ler ne yap­tık­la­rı­nı ve ki­me hiz­met et­tik­le­ri­ni bil­me­ye­bi­lir­ler. Ha­ki­ka­ten Kürt­çü­lük ya­pı­yor ola­bi­lir­ler.

Pe­ki dev­let ne­den böy­le bir şey yap­sın?

Tür­ki­ye Cum­hu­ri­ye­ti ta­ri­hin son bü­yük im­pa­ra­tor­luk­la­rın­dan bi­ri­nin ka­lın­tı­sı ola­rak ku­rul­du. Os­man­lı ol­ma­say­dı, Tür­ki­ye Cum­hu­ri­ye­ti ol­ma­ya­cak­tı. Os­man­lı bü­tün geç­miş im­pa­ra­tor­luk­lar gi­bi çok ulus­lu, çok dil­li ve çok din­li bir ya­pıy­dı. Ne­ti­ce iti­ba­riyle de­ği­şik ırk­lar­dan olan Müs­lü­man­lar, Bal­kan­lar’dan ve Kaf­kas­ya’dan ge­le­rek Tür­ki­ye’de top­lan­dı­lar. Tür­ki­ye’de Türk ır­kın­dan olan­lar da var­dı. Ama ehem­mi­yet­li mik­tar­da, Ana­do­lu Türk­le­rin hâ­ki­mi­ye­ti­ne geç­tik­ten son­ra Müs­lü­man olup Türk­leş­miş olan­lar da var­dı. Ya­ni bun­la­rın için­de Grek­ler ve Er­me­ni­ler ola­bi­lir. Müs­lü­man ol­duk­tan son­ra da “ar­tık Er­me­niyim” de­mi­yor, Türk olu­yor­du in­san­lar. Tür­ki­ye böy­le bir ya­pı­ya sa­hip. Bir de ta­bii yer­le­şik un­sur­lar ara­sın­da Kürt­ler var­dı. Türk­çey­le hiç­bir il­gi­si ol­ma­yan bir dil ko­nu­şu­yor bu in­san­lar. Sev ya da sev­me, bu ül­ke­de Kürt­ler de ya­şı­yor. Tür­ki­ye, yal­nız Türk­le­rin is­kan edil­di­ği bir yer­de ku­rul­muş bir dev­let de­ğil, im­pa­ra­tor­luk ba­ki­ye­si. As­lın­da Cum­hu­ri­yet ku­rul­du­ğun­da 1924 Ana­ya­sa­sı’nın 88. mad­de­sin­de Tür­ki­ye’nin bu ger­çe­ği­ni ifa­de eden ga­yet gü­zel bir va­tan­daş­lık ta­ri­fi var­dı: “Tür­ki­ye ahâ­li­si­ne din ve ırk far­kı ol­mak­sı­zın va­tan­daş­lık iti­bâ­riy­le (Türk) ıt­lak olu­nur.” Ya­ni “Tür­ki­ye aha­li­si din ve ırk far­kı ol­mak­sı­zın” der­ken Tür­ki­ye’de di­ni ve ır­kı fark­lı in­san­la­rın var­lı­ğı­nı ka­bul edi­yor. “Va­tan­daş­lık iti­ba­rıy­la Türk ıt­lak olu­nur” da, “Türk adı ve­ri­lir” de­mek. Bun­lar “Türk olur­lar” de­mi­yor ya­ni. An­cak pra­tik­te ma­ale­sef Türk kim­li­ği hal­ka dik­te edil­di, Kürt­ler baş­ta ol­mak üze­re di­ğer et­nik grup­lar kim­lik­le­ri ko­ru­na­rak sis­te­me en­teg­re edi­le­me­di­ler. Böy­le olun­ca da PKK ve Kürt­ler, as­ke­rî yol­lar­la bir şe­kil­de kon­trol al­tı­na alın­ma­ya ça­lı­şıl­dı.

Tür­ki­ye’de la­ik­çi ka­na­dın ta­rih te­zi­ne gö­re Cum­hu­ri­yet ön­ce­si dö­nem in­san hak ve hür­ri­yet­le­ri açı­sın­dan “ka­ran­lık” bir dö­ne­me işa­ret edi­yor. Bu ne ka­dar doğ­ru?

Tür­ki­ye’de­ki pro­pa­gan­da­nın da et­ki­siy­le, Ba­tı’da uzun müd­det Os­man­lı çok ge­ri kal­mış bir dev­let ola­rak yan­sı­tıl­dı. Ta­bii bu iş­le­ri­ne de ge­li­yor­du. Os­man­lı’yı par­ça­la­dık­la­rı ve pay­laş­tık­la­rı için Ba­tı’nın meş­ru­laş­tır­ma nok­ta­sı bu idi. Tür­ki­ye’de de ye­ni re­ji­mi ku­ran­lar, ken­di ha­re­ket­le­ri­ni meş­ru­laş­tır­mak için ya­pı­yor­lar­dı bu pro­pa­gan­da­yı. Bir it­ti­fak var­dı bu iki grup ara­sın­da. An­cak son 15-20 se­ne­de bu it­ti­fak so­na er­di. Ba­tı­lı­lar Os­man­lı ta­ri­hi­ni ar­tık da­ha fark­lı ya­zı­yor­lar. Os­man­lı’nın son 100-150 yı­lı­nı ola­ğa­nüs­tü bir mo­dern­leş­me sü­re­ci ola­rak ya­zan­lar var. Hol­lan­da’nın Hü­kü­met Po­li­ti­ka­sı İçin Bi­lim Ku­ru­lu di­ye bir res­mî ku­ru­lu­şu var. Ön­de ge­len aka­de­mis­yen­ler, Tür­ki­ye Av­ru­pa’ya la­yık mı de­ğil mi, Tür­ki­ye’yle mü­za­ke­re sü­re­ci açıl­sın mı açıl­ma­sın mı di­ye 70 say­fa­lık bir ra­por ha­zır­la­dı. Bu ra­por­da Os­man­lı ta­ri­hi­ne yak­la­şım­da­ki de­ği­şi­mi gör­mek müm­kün. “Tür­ki­ye Av­ru­pa’ya uy­gun­dur” di­yen bu ra­por bü­tün Av­ru­pa dev­let­le­ri­ne da­ğı­tıl­dı ve bu­nun üze­ri­ne mü­za­ke­re sü­re­ci Ara­lık 2004’te açıl­dı. Bu­na te­mas eden bir-iki ga­ze­te ya­za­rı ol­du sa­de­ce, on­lar da yal­nız baş­lan­gı­cın­da ufak te­fek özet ver­di­ler.

Tür­ki­ye uzun­ca bir sü­re­dir mo­dern­leş­me­ye ça­lı­şan bir ül­ke. Fran­sız Ti­ca­ret Ka­nu­nu’nu 1850’de al­dı. 1858’de al­dı­ğı Fran­sız Ce­za Ka­nu­nu ye­ri­ne 1926’da İtal­yan Ce­za Ka­nu­nu’nu koy­du. Me­cel­le, İs­la­mi hu­kuk de­ğil. 1860’lar­da Fran­sız Me­de­ni Ka­nu­nu’nu ter­cü­me ede­lim di­ye tar­tış­ma­lar baş­lı­yor. Ah­met Cev­det Pa­şa, Fran­sa’da Kod Na­pol­yon’dan iti­ba­ren baş­la­yan ko­di­fi­kas­yon ha­re­ke­ti­ne uy­gun şe­kil­de, ay­nı yön­tem­le biz­zat Os­man­lı ko­di­fi­kas­yo­nu­nu ya­pa­lım di­ye Me­cel­le’ye baş­lı­yor. Me­cel­le de Av­ru­pai bir şey. El­bet­te için­de İs­la­mi esas­lar da var. Bü­tün bun­la­rı he­sa­ba kat­mak su­re­tiy­le adam­lar, Tür­ki­ye’nin mo­dern­leş­me­si Av­ru­pa’dan ge­ri de­ğil, Av­ru­pa’ya pa­ra­lel di­ye ya­zı­yor­lar.

Pe­ki en son 29 Ekim Cum­hu­ri­yet Bay­ra­mı kut­la­ma­la­rı kap­sa­mın­da te­le­viz­yon­lar­da­ki tar­tış­ma prog­ram­la­rın­da dil­len­di­ri­len “Cum­hu­ri­yet’in ku­rul­ma­sın­dan iti­ba­ren hal­kın hak ve öz­gür­lük­le­ri­nin cid­di an­lam­da ge­niş­le­di­ği” ar­gü­man­la­rı­nı na­sıl de­ğer­len­di­ri­yor­su­nuz?

Ke­sin­lik­le ka­tıl­mı­yo­rum. Bu ar­gü­ma­na kar­şı, 1924 ve 1961 ana­ya­sa­la­rı­nı kar­şı­laş­tı­ra­rak ce­vap ver­me­ye ça­lı­şa­yım. 1961 Ana­ya­sa­sı’nın öz­gür­lük­çü bir ana­ya­sa ol­du­ğu ve öz­gür­lük­le­ri ge­niş­let­ti­ği an­la­yı­şı var Tür­ki­ye’de. Bu bir şe­hir ef­sa­ne­si. Ak­si­ne 1961 Ana­ya­sa­sı’yla bir­lik­te ana­ya­sal dü­zey­de öz­gür­lük­ler kı­sıt­lan­ma­ya baş­lan­dı. 1924 Ana­ya­sa­sı’nda şöy­le de­ni­yor: “Her Türk hür do­ğar, hür ya­şar. Hür­ri­yet, baş­ka­sı­na mu­zır ol­ma­ya­cak her tür­lü ta­sar­ru­fat­ta bu­lun­mak­tır. Hu­kuk-ı ta­bi­iy­ye­den olan hür­ri­ye­tin her­kes için hu­du­du baş­ka­la­rı­nın hu­dud-ı hür­ri­ye­ti­dir.” Bu­ra­da öz­gür­lük­le­rin son de­re­ce esas­lı ve fel­se­fî te­me­li ifa­de edi­li­yor. Öz­gür­lük­le­rin, do­ğal hu­kuk­tan, ya­ni dev­let­ten ön­ce var olan do­ğal hu­kuk­tan kay­nak­lan­dı­ğı­nı ifa­de edi­yor. On­dan son­ra “Türk­ler ka­nun na­za­rın­da mü­sai­le bi­la-is­tis­na ka­nu­na ria­yet­le mü­kel­lef­tir” di­yor. “Her tür­lü züm­re, sı­nıf, ai­le ve fert im­ti­yaz­la­rı mur­dar ve mem­nu­dur” di­ye­rek de eşit­li­ğe atıf­ta bu­lu­nu­yor. Özet­le­ye­cek olur­sak, hak­la­rı ve öz­gür­lük­le­ri dev­let ver­di de­mi­yor. 1961 Ana­ya­sa­sı’yla ev­ve­la do­ğal hu­ku­ka at­fı kal­dır­dı­lar. Böy­le­ce öz­gür­lük­le­rin ve hak­la­rın te­me­li ola­rak dev­le­ti koy­du­lar, ya­ni hak­la­rı ve öz­gür­lük­le­ri dev­let ver­miş ol­du. On­dan son­ra “dev­le­tin ve mil­le­tin bö­lün­mez bü­tün­lü­ğü” vs. şa­ma­ta­sıy­la “hak­lar ve öz­gür­lük­ler sı­nır­lan­dı­rı­lır” de­di­ler. Dev­le­ti ko­ru­ma ref­lek­si içi­ne gir­di­ler. 1924 Ana­ya­sa­sı’nda sı­nır­lan­dır­ma yok­tu. Bu Ana­ya­sa mun­ta­zam bir şe­kil­de uy­gu­lan­dı mı pe­ki? Uy­gu­lan­ma­dı el­bet­te. Ama en azın­dan 1950’den son­ra kıs­men uy­gu­lan­dı üç-dört se­ne­li­ği­ne. Me­se­le şu, 1961 Ana­ya­sa­sı, 1924 Ana­ya­sa­sı’ndan me­tin ola­rak da­ha öz­gür­lük­çü ol­mak bir yana, öz­gür­lük­le­ri kı­sıt­la­yan bir ana­ya­sa­dır. Özet­le­ye­cek olur­sak, dev­let ik­ti­da­rı­nı ko­ru­mak adı­na çok fark­lı yol­la­ra baş­vu­rul­du; ka­ran­lık bağ­lan­tı­lar­la ba­zı ör­güt­ler kur­du­rul­du ve des­tek­len­di; si­ya­se­tin ala­nı dar­be­ler­le ve bü­rok­ra­tik yol­lar­dan tı­kan­ma­ya ça­lı­şıl­dı.

Sol par­ti­ler 1961 Ana­ya­sa­sı’na des­tek ver­miş­ler­di. Sol ha­re­ket­le­rin öz­gür­lü­ğe yap­tı­ğı vur­gu­yu göz önü­ne al­dı­ğı­mız­da, öz­gür­lük­le­ri da­ral­tan bir dü­zen­le­me­ye des­tek ver­me­le­ri çe­liş­ki de­ğil mi?

Tür­ki­ye’de sol di­ye ad­lan­dı­rı­lan Cum­hu­ri­yet Halk Par­ti­si, sol bir par­ti de­ğil as­lın­da. 1930’da Ser­best Cum­hu­ri­yet Fır­ka­sı sol ola­rak ku­rul­muş­tu, CHP ise sağ­dı. Son­ra ne ol­du? 1954’ten son­ra CHP’nin mu­ha­le­fe­ti, ha­ki­ka­ten li­be­ral bir mu­ha­le­fet­tir. Sol fa­lan yok­tu bu dö­nem­de. 1957 se­çim­le­rin­de bu mu­ha­le­fet tar­zı CHP’nin oyu­nu %35’ten %41’e çı­kar­dı. CHP, en ba­şa­rı­lı ne­ti­ce­si­ni de bu se­çim­ler­de al­dı. Ama 27 Ma­yıs 1960 Dar­be­si ön­ce­sin­de CHP dar­be tah­rik­çi­li­ği yap­tı. Ve de­va­mın­da bu dar­be­ye sa­hip çı­ka­rak da çok bü­yük bir ha­ta yap­tı. Sa­hip çı­kın­ca bu se­fer mil­let CHP’ye ver­di­ği %41 ora­nın­da­ki oyu, 1961 se­çim­le­rin­de %37’ye, 1965’te ise %29’a dü­şür­dü. Bu­nun üze­ri­ne bu yol tut­mu­yor di­ye İs­met Pa­şa “or­ta­nın so­lu”nu icat et­ti. O gü­ne ka­dar “or­ta­nın so­lu” di­ye bir şey te­laf­fuz et­me­miş, “sos­yal de­mok­rat” de­me­miş olan CHP’li­ler, İs­met Pa­şa “so­la marş” de­yin­ce bir­den sol­cu ol­du­lar. De­mek is­te­di­ğim, CHP’nin pren­sip­li bir sol çiz­gi­si ol­ma­dı; ak­si­ne top­lu­ma kar­şı dev­le­ti sa­vu­nan, öz­gür­lük­le­rin kı­sıt­lan­ma­sı­na des­tek ve­ren bir par­ti ol­du.

Ana­ya­sa Mah­ke­me­si (AYM) ku­ru­mu dün­ya­da han­gi ta­ri­hî bağ­lam­da or­ta­ya çık­tı? Bu ku­ru­mu or­ta­ya çı­ka­ran ana un­sur­lar ne­ler­dir?

İkin­ci Dün­ya Har­bi’ne ka­dar Ana­ya­sa Mah­ke­me­si di­ye bir ku­rum yok­tu dün­ya­da. Tek is­tis­na ABD’de 1803’te Ame­ri­kan Yük­sek Mah­ke­me­si’nin uy­gu­la­ma­ya koy­du­ğu ana­ya­sa­ya uy­gun­luk de­ne­ti­mi me­ka­niz­ma­sı. Bu Ame­ri­ka’ya has bir uy­gu­la­may­dı ve tam ola­rak da AYM’yi kar­şı­la­mı­yor­du. İkin­ci Dün­ya Har­bi’nin ar­dın­dan Ame­ri­ka, Al­man­ya, İtal­ya ve Avus­tur­ya’da kıs­men ye­ni re­jim­ler kur­durt­tu. Bir gö­rü­şe gö­re fa­şist eği­lim tek­rar güç­len­me­sin di­ye ya­pıl­dı bu. Fa­kat Al­man Ana­ya­sa Mah­ke­me­si’nin Ko­mü­nist Par­ti’yi ka­pat­ma­sı, İtal­ya’da İtal­yan Ko­mü­nist Par­ti­si’nin Rus Ko­mü­nist Par­ti­si çiz­gi­si­ni terk et­me­si ve kar­şı tu­tum ser­gi­le­me­si­ni göz ünü­ne al­dı­ğı­mız­da, fa­şiz­min hort­la­ma­sın­dan zi­ya­de Al­man­ya ve İtal­ya’yı Ame­ri­kan yö­rün­ge­sin­de tut­mak için ku­rul­muş ol­duk­la­rı da söy­le­ne­bi­lir. Ha­ki­ka­ten öz­gür­lük­çü bir amaç uğ­ru­na AYM’ler ku­rul­muş ol­say­dı, Al­man Ko­mü­nist Par­ti­si’ni ka­pat­ma­ma­sı ve İtal­yan Ko­mü­nist Par­ti­si’ni de Rus çiz­gi­sin­den ayır­mak için uğ­raş­ma­ma­sı la­zım ge­lir­di. Bu açı­dan ba­kın­ca, ABD’nin bu mah­ke­me­le­ri aca­ba ha­ki­ka­ten öz­gür­lük­çü de­mok­ra­si bu ül­ke­ler­de hâ­kim ol­sun di­ye mi, yok­sa bu ül­ke­ler Rus­ya yö­rün­ge­si­ne gir­di­ğin­de AYM ma­ri­fe­tiy­le yö­rün­ge­le­ri­ni de­ğiş­tir­me­le­ri için mi kur­dur­du­ğu hu­su­su tar­tı­şı­la­bi­lir.

Tür­ki­ye’de de ay­nı dö­nem­de AYM ku­ru­mu ih­das edil­di. Türk AYM’si­nin ku­rul­ma­sın­da han­gi sü­reç­ler iş­le­di?

Tür­ki­ye’de De­mok­rat Par­ti’ye kar­şı mu­ha­le­fet, 1954’ten son­ra li­be­ral yön­de bir mu­ha­le­fet­ti. Türk dü­şün­ce ta­ri­hi­nin üç önem­li der­gi­sin­den bi­ri olan Fo­rum der­gi­si de (di­ğer­le­ri Kad­ro ve Yön) 1954’ten iti­ba­ren ya­yın­lan­ma­ya baş­la­mış­tı. Tur­han Fey­zi­oğ­lu, Ay­dın Yal­çın gi­bi o gü­nün ön­de ge­len aka­de­mis­yen ve fi­kir adam­la­rı DP’ye kar­şıy­dı­lar. Kıs­men CHP kıs­men de son­ra­dan ku­ru­lan Ye­ni Hür­ri­yet Par­ti­si ta­raf­tar­lı­ğı ya­pı­yor­lar­dı. Bun­lar po­pü­list DP’yi sı­nır­lan­dır­mak için Al­man­ya, İtal­ya ve Avus­tur­ya’da bu­lu­nan AYM’le­ri DP kar­şı­tı pro­pa­gan­da­nın içi­ne sok­tu­lar. Öy­le pro­pa­gan­da ya­pıl­dı ki, san­ki dün­ya­da­ki bü­tün de­mok­ra­si­ler­de AYM var da yal­nız Tür­ki­ye’de yok­tu. Ba­sın sü­rek­li bu­nu yaz­dı. Tür­ki­ye’de bi­raz ken­di­ni okur-ya­zar ta­ife­sin­den ad­de­den her­ke­se de ez­ber­let­ti­ler bu­nu. AYM mis­tik bir inanç ha­li­ne ge­ti­ri­le­rek ku­rul­du. Türk hal­kı­na AYM’ler de­mok­ra­si­nin ol­maz­sa ol­maz şar­tı de­dik­le­ri dö­nem­de, Av­ru­pa’da yal­nız Ame­ri­ka­lı­la­rın kur­durt­tu­ğu üç AYM var­dı. Ger­çi 1958 Ana­ya­sa­sı’yla Fran­sa’da Ana­ya­sa Kon­se­yi ku­rul­du; ama bu AYM de­ğil­di, hâ­lâ da bu hü­vi­yet­te de­ğil. Ame­ri­kan iş­ga­li­ne uğ­ra­ma­dı­ğı hal­de Av­ru­pa’nın ilk AYM’si­ni Tür­ki­ye kur­du.

AYM ku­ru­mu­nun var­lı­ğı özel­lik­le de­mok­ra­si açı­sın­dan bir prob­lem mi teş­kil edi­yor?

Ben AYM’nin mev­cu­di­ye­ti­ne kar­şı de­ği­lim. Ama Tür­ki­ye’de­ki gi­bi de­ğil. Me­se­la Fran­sa’da AYM yok, ama yar­gı­sal de­ne­tim var. Ame­ri­ka’da da, İs­veç’te de yar­gı­sal de­net­le­me var, ama AYM yok. Bu ül­ke­ler­de ya­sa­ma­yı de­net­le­me yet­ki­si var, ama mah­ke­me­ler par­la­men­to­la­rın ala­nı­na ka­rış­ma­mak için bu yet­ki­le­ri­ni kul­lan­mı­yor­lar. AYM yal­nız­ca in­san hak ve öz­gür­lük­le­ri­nin gü­ven­ce al­tı­na alın­ma­sı için ge­rek­li; dev­le­ti, Cum­hu­ri­yet’i ko­ru­mak için de­ğil. Çün­kü Nor­veç, Da­ni­mar­ka, Bel­çi­ka ve Hol­lan­da cum­hu­ri­yet re­ji­miy­le yö­ne­til­me­me­le­ri­ne rağ­men bu­ra­lar­da in­san hak ve öz­gür­lük­le­ri gü­ven­ce al­tın­da. Bun­la­rın bir kıs­mın­da AYM de yok. Onun için AYM çı­kıp da “Cum­hu­ri­yet’i ko­ru­yo­rum” di­ye­mez. Böy­le der­se ken­di­sin­den bek­le­nen iş­le­vi ye­ri­ne ge­tir­mi­yor de­mek­tir. Cum­hu­ri­yet’i ko­ru­mak par­la­men­to­nun gö­re­vi­dir. Par­la­men­to is­ter­se -rah­met­li Ad­nan Men­de­res’in de de­di­ği gi­bi- hi­la­fe­ti da­hi ge­ri ge­ti­re­bi­lir.

“Cum­hu­ri­yet’i ko­ru­mak”tan tam ola­rak kas­tı­nız ne­dir?

Tür­ki­ye’de Ana­ya­sa Mah­ke­me­si, as­lın­da 1954’te baş­la­tı­lan pro­pa­gan­da ve 27 Ma­yıs dar­be ide­olo­ji­si is­ti­ka­me­tin­de ku­rul­du. Bu­ra­da amaç, Tür­ki­ye’nin de­mok­ra­si ol­ma­sı­nın is­ten­me­me­si­dir. Mil­li Gü­ven­lik Ku­ru­lu ol­sun, onun bi­raz ge­ri plan­da kal­dı­ğı dö­nem­ler­de de AYM ve Da­nış­tay ol­sun; ama mil­let dev­le­ti si­vil si­ya­set­çi­ler ida­re edi­yor zan­net­sin, so­rum­lu­lu­ğu on­lar ta­şı­sın. Ka­fa­sı bo­zu­lan da si­ya­set­çi­le­re ver­yan­sın et­sin. Bu­nun kar­şı­lı­ğın­da da si­ya­set­çi­ler ken­di­le­ri­ne bi­çi­len alan­da ka­lıp rant pay­laş­sın­lar; ama Tür­ki­ye’nin asıl ida­re­si­ne ka­rış­ma­sın­lar. Halk ka­fa­sı bo­zul­du­ğun­da bi­ri­ni in­di­rip öte­ki­ni ge­tir­sin. Ku­ru­lan re­jim bu. AYM in­san hak ve öz­gür­lük­le­ri­ni ko­ru­mak için de­ğil, bu ter­ti­bin de­va­mı için teş­kil edil­miş bir ku­rum­dur Tür­ki­ye’de.

 Gü­nü­müz­de bah­si ge­çen dört ül­ke dı­şın­da AYM var mı?

AYM’le­rin sa­yı­sı dün­ya­da 1950’den bu ya­na bel­li öl­çü­de art­tı. Ama hep­si AYM de­ğil, bir kıs­mı bu­na ben­zer or­gan­lar. Bu or­gan­lar bü­tün de­mok­ra­si­ler­de, özel­lik­le de kök­lü de­mok­ra­si­ler­de yok. Za­ten Tür­ki­ye’de de­mok­ra­si di­ye bir şe­yin ol­du­ğu­na inan­mı­yo­rum, olan sa­de­ce il­ke­siz po­pü­lizm.

Tür­ki­ye’de de­mok­ra­si­nin ge­liş­me­miş­li­ğin­den muz­da­rip olan ge­niş bir halk ke­si­mi var. Bu ke­si­min tav­rı­nı na­sıl de­ğer­len­di­ri­yor­su­nuz?

Tür­ki­ye’de bu ke­sim­le­rin en bü­yük has­ta­lı­ğı bil­gi­siz­lik. Be­ğen­sek de, be­ğen­me­sek de son 3-4 yüz­yı­lın me­de­ni­yet me­şa­le­si­ni Ba­tı ta­şı­yor. Tür­ki­ye’de tar­tış­tı­ğı­mız ku­rum ve kav­ram­la­rın hep­si Ba­tı’dan gel­me. Onun için Ba­tı te­fek­kü­rü­nü doğ­ru dü­rüst öğ­ren­mek ama ev­ve­la doğ­ru dü­rüst dil bil­mek ve oku­mak la­zım. Oku­mu­yor­lar. Oku­ma­dık­la­rı için de la­ik­çi dü­ze­ne teo­rik dü­zey­de se­vi­ye­li bir eleş­ti­ri ge­liş­ti­re­mi­yor­lar. Re­fah Par­ti­li­ler ve AK Par­ti­li­ler ma­hal­li ida­re­ler­de ol­duk­ça ba­şa­rı­lı ol­du­lar. Be­le­di­ye­ler­de in­sa­nın in­san ye­ri­ne ko­nul­ma­sı ge­rek­ti­ği inan­cı­na gö­re ha­re­ket et­ti­ler. Es­ki­den res­mî da­ire­ye git­ti­ğin­de dev­let me­mur­la­rı va­tan­da­şı­mı­zı adam ye­ri­ne koy­maz­lar­dı. Şim­di bun­lar bü­yük oran­da de­ğiş­ti. Bu bü­yük bir hiz­met­tir; ama iş el­bet­te bun­dan iba­ret de­ğil. Me­se­la bir Ley­la Şa­hin da­va­sı var ki ev­le­re şen­lik.

Bi­raz açar­sak.

Da­va­nın, AİHM Bü­yük Da­ire­si’ne gön­de­ril­me­si ka­ra­rı ve­ril­dik­ten son­ra, bu­ra­ya esas hak­kın­da bir la­yi­ha ver­mek ge­re­ği var. Bü­yük Dai­re o ve­ri­len la­yi­ha­ya gö­re da­va­yı gö­re­cek. Öy­le adam­la­rı top­la­mış­lar ki, yaz­dık­la­rı la­yi­ha tam bir fi­yas­ko. Ley­la Şa­hin’in ver­di­ği di­lek­çe­de şu ifa­de­ler ge­çi­yor: “Türk Ana­ya­sa Mah­ke­me­si ka­mu sek­tö­rün­de ve okul­lar­da ba­şör­tü­sü kul­lan­ma­sı­nı sa­vu­nan si­ya­si par­ti­le­rin gö­rüş­le­rin­de şe­ri­a­ta da­ya­lı bir re­jim kur­mak ni­ye­ti­ni gö­re­rek bu par­ti­le­rin ka­pa­tıl­ma­sı­na ka­rar ver­miş­tir. Böy­le­ce din­sel sem­bol­le­ri si­ya­sal amaç­la kul­la­nan la­ik­lik kar­şı­tı si­ya­sal ha­re­ket­ler ya­sak­lan­mış­tır… Dai­re ka­ra­rın­da ba­şör­tü gi­yil­me­si­nin her olay­da din öz­gür­lü­ğü­nün kul­la­nıl­ma­sı an­la­mı­na gel­me­ye­ce­ği­ni imâ et­miş­tir. Baş­vu­ru­cu Ley­la Şa­hin da­ire­nin bu yak­la­şı­mı­nı da ka­bul et­mek­te­dir.” Bu­ra­da ya­pı­lan, üni­ver­si­te­le­re ba­şör­tü­sü ile gir­me hak­kı­nın din öz­gür­lü­ğü kap­sa­mın­da de­ğil de eği­tim öz­gür­lü­ğü esas alı­na­rak sa­vu­nul­ma­sı. AİHM ta­ra­fın­dan bu saf­ha­da da­va­nın din öz­gür­lü­ğü kap­sa­mın­da mü­ta­la­a edil­me­si ih­ti­ma­li var­dı. Ama di­lek­çe­nin bu şe­kil­de ve­ril­me­si se­be­biy­le bu ger­çek­le­şe­me­di. Da­va bu yüz­den kay­be­dil­di.

Ley­la Şa­hin ve da­ha ön­ce­sin­de Re­fah Par­ti­si’ni ka­pat­ma da­va­sın­da ver­di­ği ka­rar­lar­dan son­ra Tür­ki­ye’de hal­kın bel­li bir ke­si­min­de AİHM’nin ta­raf­sız­lı­ğı­na olan inanç sar­sıl­mış­tı. Ley­la Şa­hin’in da­va­yı kay­bet­me­sin­de AİHM’in hiç mi et­ki­si yok?

Ley­la Şa­hin ve Re­fah Par­ti­si’nin ka­pa­tıl­ma­sı ka­rar­la­rı AİHM’de­ki Türk­le­rin gö­rü­şü­ne da­yan­dı­rıl­dı. Ba­tı’da “Ce­za­yir Sen­dro­mu” de­ni­len bir şey var. Bu­na gö­re Cum­hu­ri­yet ku­rul­du­ğun­da Türk top­lu­mu ceb­ren mo­dern­leş­ti­ril­di. Tür­ki­ye’de bu ce­bir ol­maz­sa, ül­ke tek­rar es­ki ha­li­ne dö­ner ta­sav­vu­ru üze­ri­ne bi­na edil­miş bir ön­yar­gı var. Bu ön­yar­gı­yı üre­ten­ler de biz­zat ora­da­ki Türk hâ­kim­ler. Ya­ban­cı hâ­kim­ler, ora­da­ki Türk hâ­ki­mi bu­na rı­za gös­ter­me­dik­çe ka­ra­rı böy­le bir ta­rih te­zi­ne da­yan­dır­ma cü­re­tin­de bu­lu­na­maz­lar. Onun için bu ka­rar­la­rın asıl mü­seb­bi­bi, ora­da bu­lu­nan Türk hâ­ki­mi. Rı­za Tür­men, Fey­yaz Göl­cük­lü gi­bi isim­ler bu ka­rar­lar­da et­ki­li olan­lar. Bir de AİHM’de Türk hu­kuk­çu­lar ve mü­ter­cim­ler gru­bu var. Res­mî dil İn­gi­liz­ce ve Fran­sız­ca. İyi Fran­sız­ca bi­len hu­kuk­çu­lar da yal­nız Ga­la­ta­sa­ray me­zun­la­rı. Bun­la­rın he­men he­men hep­si de la­ik­çi. Ne di­yor bun­lar? Eğer tür­ban ya­sak ol­maz­sa, Tür­ki­ye Ce­za­yir gi­bi iç har­be gi­de­cek ve­ya Tür­ki­ye’de şe­ri­at dü­ze­ni ku­ru­la­cak. Bu mo­ti­vas­yon­la ve­ril­miş ka­rar­lar bun­lar. Ley­la Şa­hin da­va­sı­nın so­nu­cun­dan biz­zat so­rum­lu olan ki­şi Rı­za Tür­men.

Geç­ti­ği­miz gün­ler­de AYM, AK Par­ti’yi ka­pat­ma da­va­sı­nın ge­rek­çe­si­ni açık­la­dı. Bu ka­rar hak­kın­da ne dü­şü­nü­yor­su­nuz?

Bu ka­rar­la hü­kü­met ve par­la­men­to iş ya­pa­maz ha­le ge­ti­ril­di. İş öy­le bir nok­ta­ya gel­di ki Ana­ya­sa’yı ih­lal­den hep­si idam da­hi edi­le­bi­lir. AYM’nin bu ka­rar­la­rı son­ra­sın­da ar­tık par­la­men­to, Gü­ney­do­ğu’da de­mok­ra­si­yi ge­liş­ti­rip va­tan­da­şın PKK’ya te­ma­yül et­me­si­ni ön­le­ye­cek ted­bir­le­ri al­ma­ya ce­sa­ret ede­mez. Çün­kü Ana­ya­sa’yı ih­lal­den Men­de­res gi­bi idam edi­lebilirler.

Bu nok­ta­da halk AYM’ye tep­ki­si­ni na­sıl gös­te­re­bi­lir?

17. yüz­yı­lın son­la­rın­dan iti­ba­ren de­mok­ra­si­nin ge­liş­me­sin­de yön gös­te­ri­ci for­mül­ler­den bi­ri­si, John Loc­ke’un or­ta­ya at­tı­ğı di­ren­me hak­kı­dır. Dev­let, in­san hak ve öz­gür­lük­le­ri­ni gü­ven­ce al­tı­na al­mak için hal­kın rı­za­sıy­la ku­ru­lur. İn­san hak ve öz­gür­lük­le­ri­ni ko­ru­ma he­de­fin­den sa­pan ve­ya in­san­la­rın rı­za­sı­nı kay­be­den dev­le­te kar­şı hal­kın di­ren­me ve onu yı­kıp ye­ri­ne ye­ni­si­ni kur­ma hak­kı var­dır. Bu pren­sip, Ame­ri­kan Ba­ğım­sız­lık Be­yan­na­me­si’nin -ki Fran­sız­la­rın­kin­den ön­ce­dir- esa­sı­dır. Bü­tün de­mok­ra­tik ge­li­şim ha­re­ket­le­rin­de ol­du­ğu gi­bi Tür­ki­ye’de de 1961 Ana­ya­sa­sı’nın baş­lan­gı­cı­na da alın­mış­tır, “Hu­kuk dı­şı uy­gu­la­ma­la­rıy­la meş­ru­iye­ti­ni kay­bet­miş si­ya­si ik­ti­da­ra kar­şı di­ren­me hak­kı­nı kul­la­nan Türk mil­le­ti” di­ye. Ta­bii mil­let kul­lan­ma­dı di­ren­me hak­kı­nı, as­ker­ler dar­be yap­tı­lar ve dar­be­yi meş­ru­laş­tır­mak için de bu pren­si­bi kul­lan­dı­lar. Di­ren­me hak­kı ik­ti­da­ra kar­şı kul­la­nı­lır, ik­ti­da­rın bir par­ça­sı da yar­gı­dır. O hal­de hal­kın, hu­kuk dı­şı uy­gu­la­ma­la­rıy­la meş­ru­iye­ti­ni kay­be­den AYM’ye kar­şı di­ren­me hak­kı var­dır ve bu cid­di bir hu­ku­ki tez­dir.

Pe­ki, bu di­re­niş na­sıl ola­cak?

Bu­nu ta­bii ki si­lah­la yap­ma­ya­cak­lar. Ka­la­ba­lık­lar, el­le­ri­ne bi­rer pan­kart alıp meş­ru di­ren­me hak­kı­mı­zı kul­la­nı­yo­ruz di­ye top­lan­sın­lar mey­dan­lar­da. Yal­nız onu yaz­sın­lar o ka­dar. AYM’nin ka­ra­rı bir sin­dir­me ha­re­ke­ti­dir. Bu­nu unut­ma­mak la­zım.

Bir de son yıl­lar­da özel­lik­le CHP ka­na­dın­da “uz­laş­ma” ifa­de­si­ni sü­rek­li du­yar ha­le gel­dik. Bu tam ola­rak ne an­la­ma ge­li­yor?

Uz­laş­ma da­yat­ma­sı fa­şizm­dir. Me­se­la ör­nek­ler­den bi­ri­si Lüb­nan. Lüb­nan’da Şii ve Sün­ni Müs­lü­man­lar var, H­ris­ti­yan­lar var. Lüb­nan sis­te­mi, dev­le­tin bun­lar ara­sın­da pay­la­şıl­ma­sı üze­ri­ne ku­rul­muş. Cum­hur­baş­ka­nı H­ris­ti­yan, baş­ba­kan Sün­ni Müs­lü­man, mec­lis baş­ka­nı Şii Müs­lü­man. İs­viç­re’de de bu­na ben­zer bir sis­tem var. Dört ay­rı dil ko­nu­şu­lur. Ye­di ki­şi­lik bir dev­let kon­se­yi var; üye­ler­den dört ta­ne­si Al­man­ca, iki ta­ne­si Fran­sız­ca, bir ta­ne­si ise İtal­yan­ca ko­nu­şur. Ço­ğun­lu­ğun di­li Al­man­ca ol­du­ğu­dan, mec­lis ço­ğun­lu­ğu da Al­man­ca ko­nu­şan üye­ler­den mey­da­na ge­lir. Ma­dem “uz­laş­ma” ifa­de­si­ni kul­la­nı­yo­ruz ve oy­daş­ma­cı de­mok­ra­si­ye gö­re ha­re­ket edi­yo­ruz, o za­man cum­hur­baş­ka­nı Türk­çe ko­nu­şan­lar­dan ol­sun, baş­ba­kan baş­ka dil ko­nu­şan­dan vs. di­ye bir dü­zen kur­ma­mız icap eder.

Uz­laş­ma di­yen­ler tam ola­rak bu­nu mu kas­te­di­yor siz­ce?

Onu söy­le­me­dik­le­ri açık. An­cak bu­nun dı­şın­da bir uz­laş­ma­yı da­yat­mak fa­şiz­me gö­tü­rür; her­kes uz­la­şa­cak bir­bi­riy­le de­mek­tir. Hal­bu­ki de­mok­ra­si uz­laş­ma­yan­la­rın ya­rış­ma­sı­dır. Hal­kın ço­ğun­lu­ğu­nu kim ik­na ede­bi­lir­se o yö­ne­tir. De­mok­ra­si­de ço­ğun­lu­ğun yö­ne­ti­mi var­dır; bi­rey­le­rin ve azın­lık­ta ka­lan­la­rın hak­la­rı­nı ko­run­mak su­re­tiy­le el­bet­te.

Son ola­rak AYM’ler­le il­gi­li ile­ri­ye dö­nük ne tür dü­zen­le­me­ler ya­pıl­ma­lı?

AYM’le­rin var­lı­ğı de­mok­ra­tik sis­te­min iyi bir şe­kil­de iş­le­me­si için ol­maz­sa ol­maz bir ku­ral de­ğil. Ama ay­nı şe­kil­de bu mah­ke­me­le­rin var­lı­ğı, bel­li şart­lar al­tın­da, de­mok­ra­si­nin ru­hu­na uy­gun ol­du­ğu sü­re­ce de bü­yük bir prob­lem teş­kil et­mez. Ya­pıl­ma­sı ge­re­ken AYM üye­le­ri­nin halk ve­ya par­la­men­to ta­ra­fın­dan se­çil­me­si. Bu­nu özel­lik­le vur­gu­lu­yo­rum, se­çil­miş ol­ma­la­rı ge­re­kir, atan­mış de­ğil.

http://www.anlayis.net/makaleGoster.aspx?makaleid=1817

 

Anlayış Dergisi, Kasım 2008, Sayı 66.

 

Mustafa Erdoğan-Vahap Coşkun; Türkiye’nin Kürt Meselesi

0

I. Güncel Bir Sorun Olarak “Kürt Meselesi”

Halihazırda Türkiye’de toplumsal barış ve huzurun önündeki en büyük engel durumunda olan Kürt meselesi özünde etno-politik bir sorundur.. Bu gibi etno-politik sorunlar elbette sadece Türkiye’de yaşanıyor değildir. Dünyanın birçok yerinde siyasal organizasyonlar, mesailerinin büyük bir bölümünü bu türden sorunları çözmek için harcıyorlar. Denilebilir ki, etno-politik sorunlarla karşı karşıya gelmek, onları ortadan kaldırmaya veya etkilerini azaltmaya çalışmak, bu sorunları siyasal sürece dâhil etmek veya sürecin dışında tutmaya çabalamak, ulus-devletler döneminin alamet-i farikasıdır. Kısacası, etno-politik meselelerin varlığı evrensel bir nitelik taşır ve Türkiye’de bir ulus-devlet olarak örgütlenmeye başladığı günden beri -çeşitli adlar altında- bu meselelerle uğraşıyor.

Türkiye’nin Kürt meselesinin birçok boyutu bulunmaktadır. Sorunun çok boyutlu olması ise, kaçınılmaz bir biçimde, maliyetin de ağır olmasını beraberinde getirmektedir. Bilhassa son 25 yılda bununla bağlantılı olaylar üç alanda son derece ciddi tahribatlar yaratmıştır. İlki sosyal tahribattır. Henüz hayatlarının baharındaki gençlerin, dağ başlarında bir kurşuna, bir bombaya veya bir mayına kurban giden gençlerin tahammülfersa ölümleri her iki tarafta da milliyetçiliği ateşlelemekte ve Kürtlerle Türkler arasındaki beraber yaşama duygusunu zayıflatmaktadır. Keza yerinden yurdundan edilen insanların göçmek zorunda kaldıkları izbe mekânlarda en temel insanî ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak yaşamak zorunda bırakılmaları, bir yandan bu insanlarda sisteme karşı inançsızlığı yükseltmekte, diğer taraftan da göçtükleri şehirlerin ahalisi ile aralarında potansiyel gerginliklere sebep olmaktadır. Bu sosyal tahribatın sonucu ise, karşılıklı milliyetçi siyasetlerin yıldızının parlaması ve birlikte yaşamayı mümkün kılan sosyal bağların zayıflamasıdır. Kürt sorununun, şüphesiz daha başka menfî sosyal sonuçları da var.       

İkincisi ekonomik tahribattır. Son çeyrek asırda bu soruna -gerek doğrudan gerek dolaylı olarak- harcandığı söylenen ve yüz milyarlarca dolar ile ifade edilen yüksek meblağ, ülkenin maddî kaynaklarını kurutmuş ve ekonomisinin birçok kez darboğaza girmesine neden olmuştur. Bu sorun devam ettiği müddetçe de, Türkiye toplumunun bu ve benzeri aşır iktisadî maliyetlere katlanmak zorunda kalacağı açıktır.

Üçüncüsü hukuki ve siyasi tahribattır. Kürt meselesinin varlığı, Türkiye’de hukuksuzluğun üre(til)mesine uygun bir zemin hazırlamaktadır. Hukuksuzluğun üretimi; (a) bazen temel hak ve hürriyetleri askıya alan ve/veya kullanılmasını imkânsız hale getiren metinlerin “yasa” olarak tanzim edilmesinde, (b) bazen devlet gücünü kullanan bürokratların (özellikle üniformalı olanların) fiilen hukukî denetimin dışına çıkarılmasında ve (c) bazen de evrensel hukuk kurallarını uygulamak isteyenlerin gadre uğramasında kendisini gösterir.

Siyasî alana gelince, burada da dayanağını Kürt meselesinden alan bazı temel sorunların varlığı dikkati çekmektedir. Bunlardan biri silahlı bürokratların politik alan üzerindeki nüfuzlarının devam etmesi şeklinde kendisini göstermektedir. Kürt meselesinin bugünkü haliyle devamı, askerî vesayete son verilmesinin ve mekanizmaları işleyen tam bir demokratik siyasî hayatın oluşturulmasının önündeki belki en büyük engeldir. Başka bir sorun da, Kürt meselesinin Türkiye siyasetini milliyetçiliğe kilitlemesi ve kamusal tartışmayı imkânsız hale getirmesidir.

II. Meselenin Tarihselliği ve Konulan Teşhislerin Yanlışlığı

Kürt meselesi, özetle, Türkiye’nin insanî ve iktisadî kaynaklarını berhava eden, demokrasinin yerleşmesini engelleyen veya en azından geciktiren, toplumsal uzlaşma ve refahı bloke eden en temel ve en güncel sorunudur. Ancak, güncel bir sorun olması, onun tarihî arka planını bize unutturmamalıdır. Nitekim Kürt meselesinin tarihi daha eski olmakla beraber, bunun çözümsüz, kronik bir sorun halini almaya başlaması Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına kadar geri gitmektedir. Bu tarihsel arka planı göz ardı edersek meseleyi çözme şansımız büyük ölçüde azalmış olur. Hiç şüphe yok ki, her toplumsal varoluş kendi içinde sorunlar barındırır. Esasen bu durum, daha genelde bu dünyada insan olarak varoluşumuzun doğasından kaynaklanmaktadır. Bu bakımdan, sorunsuz bir “insanlık durumu” tasavvur edilemez; aksi halde dünyada olmamızın -dünya hayatının- “Cennet”te olmamızdan farkı olmaması gerekirdi.

Bu tespitten, sorunlar karşısında pasif kalmayı telkin eden “tevekkülcü” bir sonuç çıkarmak elbette yanlış olur. Bu, olsa olsa, Türkiye’ye ilişkin yansımaları da olması gereken, insanî varoluşa ilişkin bir gerçekçilik çağrısı olarak anlaşılmalıdır. İnsanlar elbette hata yaparlar; insanların toplu yaşamayla ilgili kararlarından yanlışlar doğması ihtimali ise daha da büyüktür. Ama insanoğlu karşılaştığı sorunları çözebilecek yeteneklerle de donatılmıştır. Bu şu demektir: Birey, toplum veya insanlık olarak bizi zora sokan bütün sorunları çözemeyebiliriz, ama elbette çözebileceklerimiz vardır ve onları da çözme iradesi göstermeliyiz.

Şimdi, her büyük toplumsal sorun gibi, Türkiye’nin Kürt meselesinin de hiç şüphesiz ciddiyetle ele alınması gereken nedenleri vardır. Gerçi, bunların hepsinin bilinçli insan eylemiyle değiştirilmesi mümkün olmayabilir. Öyle de olsa, hiç değilse bilgi ve irade kapasitemiz dâhilinde olan şartlara müdahale edebiliriz ve etmeliyiz. Ama önce, sorunun arkasındaki nedenleri anlamalıyız, bunu yapmadan hiç bir sorunu çözmek mümkün değildir. Bu “anlama” çabası ise, işaret ettiğimiz genel perspektif içinde, hem nedenleri teşhis etmeyi -ama doğru teşhis etmeyi- hem de bunların hangisine müdahale edebileceğimizi idrak etmeyi kapsamaktadır. Bu gibi büyük sorunların nedenlerini iyi teşhis etmek, ayrıca, gelecekte benzer sorunların ortaya çıkmasına meydan vermemek bakımından da önemlidir.

Hiç şüphe yok ki, Kürt meselesi, siyasal, tarihsel, ekonomik, yerel, bölgesel boyutları bulunan komplike bir sorundur Kürt sorununu ortaya çıkaran temel nedenleri ele almadan önce, sorunun teşhisiyle ilgili iki yanlışa kısaca dikkat çekmek gerekir: Bu yanlışların ilki Kürt meselesinin özünde bir “terör” sorunu olduğuna ilişkin teşhistir. Genelde devlet adına konuşma hakkını kendinde görenler, toplumsal sorunlara, ya çok dar bir çerçeveden bakarlar veya daha da kestirmeden giderek sorunun varlığını yadsırlar. Ama soruna çok dar bir açıdan bakmak onun geniş kapsamını örtemediği gibi; sorunu yok saymak da onun yaşandığı gerçeğini ortadan kaldırmaz.  Toplumsal sorunlara bu tarz bir yaklaşım, sorunların uzlaşma içinde çözüme kavuşmalarını engeller ve hatta aksi istikamette bir işlev görerek daha da büyümelerine ve ağırlaşmalarına sebebiyet verir.

Ne var ki, yönetime egemen olan bu zihniyet dolayısıyla, gerek siyasal karar alma mekanizmalarının başında bulunanlar gerekse de alınan kararları uygulama konumunda bulunanlar, sorunu salt bir terör sorunu olarak görüp ona uygun “çözümler” ürettiler. Fakat birçok boyutu bulunan bu sorunu indirgemeci bir mantıkla tek boyutlu olarak ele almak ve çözümü bu metotta aramak, her zaman için olumsuz birtakım sonuçları da beraberinde getirdi. Zira sorun, salt terör sorunu olarak kabul edildiğinden, çözüm de bir tek askerî önlemlerde arandı. Toplumsal bir meseleyi yalnızca askeri önlemlerle çözmeye yeltenmek ise, doğal ve meşru toplumsal talepler üzerinde baskı uygulamayı, bu taleplere ve talep sahiplerine suçlu muamelesi yapmayı beraberinde getirdi. Kürtler üzerinde –sözümona asayiş tedbirleriyle körüklenen baskı ve şiddet ortamı, toplumdaki kin ve intikam duygularının artmasına sebebiyet verdi. Böylece asayiş tedbirleri tedbir olma özelliğini yitirip, sorunun neredeyse bir “kan davası” niteliğine bürünmesine neden oldu.  

Artık esas olarak, “devlet” adına konuşan ve hareket edenlerce benimsenen ve “sivil” kesimde de devletçi/ milliyetçi gruplar ve hatta bir ölçüde halk tarafından da onaylanan bu görüşün, çözümü imkânsızlaştıracağını kabul etmek gerekir.  Bunu söylerken, Türkiye’nin Kürt sorunuyla bağlantılı olarak bir “terör sorunu”yla da karşı karşıya bulunduğunu göz ardı ediyor değiliz. Elbette ki, PKK’nın varlığı ve yöntemleri bir güvenlik politikasını gerekli kılmaktadır. Ancak bu güvenlik politikasının hedefine ulaşabilmesi, PKK’nın marjinalize edilmesiyle mümkündür. PKK’yı marjinalize etmek için yapılması gereken şey; bazı toplumsal kesimleri PKK’ya yönelten sorunların ve bu kesimlerin meşru taleplerinin kültürel ve demokratik tedbirlerle karşılanmasıdır. Bunun yerine terörün bastırılması adına münhasıran inzibatî tedbirlere başvurmak ve bunları daimi bir hale getirmek, Kürt meselesini dün çözmediği gibi, bugün de ve muhtemelen yarın da çözmeyecektir. Bu nedenle çözüm üreten değil sorunu katmerleştiren bu yanlış ve tehlikeli anlayışı terk etmenin, sorunun çözümünün öncelikli şartı haline geldiğini söyleyebiliriz.   

Teşhisteki ikinci yanlış, karşı karşıya bulunduğumuz sorunu “Güneydoğu sorunu” olarak adlandırmaktır. Bu ifade, hiç değilse ortada toplumsal bir sorun olduğunu ima etmesi bakımından, “terör sorunu” ifadesine göre daha isabetli olmakla beraber, sorunu yine de yanlış teşhis eden bir yaklaşımı yansıtmaktadır. Çünkü bu yaklaşım da Kürt sorununu ortaya çıkaran hâkim milliyetçi bakış açısından kaynaklanmaktadır. Daha açık bir şekilde söylemek gerekirse, burada “Kürt” sözünü telâffuz etmemek için bölge adına (“Güneydoğu”) atıfta bulunulmaktadır. Gerçi, bu adlandırmayı tercih edenlerin önemli bir kısmı bunu “bölünme” korkusundan yapıyorlar; ama eğer mesele bu ihtimali akıllardan uzak tutmaksa, “Kürt sorunu” demekle “Güneydoğu sorunu” demek arasında özde bir fark yoktur. Çünkü, aynı mantıkla, ilk terim “millet”in bölünmesini çağrıştırıyorsa, ikincisi de “ülke”nin bölünmesini çağrıştırabilir.

III. Kürt Meselesinin Kökeni: Ulus-Devlet, Milliyetçilik ve Laikçilik

1914–1918 yılları arasında cereyan eden 1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu’nun yenilip parçalanmasının ardından, Anadolu’nun işgal edilmesi tehlikesi karşısında Kürtler ve Türklerin kelimenin tam anlamıyla bir “kader birliği” içerisinde hareket ettikleri tarihî bir gerçektir. Nitekim o tarihlerde çeşitli vesilelerle yapılmış konuşmalara yansıyan ruh hali bu durumu teyit eder niteliktedir. Mesela Mustafa Kemal Paşa, Anadolu’ya geçtikten sonra, Amasya’dan Kazım Karabekir Paşa’ya çektiği telgrafta şöyle demektedir: “ Ben Kürtleri ve hatta bir özkardeş olarak tekmili milleti bir nokta etrafında birleştirmek ve bunu cihana göstermek karar ve azmindeyim.” Bu kararla Erzurum Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti 30 Mayıs 1919 Bildirisi’nde, Erzurum Kongresi’nde, 20–22 Ekim 1919 tarihinde imzalanan Amasya Protokolü’nde “Türklerin ve Kürtlerin birlikte oturdukları yerler” olarak adlandırılan vatan için milli mücadele başladı. 

Millî Mücadele dönemine birleştirici bir yurtseverlik anlayışı hakimdi. Bu nedenle mücadeleyi yürüten kadro, herhangi bir etnik kimliğin diğerlerine karşı üstünlüğünü ifade eden söylemlerden kaçındı ve hatta etnik grupların kimliklerini koruma konusundaki hassasiyetlerine saygı gösterdi. Örneğin TBMM’deki ilk tartışmaların biri, Kastamonu Mebusu Yusuf Kemal Bey’in “Türklerin sağlığı korunmalıdır” demesiyle patlamıştı. Bu söz üzerine Sivas Mebusu Emir Paşa kürsüye çıkıp “Bu vatanda sadece Türklerin yaşamadığını” hatırlatmak zorunda kalmıştı. Bu aşamada Mustafa Kemal devreye girmiş ve “Meclisin sadece Türklerden değil, Çerkezlerden, Kürtlerden, Lazlardan oluştuğunu ve bunların çıkarlarının ortak olduğunu” vurgulamıştır.  TBMM’nin 6 Mart 1923 tarihli oturumunda Yusuf Ziya, Meclis kürsüsünde şu konuşmayı yapmıştır : “Arkadaşlar ben bir Kürdüm. Fakat Türkiye’nin şerefini, Türkiye’nin terakkisini temenni eden Kürtlerdenim. Türk ile Kürt, teşrik-i mesai ederek yaşamazlarsa, ikisi için de akıbet yoktur.” Ziya’nın bu konuşması alkışlarla karşılanmıştır.

Milli mücadelenin fiili olarak başarıya ulaştığı bir dönemde, kurulacak yeni devletin nasıl biçimlendirileceğinin tartışıldığı günlerde, Ocak 1924’te Mustafa Kemal yaptığı basın toplantısında kendi yaklaşımını şöyle özetlemektedir : “ Kürtlük adına bir sınır çizmek istersek Türlüğü ve Kürtlüğü mahvetmek gerekir… başlı başına bir Kürtlük düşünmektense, bizim Teşkilatı Esasiye Kanunu gereğince zaten bir tür yerel özerklikler oluşturulacaktır. O halde hangi livanın halkı Kürt ise, onlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir. …Şimdi TBMM hem Kürtlerin, hem de Türklerin yetki sahibi vekillerinden oluşmuştur ve bu iki unsur bütün çıkarlarını ve kaderlerini birleştirmişlerdir.”

Nihayet Lozan Antlaşması görüşmelerine Dışişleri Bakanı sıfatıyla katılan İsmet İnönü’nün heyetinde Batılı devletleri ikna etmek için Diyarbakır Mebusu Zülfü Tigrel Bey adında bir Kürt temsilci vardır. Lozan’daki bütün oturumlarda İsmet Bey, “Türklerin ve Kürtlerin yekvücut ”olduğunu belirtir ve bütün tezlerini “Biz Kürtler ve Türkler” argümanına dayandırır. İsmet Paşa, Lozan’da Kürtleri, gayrimüslim azınlıklardan ayırmış ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Türklerle Kürtlerin ortak eseri olduğunun altını çizmiştir.

Ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin hükümranlık haklarını tescil eden Lozan Antlaşması imzalandıktan sonra, kurucu kadro ideolojik bir dönüşüm geçirdi ve zamanla “birleştirici yurtseverlik anlayışı”nı terk edip bunun yerine etnik milliyetçi bir anlayışı ikame etti. Resmi bir devlet politikası halini alan bu etnik milliyetçi anlayışın hem geçmişte hem de bugün ısrar ve inatla sürdürülmesi, Türkiye’deki Kürt meselesinin en temel nedenidir.  

Cumhuriyeti kuran bürokratik elit, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasının sebepleri arasında imparatorluğun “millet sistemi”ni ve çokkültürlü yapısını da görüyordu. Bu nedenle onlar, kurdukları yeni devletin bir daha bu tür bir parçalanma tehlikesine düşmemesi için farklı tüm etnisiteleri yok sayan “yeni bir ulus” yaratma çabasına girdiler. Böylece kuruluş döneminde devletin temel işlevi, etnik yanı ağır basan bir “Türk ulusu” yaratmak üzere Türkiye’deki farklı kimlikleri dışlamak ve bütün bir toplumu mütecanis ve kaynaşık bir kitle haline getirmeye çalışmak oldu.

Ulus yaratmanın ideolojisi ise milliyetçilikti. Cumhuriyetçi söylemde milliyetçilik, toplumda varolan tüm kültürel ve etnik aidiyetlerden bağımsız bir üst kimliğe vurgu yapmaktaydı. Ancak gerçekte milliyetçiliğin anlamı, etnik kimliklerden birinin (Türklüğün) kabulünün diğer tüm etnik kimliklere (örneğin Kürtlere) dayatılmasıydı. Bu amaca binaen devlet, bir yandan, “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyaları düzenleyip çarşı-pazarda Türkçe konuşmayanları para cezası ile cezalandırmak gibi uygulamalarla Türklük haricindeki kimliklerin kamudaki görünürlüklerini ortadan kaldırmaya azami gayret etti. Diğer yandan da bütün dünya dillerinin Türkçeden doğduğunu iddia eden Güneş Dil Teorisi ve Türklerin varlığını tarihin ilk dönemlerine kadar götüren ve Türkleri “ırk” olarak yücelten Türk Tarih Tezi gibi “bilimsel çalışmalar” ile Türk kimliğinin özelliklerine kutsiyet atfetmeye çabaladı.

Böyle bir politikanın, başkaları yanında, Kürt kimliğinin de reddedilmesi anlamına geleceği açıktı. Nitekim, tek partili Cumhuriyet yılları Kürt kimliğinin genelde yok sayıldığı, zaman zaman da baskı altına alındığı bir dönem olmuştur. Mart 1924’te, resmi bir emirname ile Kürt okulları, örgütleri ve yayınları hükümetçe yasaklandı. Tek parti rejimi kökleştikçe, Kürtçe’ye yönelik yasaklamaların kapsamı genişledi ve tonu şidetlendi. Büyük-küçük yerleşim birimlerinin Kürtçe olan isimleri tamamen duyarsız ve keyfi bir biçimde değiştirildi; Kürtlerin, kendi çocuklarına, kendi anadillerindeki istedikleri bir ismi vermeleri yasaklandı; çarşı pazarda anadillerini konuşmaları cezaî yaptırıma bağlandı. Bildikleri tek dil olan anadillerinden yoksun bırakılmaları, Kürtlerin büyük çoğunluğunu, kamu mekânlarında adeta “sağır ve dilsiz” olmaya mahkûm etti. Musa Anter, bu sağır-dilsizlik halini, anılarında şöyle anlatır:  

“Mardin şehrinde beş ilkokul fakat sadece bir müzik öğretmeni vardı. Bu öğretmen Muşlu bir kemancıydı, Tevfik Bey diye tanınırdı. Lakabı ‘Domiro’ idi ve kemanıyla müzik yapan ilk öğretmendi. Bitirirken bize çaldığının ne olduğunu sorardı. Müziği tanımama rağmen, çok korkardım çünkü Kürtçe bir parçaydı.

Kürt dili şehrin içinde ve dışında yasaktı ve eğer birisi Kürtçe konuşurken yakalanırsa, söylediği her kelime için 1 lira öderdi. Mardin şaşkına dönmüştü. Çünkü Kürtçe konuşamayan halk sağır-dilsiz alfabesi kullanıyordu”.

Yönetim erkini ellerinde bulunduranların indinde, bu ülkede sadece Türk etnik kimliği hakim ve geçerliydi; diğer hiçbir kimliğin Türk kimliği karşısında değeri yoktur. 1930’ların hükümet başkanı İsmet İnönü, “Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur”  derken, bu düşünceyi hiçbir şüpheye yer bırakmayacak netlikte dışa vuruyordu. Cumhuriyet Türkiye’sinde dünyaya gözünü açan bütün bir kuşak yukarıdan aşağıya empoze edilen ve farklı kimliklerin toptan reddine dayanan bu yeni anlayışla yetiştirildi. Keza dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt da, 1930 yılındaki Ağrı ayaklanması sırasında Ödemiş’te seçmenlere yaptığı konuşmada bu ırkçı zihniyeti sergilemekten kaçınmıyordu: “Biz Türkiye denen dünyanın en hür ülkesinde yaşıyoruz. Mebusunuz inançlarından samimiyetle bahsetmek için buradan daha müsait bir ortam bulamazdı. Onun için hislerimi saklamayacağım. Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir.  Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler.”

İmparatorluk bakiyesi olan bir toplumun etnik, dini, dilsel ve kültürel açıdan çeşitlilik arzetmesi kaçınılmaz bir sonuçtur. Kaçınılmaz olan bir diğer sonuç ise; sözkonusu çeşitliliği bir asayiş sorunu olarak değerlendirip baskıcı yöntemlerle yok etme çabasının, toplumsal gerilimlere yol açmasıdır. Nitekim Cumhuriyet elitlerinin Türk etnisitesi dışındaki etnisitelere hayat hakkı tanımaması; diğer etnik kimliklerin “ulus”a ait olma duygusunu kuvvetlendirmedi; aksine keskin bir kimlik ve aidiyet krizi yaşamalarına neden oldu.

Gerçi 1946’dan itibaren çok partili kısmî demokratik siyasete geçilmesiyle birlikte Kürtler üzerindeki baskı azalmaya başladı, ama etnik Türklüğü merkeze almak suretiyle Kürt kimliğini yok sayma politikası özünde aynı kaldı. Bu durum, kendilerini haklı olarak yeni Türkiye’nin iki kurucu unsurundan biri olarak gören Kürtlerde bir gücenme veya incinme duygusu yaratmıştır ki, bugün halen acısını çektiğimiz Kürt meselesini ortaya çıkaran nedenlerden biridir.

Cumhuriyet elitlerinin öngördüğü Türk kimliğinin ikinci özelliği ise, aşağı yukarı bütün modern benzerleri gibi, laik bir kimlik olmasaydı. Pozitivist bir eğitimden geçmiş ve bunu tek doğru bellemiş olan kurucu kadro, dinin, insanlığın kendisi ve doğa hakkında yeteri kadar bilgiye sahip olamadığı karanlık dönemlerine ait bir kurum olduğunu düşünüyordu. Bağımsız ve modern bir devletin kurulması ve yaşatılması için dinin, toplumsal yaşamdaki etkilerini ortadan kaldırmak ya da hiç değilse zayıflatmak gerekirdi. Bunun yolu ise laiklik ilkesinin baskın bir sosyo-politik değer olarak benimsenmesinden geçiyordu. Zira kurucu elitin tasavvurunda laiklik; bağımsız bir ulus-devletin kurulması ve bu devletin modernleştirilmesini sağlayacak tek yoldu.

Bu bağlamda Türk modernleşmesinin laikleştirme programının, birbiriyle bağlantılı, üç temel amacı vardı: Birincisi devlet ile din arasındaki ilişkileri koparmak ve devlet yönetimini dinsel karakterden arındırmaktı. İkincisi, insanın kültür dünyasını ve subjektif bilinç dünyasını dinin etkisinden kurtarmaktı. Kurucu kadro, yeni kurdukları devletin çok hızlı bir şekilde modernleşmesini, çağdaşlaşmasını, “ilerleme”sini istiyor ama bunun gerçekleşmesinin “dinî dünya görüşü”nden uzaklaşmayla mümkün olduğunu düşünüyorlardı. Bu nedenle, dinsel referanslarla bütün bağlarını kesen, adeta dinden arî yeni bir kimlik oluşturmayı hedefliyorlardı. Üçüncüsü ise, bizzat dinin kendisini değiştirmekti. Yönetici sınıf, mevcut haliyle dinin, yeni yönetime başkaldırma potansiyeli taşıyan kesimleri harekete geçirebilecek potansiyele sahip olduğu kanaatindeydi. Bu nedenle topyekûn modernleştirme sürecini kalıcı ve istikrarlı kılmak için, dinin kendisini de değiştirip modernleştirmek gerekiyordu. Dinin “muhalefetin manevî itici gücü ve mekânı” olmaktan çıkarılması için İslam kamusal alandan tecrit edilmeli ve sivil hayat alanında da resmi ideolojiyle kabaca bağdaşacak şekilde İslam yeni bir yoruma tabi tutulmalıydı.

Bu derece militan bir laiklik anlayışı, tabii olarak, yeni Türkiye’nin kuruluşuna hakim olan dinî referanslı yurtseverliğin tamamen terkedilmesi sonucunu doğurdu. Böylelikle, millî mücadele yıllarında Türklerle Kürtleri ortak yurtseverlik ekseninde kaderlerini birleştirmeye götürmüş olan bağlardan biri daha tamamen kopmasa da büyük ölçüde yara aldı. “Din kardeşliği” bağını devre dışı bırakan bir siyasetin, ondan doğan “boşluğun” yerine aynı derecede güçlü bir moraliteyi koyamadığı sürece, birliği sağlam tutmasına ve Kürtler nezdinde sistemin meşruluğunu korumasına elbette imkân yoktu. Türk milliyetçiliğinin bunu sağlayabileceği zaten düşünülemezdi, çünkü kendi farklı kimliklerinin bilincinde olan toplulukların gözünde Türklük –“sivik” bir anlayışa dayanıyor olsa bile- taraflı bir duruştu, dolayısıyla birleştirici olamazdı.

Gerçi, Cumhuriyet’in devlet seçkinleri bu boşluğu doldurmak üzere, lâik yurttaşlık ekseninde yeni bir kamusal moralite oluşturma girişiminde bulundular. Daha doğrusu bu iddia en azından resmî söylemin hiç bir zaman büsbütün terk etmediği bir parçası oldu. Ne var ki bu girişim başarılı olamadı. Çünkü, her şeyden önce, Cumhuriyet bir yandan eşit yurttaşlık vurgusu yaparken, öbür yandan yurttaşlığı sivil olmaktan çok etnik bir temelde -yani, Türklük etrafında- kurma çabasından da vazgeçmedi. Açıktır ki, farklı etnik unsurlardan meydana gelen bir toplumda, çoğunluğu oluştursa da tek bir etnik kimliğe dayandırılmak istenen bir yurttaşlık modelinin kimliklere eşit nazarıyla bakması mümkün değildir. Dahası, sivil yurttaşlık moralitesi ancak özgürlük ve eşitliğe dayalı katılımcı bir demokratik sistem içinde oluşabilirdi. Oysa, tanımı gereği tek-partili bir rejim buna elverişli olmadığı gibi, çok-partili dönemde de ancak kısmî bir demokratikleşmeye izin verildi.

Öte yandan, dinî bağın reddedilmesinin yaratacağı “boşluk”u doldurması öngörülen yeni moralitenin ikinci temel ayağını oluşturan “lâiklik” üstündeki vurgu da problemliydi. Çünkü, resmî anlayıştaki lâiklik özgürleştirici, barış kurucu ve eşit yurttaşlığı destekleyici bir özellik taşımamaktadır. Bu modelde lâiklik bir barış ilkesi olmak yerine, toplumu kontrol etme ve dönüştürme aracı olarak işlev görmüştür. Ayrıca, aynı anlayış, kişilerin dindar olmalarının onların yurttaşlık statüsünün tenzil edilmesini gerektiren bir kusur olarak görülmesine yol açmıştır. Bu ise muhafazakâr Kürt nüfus bakımından milliyetçi politikanın yol açtığı eşitsizliği pekiştiren bir unsur durumundaydı.

Ama belki de asıl sorun böyle bir “boşluk” fikrinin kendisindedir, belki de aslında “doldurulması gereken” bir kamusal moralite boşluğu söz konusu değildi. Dindaşlık bağının terkedilmesinin toplumda moral bir boşluk doğurduğu ve bu boşluğu dolduracak yeni bir kamusal ahlâkın inşa edilemediği düşüncesi, aslında, toplumun unsurları birbirine işlevsel olarak sıkı sıkıya bağlı bir organik yapı gibi algılanmasından ve onun pozitif olarak yeniden inşa edilmek istenmesinden kaynaklanmaktadır. Oysa böyle bir anlayış “medenî” bir toplum tasavvuruyla bağdaşır değildir. Çünkü, kapsayıcı bir ortak değerler manzumesi etrafında oluşturulacak sıkı bir birlik düşüncesi ancak farklı vicdanları susturmakla gerçekleşebilir. Bunun maliyeti ise akla gelebilecek en büyük beşerî maliyettir: barışın ve özgürlüğün kaybı. Onun için, Türkiye Cumhuriyeti dinî bağı reddettikten sonra onun yerine başka bir şeyi ikame etmeye hiç çalışmasaydı bile, pek muhtemeldir ki, bugün ne Kürt sorunu ne de hatta İslâm sorunu ortaya çıkardı.

IV. Baskıcılık ve Merkeziyetçilik

Baskıcılık bütün toplumlarda uyum sorunları yaratır. Türkiye’de ise özellikle çok-partili dönem öncesinde baskıcılık Cumhuriyet’in temel özelliği idi. Bu özellik başta din, ifade, örgütlenme ve katılım özgürlükleri olmak üzere sivil ve siyasal haklar alanında kendisini göstermiştir. Daha da somutlaştırırsak, polis, jandarma ve tahsildar baskısı, kamu görevlilerinin halka karşı anlayışsızlık ve suiistimalleri, kamu düzenini sağlamada hak ve hukukun gözetilmemesi ve aşırı güç kullanılması, adaletsiz yargılamalar ve hak arama yollarındaki tıkanıklıklar, dernek ve parti örgütlenmesinin yasak veya son derece kısıtlı olması gibi baskı uygulamaları bu dönemin karakteristikleri arasındadır.

Bu anlamda baskıcılık rejimin genel karakteri olmakla beraber, Kürtler söz konusu olduğunda baskılar doğal olarak daha yoğun olarak hissedilmiştir. Kürt isyanlarının bastırılmasında ve sonrasında aşırı şiddet kullanıldığı ve adil yargılama ilkesinin gözetilmediği hissi veya kanaati bugün Kürtler arasında yaygındır. Bu arada, Kürt nüfus bakımından özel olarak önemli olan kültürel hakların tanınmamış olduğunu da tekrar hatırlamamız gerekir. Kürt kimliğinin yok sayılması politikasının bir sonucu, tabiatıyla, Kürtlerin Türk kimliğine tabi kılınmaya çalışılması olmuştur. Bu politikanın bir gereği olarak, herkes gibi Kürtler de kendilerini Türk kabul etmeye ve “Türk olmak”la övünmeye zorlanmışlardır. Türkiye son yıllarda Avrupa Birliği’nin baskısıyla anadilde ifade üzerindeki anayasal yasağı kaldırmak dışında kültürel haklar alanında halâ hiç bir iyileştirme yapmamıştır. Kaldı ki, bu anayasal “bağış”ın bile hayata geçirilmesi bürokrasi eliyle engellenmiş durumdadır.

Baskının kendisini gösterdiği başka bir alan da, genel olarak kamu idaresinin yapılanmasındaki aşırı merkeziyetçilik olmuştur. Bu durum, ülke düzeyinde, yerel halkın kendi ortak meselelerini kendi inisiyatifi ile kararlaştırıp sevk ve idare etmesine zemin oluşturacak sahici anlamda “yerel yönetim” birimleri oluşturulmasını engellemiştir. Bu durum, son yıllardaki demokratikleşme çabalarına rağmen hâlâ esaslı olarak değişmiş değildir. Sahici anlamda yerel yönetim kademelerinden yoksunluk elbette Türkiye toplumunun bütünü için bir sorundur, ama bu özellikle farklı kimlik grupları bakımından çok daha ciddî bir mahrumiyet olarak ortaya çıkmaktadır.

Nihayet, Kürt sorununun -deyim yerindeyse- akut hale gelmesine 12 Eylül döneminin Kürt kimliğini aşağılamaya ve kaba şiddete dayanan politikalarının hızlandırıcı ve hatta kangrenleştirici bir etki yapmış olduğunu da hatırlatmamız gerekiyor. Diyarbakır hapishanesinde Kürt “eylemciler”e yaşatılmış olan trajik tecrübenin Kürtlerde yarattığı travmaya bugüne kadar birçok gözlemci dikkat çekti. Esasen, militarist zihniyet ve şiddete dayalı yöntemler öteden beri, bu yola başvuranların sandığı gibi Kürtlerdeki kimlik bilincini azaltmak şöyle dursun, tam tersine Kürt sorununu sadece azdırmaya hizmet etmiştir.

V. Temsil Sorunu

Türkiye’deki Kürtlerin baştan beri en büyük sorunlarından biri temsil sorunu olmuştur. Gerçi her dönemde parlamentoda “Kürt kökenli” milletvekilleri bulunmuş olsa da, bu hiç bir zaman Kürt kimliğinin politik olarak temsil edildiği anlamına gelmemiştir. Başka bir ifadeyle, Kürtler Kürt olarak değil; fakat ancak Türk -veya Türk gibi- olarak temsil edilme şansına sahip olmuşlardır. Bu arada, “Kürt kökenli” milletvekilleri “rejim”le uyum sağladıkları veya “merkez”le özdeşleştikleri ölçüde sistem tarafından kabullenildikleri ve takdir gördükleri için, bunlar Kürtlere ve Kürtlüğe özgü sorunları kamusal alana taşımaya genellikle cesaret edememişlerdir.

Yakın zamanlara kadar bu durum devam etmiş ve Kürt kimliğine dayalı partiler ancak 1990’lardan itibaren kurulmaya başlamıştır. Ne var ki, bu sefer de sistem söz konusu partileri kamu hayatından dışlamayı mümkün kılacak düzenlemeler getirmiştir. Bu düzenlemeler başlıca iki tanedir: Seçimlerde baraj uygulaması ve parti kapatma tedbiri.

Genel seçimlerde % 10 barajı, başkaları yanında, Kürt kimliğini temsil eden partilerin de parlamentoya girmesini engellemiştir. Dolayısıyla söz konusu barajın ülkenin genelinde bir temsil sorunu yaratığı açıktır. Ama bu sorun, özellikle Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde çok daha vahim boyutlardadır. Örneğin 2002 seçimlerinde DEHAP, 1 ilde %50’den (Diyarbakır %56,2), 3 ilde %45’ten (Batman %47,1, Şırnak %45,9, Hakkâri %45,1), 2 ilde %40’tan (Van %40,9, Muş %40,7), 2 ilde %35’ten (Mardin 39,6, Ağrı 35,1) ve 3 ilde de % 30’dan (Iğdır 32,7, Tunceli 32,6, Siirt 32,2) fazla oy aldı. Ülke çapında DEHAP 2 milyon oy aldı ve %6,2’lik bir oy oranı elde etti. Ancak % 10’luk baraja takıldığından bu parti, oylarının yoğunlaştığı ve diğer partilere fark attığı bu 11 ilin hiçbirinden tek bir milletvekili dahi çıkartamadı.

Bunun üzerine DEHAP’ın devamı olan DTP, 2007 seçimlerine bağımsız adaylarla girmek zorunda kaldı. Ancak bağımsız adaylarla girme zorunluluğu DTP’nin çıkartabileceği milletvekili sayısını olumsuz yönde etkiledi. Meselâ, DTP belli bir milletvekili sayısını garanti altına almak için bazı yerlerde çıkarabileceğinden daha az bağımsız aday gösterdi. Örneğin Diyarbakır’da DTP, 5 milletvekili çıkarabilecek kadar oy aldı, ancak burada bir organizasyon karışıklığına yol açmamak ve dört milletvekilliğini sağlama almak için 5 aday göstermedi, 4 adayla yetinilmiştir. Oysa baraj sorunu olmasa ve DTP seçimlere parti olarak girme imkânına sahip olsaydı, Diyarbakır’da bir milletvekili fazla çıkarabilecekti . Eğer baraj sorunu olmasaydı, DTP’nin bu tür arayışlara girmesine gerek kalmazdı ve DTP bugün sahip olduğundan daha fazla milletvekili Meclis’e göndermiş olacaktı.

Dolayısıyla % 10 barajı, seçimlere ister parti olarak ister bağımsız olarak girsinler, Kürtler için ciddi bir temsil sorununa yol açmaktadır. Barajdan kaynaklı siyasal temsil eksikliği ise Güneydoğu ve Doğu Anadolu’da kimlik siyaseti temelinde oy veren seçmen kitlesinin aktif, eleştiren, sorgulayan, tartışan, değişim talep eden özne/aktör kimliğini yaşama geçirmesini engeller. Bunun yerine bu kitlenin sürekli olarak muhalefet ideolojisinin ve etno-milliyetçi söylemin pasif dinleyicileri ve taşıyıcısı konumuna indirgenmesine neden olur. Siyasî temsilin sağlanamaması, hem seçmenlerin pasif dinleyici konumu pekiştirir, hem de partinin hareket tarzında ideolojinin etkinliğini artırır. Bu meyanda, hem temsil krizine sebep olan, hem de etno-milliyetçi eğilimleri güçlendiren % 10 barajının, Kürt meselesini ağırlaştıran bir faktör olduğunu belirtmek gerekir.

Öte yandan, parti kapatma tedbiri de en çok Kürt partilerine uygulanmaktadır. Halihazırda kapatma tehdidine maruz olan DTP’de temsil edilen siyasi hareket, ilk kez 1990’da Halkın Emek Partisi’ni (HEP) kurdu. 1991 genel seçimlerinde SHP ile seçim ittifakı yapan bu partiye karşı kapatılma davası açıldığında, söz konusu siyasi hareket Özgürlük ve Demokrasi Partisi’ni (ÖZDEP) kurdu. Gerek HEP ve gerek ÖZDEP 1993’te Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılma cezasına çarptırıldılar, fakat HEP çizgisi buna önlem olarak çoktan Demokrasi Partisi’nde (DEP) örgütlenmesini tamamlamıştı. Ama DEP de 1994’te aynı akıbete uğramaktan kurtulamadı. Yine, onun yerini alacak Halkın Demokrasi Partisi (HADEP) daha önceden kurulmuştu bile. HADEP’in de kaderi değişmeyince parti bu sefer Demokratik Halk Partisi (DEHAP) adını aldı. DEHAP da kapatılma davasıyla karşı karşıya gelince parti kendiliğinden kapandı ve ekip bu sefer Demokratik Toplum Partisi’nde (DTP) bir araya geldi.

Kürt meselesini merkeze alan partilerin rutin bir şekilde kapatılmalarının nedeni, resmî ideolojiyle uyumlu olarak, Anayasa Mahkemesi’nin kamusal meselelerde Kürtlüğe atıf yapılmasını ve kültürel haklar talebini “ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğü”ne aykırı görmesidir. Böylece partilerinin kapatılmasıyla, Kürtlerin talepleri parlamentoya yansıtılamadığı gibi, bunların parlamento dışında dile getirilmesine de izin verilmemektedir.

Bu yasaklayıcı politika, Kürt meselsini bir açmaza sürüklemektedir. Zira Kürt meselesi, etnik temelli politik bir sorundur ve çözümü de eninde sonunda politik olmak durumundadır. Bu sebeple, Kürt sorununu çözmeye yönelik samimi bir çaba, tüm politik kanalların açık tutulmasını ve politik taleplerin dillendirilebileceği demokratik sahanın mümkün olduğunca geniş tutulmasını zorunlu kılar. Bu  ise Kürt soruna öncelik veren ve hatta bunu varlık sebebi sayan bir siyasi partinin/partilerin varlığının hayati öneme sahip olduğunu göstermektedir. Siyasal zeminlerin bu tür partilere açılması, çözümü şiddette arayanların argümanlarını çürüten ve ayaklarının altındaki halıyı çeken bir işlev görür. Bunun aksi bir tutum ise, sorunun çözümünde siyaseti öne çıkarmaya çalışanların elini zayıflatırken, buna karşılık mağduriyet hissiyle bilenmiş kitlelerin nezdinde şiddet taraftarlarının güç devşirmesine yol açar. Bu nedenle makul bir siyaset, DTP gibi sistem içinde hareket eden bir partinin hukuken yok edilmesini değil, aksine güçlendirilmesini gerektirir.

Ancak basiretleri milliyetçilikle bağlanmış devlet seçkinleri, peşi sıra parti kapatmaların Kürt vatandaşların ruh dünyasında nasıl derin bir yara açtığını ve sistemin meşruluğuna ne kadar derin bir darbe vurduğunu idrak edememektedirler. Esasen, azınlıkta olan bir kimlik grubunun, demokratik yollardan etkileme şansının kalmadığını hissettiği bir sistemi ilânihaye meşru saymaya devam edeceğini ummak safdillik olurdu. Onun için, orta vadede bu durumun Kürtler -veya en azından onların farklılık bilincine sahip olan önemlice bir bölümü- tarafından “etnik çoğunluk tiranlığı” olarak anlaşılma ihtimalini Türkiye’nin devlet seçkinlerinin ciddiye almaları gerekir.

Onun için, Türkiye’deki Kürt nüfusun PKK gibi bir örgüte bile hatırı sayılır ölşüde destek vermiş olmasına fazla şaşırmamamız gerekir. Böyle bir destek var; çünkü, hoşumuza gitsin gitmesin, Kürtler arasında PKK’yı bir şekilde kendilerinin sesini duyuran, bu anlamda kendilerini temsil eden politik bir organizasyon olarak gören çok sayıda insan var. “Dışarıdan” bakanlar için bu belki patolojik bir durum gibi görünebilir, ama daha soğukkanlı düşünülürse, bu durumun carî sistemin meşruluk kaybının bir göstergesi olduğunu anlaşılabilir.

VI. Kimlik Bilincinin Küresel Yükselişi

Modern devletler esas olarak “ulus” temelinde kurulmuş olan devletlerdir. Uluslar ise hiç bir yerde verili gerçeklikler olmayıp devletlerce şu veya bu ölçüde inşa edilmiş kollektif kimliklerdir. Bu inşa süreci devletin egemenlik alanındaki bütün bir toplumun etnik ve kültürel bakımdan homojenleştirilmesini zorunlu kılmıştır. Modern ulus devletin bu özelliğinin, toplumun çoğunluğundan etnik, kültürel veya dinî olarak farklılaşan topluluklar için bir dezavantaj oluşturduğu açıktır. Bu durum, tabiatıyla, söz konusu grup veya topluluklarda genel toplumdan farklı olduklarına dair bir kimlik bilinci yaratmış veya zaten var olan bu bilinci pekiştirmiştir.

Öte yandan son on yıllarda, özellikle küreselleşmenin ve eski Sovyet dünyasının çözülmesinin etkisiyle, ulus devletler içindeki azınlıkların ve etnik grupların farklılık veya farklı kimlik bilinci daha da belirginleşmiştir. Sovyet imparatorluğunun dağılması sonucunda, Orta Asya’da, Doğu Avrupa ve Balkanlarda uzun yıllar baskı altında tutulan etnik kimlikler self-determinasyon talepleriyle ortaya çıkmaya başlamış ve bunların önemli bir kısmı 90’lardan itibaren bağımsız devletlere dönüşmüşlerdir. Küreselleşmenin sınırları aşan etkisi de kimlik bilincinin dünya ölçeğinde hızla yaygınlaşmasını kolaylaştırmıştır. Küreselleşme toplumlar arasındaki iletişim ve etkileşimi ulus devletler tarafından kontrol edilemeyecek ölçüde artırmış ve çeşitlendirmiştir. Bu durum Batı’nın liberal demokrasilerinde de kimlik temelli politik arayışların ortaya çıkmasını hızlandırmıştır. Liberal demokrasiler bu “meydan okuma”ya, genellikle, devlet yapılarını daha da adem-i merkezî hale getirmek -bu arada azınlıklara ve etnik gruplara coğrafî veya fonksiyonel özerklik tanımak- ve/veya sistemlerine çok-kültürcü kurumları dahil etmek suretiyle cevap vermişlerdir. Esasen bu süreç halihazırda devam etmektedir.

Şüphesiz Türkiye de bu etkiden kaçamamıştır. Kimlik bilincinin yükselmesine katkıda bulunan bu etkinin Türkiye’nin geleneksel Kürt sorununa yansıması, devletin baskıcılığına ilişkin olarak ötedenberi yapılagelen şikâyetlerin bu sefer Kürt kimliği etrafında daha belirgin olarak kendini göstermesi ve örgütlü Kürt hareketlerinin ortaya çıkması şeklinde olmuştur. Nitekim 1990’lardan itibaren Kürt etnik kimliğini temel alan siyasî partiler kurulmuş ve buna paralel olarak “kültürel haklar” talebi yüksek sesle dile getirilmeye başlanmıştır. Bu o kadar ateşli bir kimlik bilincidir ki, az önce işaret ettiğimiz gibi, Kürtlerin önemli bir kesimi terörist yöntemlerle de olsa “Kürt davası”na dikkatleri çektiği düşüncesiyle PKK’yı ya el altından desteklemiş veya en azında ona karşı tavır almaktan kaçınmıştır. Bu noktada, devletten değil sivil ve “liberal” kesimlerden gelmiş olsa bile, PKK karşıtlığı üzerine oturan bir söylemin Türkiye’nin güneydoğusunda muhatap bulma şansının çok azalmış olduğunu ibretle hatırlamamız gerekiyor.

Türkiye’deki Kürtlerin kendilerini genel toplumun çoğunluğundan farklı bir kimlik -hadi açıkca söyleyelim, ayrı bir “halk”- olarak algılamaları sürecine son yıllarda başka bir dış faktör daha etki etmektedir: Kuzey Irak’taki gelişmeler. Bu nokta diğer küresel faktörlerden çok daha önemlidir. Çünkü, Türkiye’nin Kürt vatandaşları Kuzey Irak’ta oluşan özerk Kürt yönetimine tabiatıyla sempatiyle bakıyor ve kendi durumlarını bununla karşılaştırıyorlar. Bu faktörün etkisi o kadar büyüktür ki, Kürt sorununun çözülmesi yolunda atılacak iyi niyetli adımların bile bu algıyı değiştirmesi ihtimali kalmamış gibidir. Burada, artık neredeyse geri döndürülemez bir aşamaya gelindiğini söylemek gerekir. Bu noktaya gelinmesinde, şüphesiz, Türkiye’nin Kuzey Irak’la ilgili resmî politikasının, akıl almaz bir şekilde, esas olarak Kürt karşıtı bir temelde yürütülüyor olmasının büyük bir etkisi vardır.

VII. Sonuç

Bu yazının genel bağlamı içinde, bunlara kısmen işaret edilmiş olsa bile, Kürt sorununa yol açan “sosyo-ekonomik etkenler” başlıklı ayrı bir alt başlığa neden yer verilmediği sorulabilir. Elbette böyle bir bölümün olması yararlı olurdu; ama bize göre sorunun asıl nedeni, sosyo-ekonomik değil özgürlükle ve kimliklere saygı talebiyle ilgilidir. Sosyo-ekonomik sorunlar belki Kürt sorununun daha yoğun olarak hissedilmesine yol açıyordur, ama kesinlikle bu sorunun temel nedeni değildir. Esasen, aşağı yukarı benzer sorunlar Türkiye’nin başka bölgelerinde de yaşanmaktadır. Kaldı ki, Batı dünyasındaki kimi tecrübelerin de gösterdiği gibi, refahın artmasının özgürlük ve özellikle de kimlik taleplerini ortadan kaldıracağının bir garantisi yoktur. Tabiî, bununla, bölgenin ekonomi ve refah sorunlarına kayıtsız kalınmasını öneriyor değiliz; anlatmak istediğimiz bu konularda sağlanacak bir ferahlamanın Kürt sorununun çözümü demek olmadığının farkında olunmasıdır.

Aynı şekilde, bu yazıda “Kürt sorununun çözümü” gibi bir başlık da yok. Buna da gerek duymadık; çünkü başta belirttiğimiz gibi, toplumsal meselelerde eğer sorunun nedenlerini doğru teşhis etmek çözümün de anahtarıysa, o zaman Kürt sorununun çözümüne ilişkin olarak bizden beklenebilecek öneriler de o nedenlerin anlatımında saklıdır. Esasen, bu safhaya geldikten sonra Kürt sorununun bugünden yarına nihaî bir çözümü olduğunu da sanmıyoruz. Çünkü, bu meselede bugüne kadar yapılan resmî hataların tamir ve telâfisi öyle kolay bir iş değildir. Bu sorunun -eğer varsa- çözümü, kimlik meselesini ciddiye alan bir özgürleşme ve demokratikleşme hamlesindedir ki bu da Türkiye gibi bir ülkede kısa vadede üstesinden gelinebilecek bir mesele gibi görünmüyor. Bir kere daha, Kürt kimliğini temsil etme iddiasındaki bir partinin kapatılmaya çalışıldığı bir zamanda bu konuda iyimser olmak ne yazık ki mümkün değildir.

Kısaca tekrar belirtmek gerekirse, Türkiye’nin Kürt sorununun kaynağı resmî milliyetçilik ve “lâiklik” politikaları ile bunlarla bağlantılı baskıcı uygulamalardır. Milliyetçilik ve lâiklik ise modern ulus devletin iki temel ideolojik ayağıdır. Demek istediğimiz, aslında, ulus-devlet modelinin çeşitlilik, kimlik ve farklılık sorunlarıyla baş etmek için hiç de uygun olmadığıdır; aksine, bu gibi sorunların kaynağı tam da bu modelin kendisidir. Olguları yanlış da yorumlamayalım: Batı demokrasilerinde bu problemin bize göre daha az göze batmasını ve bir ölçüde üstesinden gelinebilmesini sağlayan şey, onların Türkiye’den hem daha az milliyetçi hem de daha az lâikçi olmalarından başka bir şey değildir.

Ekonomik, siyasal ve sosyal açıdan bu denli ağır faturalar çıkartan bir sorunun ilânihaye sürmesi, ne düşünülebilir ne de kabul edilebilir. Türkiye, ivedilikle bu sorunun çözümü üzerinde yoğunlaşmalıdır; zira Türkiye’nin içte ekonomisini düzeltmiş, barışı tesis etmiş, toplumsal istikrara kavuşmuş ve refah düzeyini yükseltmiş bir ülke olması, tüm bu hedeflerin önünde set oluşturan Kürt meselesinin çözümünü zorunlu kılmaktadıar.

 Bu makale, Liberal Düşünce Dergisi’nin Bahar 2008, 50. sayısında yayınlanmıştır.

DTP, Statükonun Kara Beyaz Adamını Oynuyor*

Rivayete göre, bir kızılderili reisi, kendilerine saldıran beyazlar arasındaki siyahları görünce, ağzından şu sözler dökülmüş: “beyaz adamı anlıyorum ama şu kara beyaz adama da ne oluyor?”

DTP milletvekili Aysel Tuğluk’un, “gericiler”e karşı Kemalistlere ittifak öneren makalesini okuduğumda, aklıma o kızılderilinin sözleri geldi. İçimde  kızmak ile üzülmek arasında bir his uyandı. Ama sadece Tuğluk’a değil; sadece O’nun kimliğinde DTP’nin temsil ettiği Kürt muhalefet çizgisine de değil; Kürt’ü, Türk’ü, İslamcısı, Alevisi, Sünnisi, sağcısı ve solcusuyla, hepimize kızdım, hepimiz için üzüldüm.

Çünkü biz, bu ülkenin çeşitli renklerini temsil eden hepimiz, dinimiz, mezhebimiz, ideolojimiz veya etnik kökenimiz ne kadar farklı olursa olsun, dünya görüşlerimiz birbirine ne kadar zıt olursa olsun, aslında aynı ahlaki tavrı paylaşıyoruz. Bize yapılmasını istemediğimiz bir şey başkasına yapıldığında, “bizim kesim”den olmayanın hakkı çiğnendiğinde pek sesimizi çıkarmıyoruz. Başımızı çevirip görmezden gelmeyi tercih ediyoruz. Çoğumuz, içinde bulunduğumuz kötü durumun nedenini “öteki kurbanlar”a bağlayan açıklamalara inanmaya hazırız ve hakkımıza kavuşmanın yolunun ötekinin hakkının kısıtlanmasından geçtiğini düşünebiliyoruz.

Ama ne yazık ki ahlaki zaafımız bundan ibaret de değil. Bazen, bu engin mağdur denizinden birileri, içinde bulundukları kötü durumdan kurtulmak için kendi tabanlarını çok daha kötü bir yola sevk etmeye çalışıyor, kendisini de mağdur eden otoriteye  yaranmaya, öteki “iç ve dış düşmanlar”la daha iyi mücadele edebilmesi için yapabileceği katkıları anlatmaya ve onu kendisiyle bütünleşmenin yararlarına ikna etmeye çalışıyor. Kısacası, öteki kurbana karşı, cari siyasi rejimin kara beyaz adamını oynamaya hevesli olduğunu ifade ediyor. Sürekli sopasını yediği mahallenin kabadayısına yaranmak için, benzer durumdaki öteki kurbanı, mahallenin diğer çocuğunu birlikte dövmeyi öneriyor.

Oysa bunu yaptığı an, en değerli varlığını, kendi hak arayışının ahlaki zeminini tahrip ediyor ve taleplerini sadece siyasi bir hedefe indirgemiş oluyor. Üstelik ahlakı feda ettiğinde amaçladığı sonuca da ulaşamıyor, pratik bir fayda da görmüyor. Yani ahlaktan ve ilkeden olduğuyla kalıyor. Baskıcı otoriteyle bütünleşme çabasının kendi kaderini hiç değiştirmediğini, sadece onun gücünü pekiştirmeye yaradığını, onun yaptığı zalimliğin meşru görülmesine hizmet ettiğini anlamıyor, tarihten ders almıyor, aynı hatayı bir daha ve bir daha yapıyor.

“Beni dövme, birlikte onu dövelim”

Kürt solunun DTP’nin temsil ettiği kısmı da, öteki kurbanların acıları pahasına, aynı ahlaki olmayan teklifi, hem de aleni olarak öteden beri yapıyor. “Aleviler rejimin teminatıdır” diyerek, toplumun bir kesimini diğer kesimi üzerinde teminat göstermeye çalışanlar gibi, o da kendi kitlesini ve hareketini “teminat” haline getirmeye (siyasi taşeronluk yapmaya) çalışıyor. Yıllar önce birileri “biz TC’nin yetmiş yolda yapamadığını yaptık, Kürt halkını laikleştirdik” demişti. Diyarbakır Belediye Başkanı Feridun Çelik de Cumhuriyet’e açıklamasında “Güneydoğu’da laikliğin teminatı biziz” demişti. Şimdiki başkan Osman Baydemir de “CHP eğer Kürt yurttaşlarımızın varlığını bir gerçeklik olarak kabul ederse, bunun dayanacağı muazzam güç, hem Türkiye’nin çağdaşlaşmasının hem de gerçek manadaki laikliğin teminatı olacaktır. Eğer bölge AKP’lileşirse çağdaşlaşma süreci bundan büyük zarar görecektir” (Milliyet, 22 Mart 2004) diyerek, bazı çevreleri kendilerinin ne kadar “çağdaş” olduğunu kanıtlamaya ve bu yönleriyle “teminat” rolünü oynamaya hazır olduklarına ikna etmeye çalışmıştı. Kısacası, çağdaş yaşamcılık yaparak CHP’nin takdirini kazanmaya, Kürtleri güya “laikleştirerek” Kemalistlerin gözünde aklanmaya çalışmaya ilişkin bu umutsuz ve immoral çaba, aslında baştan beri bu siyasi hareketin bir parçası olarak var,. Son olarak Tuğluk da  3 Şubat tarihli Radikal’deki makalesinde özetle, Kemalistleri, Kürt muhalefetiyle birlikte “ılımlı” İslam’a karşı mücadelede buluşmaya çağırıyor ve şöyle diyor: “Cumhuriyet’in savunucuları olduklarını iddia edenler gerçekten samimilerse Kürtlerle hesaplaşmaktan vazgeçip, kendileriyle hesaplaşacağı aşikâr gerici güçlere karşı Kürtlerin desteğini aramalıdır”.

Açıklamaya gerek var mı? Tuğluk özetle, “senin için asıl düşman biz değiliz, o daha tehlikeli, sizinle hesaplaşacak, bizi bırak onu döv, biz de yardım edelim” diyor. Acaba buna basiretsizlik mi, yoksa Şark kurnazlığının Kürtçesi mi demeli? Tuğluk, önerdiği ittifakın sadece taktik bir temele dayanmadığına Kemalistleri ikna etmek için, bildik önyargılara başvuruyor, onlarla aynı kaygıları paylaştığını “veciz” ifadelerle izah ediyor. Örneğin “dinin geri dönüşü”nü, hastalık metaforuyla, “tamamen iyileşmemiş bir hastalığın yeniden nüksetmesi” olarak açıklıyor (August Comte yaşasaydı her halde kulakları çınlardı).

Bildik, kabak tadı veren irtica paranoyasını ciddi bir siyasal iktisat analizi gibi sunmaya çalışmak, -entelektüel birikimi tartışılmaz olan Tuğluk için dahi- ancak insanı gülümsetme pahasına mümkün oluyor: “Adına yeşil sermaye dedikleri bu çevreler, işyerlerinde ve ticaret ilişkilerinde karşılıklı ‘selamünaleyküm’ diyen bir diyalog oluşturup Kemalizmin ‘günaydın’ terimini batıl ilan etti”. Şaka gibi değil mi? Bunları yazan Diyarbakır milletvekili. Duyan da eskiden Diyarbakır’da insanların çarşıda birbirleriyle “selamün aleyküm” şeklinde değil de “günaydın”veya “tünaydın” diye selamlaştığını sanır (Nerde o, birbirine “bonjour” diyen Dersim esnafı?).

Tuğluk, ittifak önerisini daha ikna edici kılmak için, çağdaş yaşamcıların paranoyalarına seslenmeyi sürdürüyor. O’na göre “birkaç kıyı şeridi il hariç, önümüzdeki birkaç yılda Anadolu’nun şehir ve kasabalarının çoğunda modern hayata dair birçok davranış ve eğlence kültürü kendisine yer bulmakta zorlanacak”mış. “Daha ileri gidip dehşet tellallığı yapmak istemiyorum” diyor, ama yapıyor; “tarikatlar kendi ağını genişletiyor, berkitiyor” diye uyarmaktan geri kalmıyor. Bu satırların yazarının kim olduğunu söylemeseydim, tipik bir çağdaş yaşamcı veya CHP’li bir isim aklınıza gelir miydi, gelmez miydi? “Cumhuriyet’in kazanımları Türk-İslam karışımı bir milliyetçilik/dincilikle bitirilmek isteniyor”muş. Tuğluk, Cumhuriyet’in hangi kazanımlarından söz ettiğini belirtmeyi unutmuş, ama keşke etseydi. Gerçekten de bu çok orijinal bir “katkı” olurdu. Çünkü Kürt aydın ve yazarlar, nedense şimdiye kadar bu kazanımlardan hiç söz etmediler.

Artık çok gerilerde kalmış da olsa, serde sosyalistlik de var ya, bu önyargıları sınıfsal analizle dile getirmemek olmaz; Tuğluk, çağdaş siyasi literatürü izlediğini de belli ediyor: “Kemalistler, sol, muhalif ve aydın çevreler Kürtlerle uzlaşmanın kaçınılmazlığına inanıyorsa, ılımlı İslam denilen ve aslında ne olduğu, nasıl tanımlanacağı çok da belli olmayan ve tamamen ‘imparatorluk’ güçlerinin imalatı bu projeye karşı modern aklın ve demokratik kültürün birbirini kabul eden zemininde buluşabilmelidir”. Bu apayrı bir eleştiri konusu,  ama acaba Negri dünya sistemini analiz etmek için kullandığı “imparatorluk” kavramının Tuğluk tarafından oligarşiyle ittifak arayışında kullanıldığını duysaydı ne derdi? En azından sitem etmez miydi? Madem “sınıfsal” çözümlemeler yapacağız, bari bunu “gönüllü kulluk” için kullanılacak biçimde yapmayalım. İlla yapacaksanız eskilerden Poulantzas’a kulak verin. O düşünür, modern devletin fonksiyonlarından ilk ikisini şöyle belirliyordu: Egemen sınıfın “organizasyonu” (bir araya getirilmesi, örgütlenmesi) ve “baskı altındaki sınıfların “dis-organizasyonu” (yani bir araya getirilmemesi, dağıtılması). Sakın sizin “strateji” sandığınız “ilişki”, aslında baskı altındaki sınıfları dağıtma veya bölme çabasına hizmet ediyor olmasın?

Bu kadar açık otoriterliğin kefareti de olmalı. Tuğluk, hem bütün bunları söyleyip hem de demokratlığa da halel getirmek istemiyor: “Önereceğimiz çözüm, kişi hak ve hürriyetlerinin savunulması olmalıdır. Özgürlüklerin iktidar odaklarının yapay çatışmalarına kurban edilmesine izin vermemeliyiz. Başörtü sorunu kişisel bir özgürlük sorunu ve mağduriyetler yaratıyor”. Aslında bunları Deniz Baykal veya Zeki Sezer de söylüyor. Ama ne kadar “sekülerleştirilmiş” olurlarsa olsunlar, Kürtlerden oy isteyen bir parti için “çağdaş yaşamcılığın” da bir sınırı var ve onlar gibi başörtüsüne hayır diyemiyor. Ama bütün bu “analiz”lerden sonra bu ifadeler “rüşveti kelam kabilinden” olmaktan öte gidemiyor. Çünkü hem kişi hak ve hürriyetlerini savunup, hem de -önerisi kabul görürse- Kemalizmle ittifakın gereklerini yapmak mümkün değil.

Yine de anti-demokratik zihniyet, “ötekinin hakkı”yla ilgili somut bir tutum almak söz konusu olduğunda, “rüşveti kelam”ın da kurtaramayacağı biçimde tamamen açığa çıkıyor. Tıpkı, diğer bir DTP milletvekili Hasip Kaplan’ın başörtüsü konusunda “sınırsız özgürlüklere karşıyız” şeklindeki dramatik konuşmasında açığa çıktığı gibi. Ne diyelim? Hiç merak etmeyin sayın Kaplan, siz özgürlüğün sınırları konusunda böyle “bilinçli” ve “duyarlı” oldukça toplum olarak bizlere özgürlük haram olmaya devam edecek. O bakımdan içiniz rahat olsun. Ama bu “sınırsız özgürlüklere karşıyız” kalıbını yarın Kürtçe eğitim meselesiyle ilgili olarak başkaları da kullandığında, “nereden çıktı bu? Özgürlük zaten sınırlarla ilgili bir kavramdır” diye sormayın; çünkü sizin kalıbınızı kullanıyor olacaklar. Tıpkı, Meclis’teki başörtüsü görüşmelerinde, “meselenin toplumsal konsensüs sağlanmadan” gündeme getirilmesine ilişkin Tuğluk’un eleştirilerini kullanacakları gibi. Duyan da bunu söyleyenin siyasi taleplerinin yüzde seksen oya dayandığını sanır (Anadilde eğitim için de “toplumsal konsensüs” arayalım mı, sayın Tuğluk? Dilerseniz önümüzdeki yüz yıl içinde CHP ve MHP’yi ikna edip, Kürt sorununun çözümüne ilişkin taleplerinizi sonra gündeme getirin).

Aslında Tuğluk’un makalesi, bir yönüyle önemli bir gerçeğe işaret ediyor. O da, DTP’nin temsil ettiği siyasi çizginin, resmi ideolojiyle ortak olma çabasının sadece stratejik kaygıların ürünü olmayabileceği. “Taktiksel bir ilişkiyi kastetmiyorum”, diyor Tuğluk, “Cumhuriyet’in kuruluş sürecindeki tarihsel deneyimden de yararlanarak, yeniden bir ortaklık kurulması gerektiğinden söz ediyorum”. Acaba bu ifadeler, birbirine karşıt görünen iki ideolojinin, resmi ideoloji ile DTP’nin ideolojisinin, bu karşıtlığın ötesine geçip, ikisinin felsefi ve siyasi köklerini derine doğru izlediğimizde, aslında birbirlerine çok benzediklerini görmemizi, -belki de düşünsel kaynakları bakımından aynı kökten türediklerini bulmamızı- sağlayan bir ipucu veya anahtar olabilir mi? Yoksa yaşadığımız bütün bu şiddet ve husumet ortamı, DTP’nin ideolojisinin resmi ideolojinin aynadaki görüntüsünden veya onun Kürtçesinden ibaret olduğunu görmeyi engelliyor mu? Altan Tan, “DTP Kürtlerin CHP’sidir” derken haksız mıydı? Örneğin her iki ideolojinin de dine bakışları arasında bir fark var mı? İkisi de “araçsal bir değer”in veya “hastalık” metaforunda somutlaşanın ötesinde bir din algısına sahip mi? Örneğin “Diyanet İşleri Başkanlığı” ile “Yurtsever İmamlar Birliği” arasında fark var mı?

Belki de Tuğluk “taktiksel bir ilişkiyi kastetmiyorum” derken haklı. Belki de “birlik ve beraberliğe en fazla ihtiyaç duyduğumuz” şu son seksen yılda, DTP yönetiminin resmi ideolojinin gayriresmi temsilcileriyle oturup daha ayrıntılı konuşması durumunda, birbirlerinin ortak yönlerini keşfetmeleri ve Tuğluk’un ifadesiyle “Cumhuriyetin kazanımları” temelinde yeni bir birlikteliğin kurulması mümkün olabilir. Eh, onlar birbirini beğendikten sonra da artık bize laf düşmez.

İhlalciye yaranmaya çalışmak çözüm değil

Sözlükler Tom Amca’yı, “beyazlara yaranmaya çalışan siyah” olarak tanımlar. Beyaza yaranmaya çalışan siyah trajik bir figürdür. Kendisini aşağılayan beyaz tarafından önemsenmek, taltif edilmek O’nun için olağanüstü bir mutluluk kaynağıdır. O’na karşı aşk ve nefret duygularını birlikte hisseder. Beyaz adamla bir iş yapmak onur kaynağıdır.

Ama bir sorun vardır: Siyahın “birlikte çalışmak” sandığı, öyle görmek istediği ilişki, beyaz adam açısından “kullanmak”tır. Birlikte avlanırlar, ama beyaz adam yemeğini evdeki masada yer, siyaha ise yine kapının önünde yedirir. Ve işi bittiğinde, hiçbir zaman teşekkür etmez.

Teminat olmaya meraklı DTP’lilere küçük bir ayrıntıyı hatırlatmak isterim: Öteden beri, hiçbir mahcubiyet göstermeden, yüzünüz kızarmadan alenen yaptığınız bu ayıp teklif, bir gün derin bir yerlerde kabul bulduğunda, peşinen sevinmeyin. Çünkü, sizin “ittifak” sandığınız şey, olsa olsa, bir “kullanma” ilişkisi olacaktır (dilerim hali hazırda da böyle değildir).

DTP’de Tuğluk gibi düşünenler keşke bilselerdi: Kürtlerin ve diğer herkesin haklarının iadesi, dindarların veya diğer bir mağdur kesimin hakları gaspedilerek değil, onların daha da bastırılmasıyla değil, hak ve adalet temelinde verilecek kolektif bir mücadeleyle gerçekleşir. Bir kesimin hakkını alabilmesi, başka bir kesimin yoksunluğu pahasına olmaz. Çünkü hiçbir kesimin hak yoksunluğunun nedeni, diğer bir mağdur kesim değildir; kaybettiği hakkını diğer bir mağdurdan istemek anlamsızdır; çünkü onlarda zaten verilecek “fazla” hak yoktur. Nereden bakarsanız bakın oportünist olan bir teklifi, “küresel güçlerin hegemonyasına karşı işbirliği” veya “ılımlı islama karşı güçbirliği” gibi süslü sloganlarla veya sol jargonla örtemezsiniz. Bir yandan resmi ideolojinin temsilcileriyle ittifak ararken, diğer yandan Kürtler, Türkler, gayrimüslimler, Aleviler, Sünniler ve diğer bütün kimliklerin haklarını güvence altına alan, adalet temelli kolektif bir hukuki ve siyasi çerçevenin tesisi için çalışamazsınız.

Bir tercih yapmanız gerek. Ama bu tercih, sadece stratejiyle ilgili olmamalı. İdeolojinizin içeriği de, karşıtına çok benziyor ve insan haklarına dayalı demokratik bir rejimin tesisi açısından fazlasıyla sorunlu.

Demokratlar, Kürt Sorununun çözümüne, DTP’nin siyaset yapmasını engellemeye ve onu siyasetin dışına itmeye çalışan zihniyete karşı mücadele ederken,  aynı zamanda onun bu sorunlu stratejisini ve ideolojisini eleştirmeyi de ihmal etmemeli.

Adaletsiz bir düzenin baki kalamayacağı söylenir. Ama ya o düzenin kurbanları da adil değillerse? Birbirlerine karşı sürekli “kara beyaz adam”ı oynuyorlarsa? İşte o düzen hep varlığını sürdürür. Çünkü, meşruiyetini sadece kendi gücünden değil, kurbanlarından da alır. Tıpkı bugün olduğu gibi.

* Bu makale, Nisan 2008 tarihinde, Liberal Düşünce Dergisi’nin “Kürt Meselesi” başlıklı 50. sayısında yayınlanmıştır.

 

Doğan Gürpınar – İki Tarz-ı Liberteryenizm

0

Liberteryenizm, ahlaki olarak bireylerin otonomilerine dışarıdan hiç bir müdahalenin meşru olmadığını, bu sebeple sadece bireylere yönelmiş değil kamusal alana dahil hiç bir konuda hiç bir kısıtlamanın kabul edilemeyeceğini savlar. Yani, ahlaki olan her türlü kısıtlamanın, sınırlamanın, müdahalenin olmamasıdır, yokluğudur. Kuşkusuz, siyaset kamuyla ve kamunun ortak alanlarıyla ilgilendiği için liberteryenizm öncelikle ve kaçınılmaz olarak yasal sınırlamalara ve devletin müdehalelerine karşıdır. Vergi “ahlaki değildir” çünkü devlet vergi yoluyla bizim üretttiğimiz ve dolayısıyla bize ait olanı gaspederek almaktadır, güvenlik gerekçeli sınırlandırmalar gayrıahlakidir çünkü bu tür mülahazalarla hareket ve keyfi dolaşım hakkımıza ve her türlü bedensel otonomimize sınırlandırmalar getirimektedir vesaire vesaire. Ancak tabii liberteryenizm sadece “siyasal bir ideoloji” değildir, ondan çok daha kapsayıcı bir dünyagörüşüdür ve sadece siyasal alanlarda değil her tülü bireysel otonomiye engel olan yasal olmayan (sosyal, kültürel, dini, ahlaki) engellemelere de karşıdır. Tabii ki liberteryenizm ahlaki kısıtlamalara karşıdır derken, liberteryenizm “ahlaksızlıktır” denmemektedir. “Ahlaki” algılanan ama sosyal olarak kurgulanmış ahlaki koda karşı kendi “daraltılmış Kantçılığı” bireysel-merkezli bir ahlaki kod önermektedir. Öncelikle bir liberteryen için başka insanların ne yaptığı bizi ilgilendirmemelidir, daha doğrusu bizim bu konuyla ilgilenmemiz meşru değildir. Liberteryen ahlak, ne yapmalı, nasıl yapmalı gibi soruları reddederek neler kesinlikle yapılmamalı (başkalarının bireysel otonomilerine halel getirici davranışlar) sorusuna odaklanarak, bu sınırlı “yapılmaması gerekenler” listesi dışında her türlü davranışı meşru görmektedir. Şahsi kanaatler çerçevesinde bireyler gönüllü olarak tamamen bireysel ahlaki normlarını oluşturabilirler, ancak bu tür bireysel ahlaki davranış kodları sosyal olarak anlam ve değer teşkil etmezler.

Yukarıda çok kısa bir “liberteryenizm özeti” sunulmuştur. Buradan hareketle iki farklı ve birbirinden çok ayrı liberteryenizm algısı oluşturulabilir. Madem liberteryenizm öncelikle her türlü sosyal-siyasal değeri reddetmektedir, buradan hareketle sosyal ve siyasal gündemde tavır alınabilecekler basitçe –reddedilenler ve –reddedilmeyen’lere indirgenebilir. –Reddedilenlere karşı ahlaki tavır alınır ve alınmak zorundadır (vergi arttırımları, ağırlaştırılmış polis selahiyetleri kanunu, zorunlu askerlik, zinayı suç olarak değerlendiren yasa düzenlemesi vesaire…) Liberteryenizmin bir siyasal-sosyal toplum projesi, ütopyası yoktur. Sadece bir disütopyası vardır, George Orwell’in 1984’üne benzer bir devlet ve toplum modeli. Bu sebeple liberteryenler için sadece ve sadece karşı çıkılacaklar vardır. Ve eğer bir şey doğrudan karşı çıkılması gerekenler kategorisine girmiyorsa, o zaman bu bir liberteryenin işi ve ilgi alanı değildir. Bir liberteryen iki meşru görmediği tercih arasında kayıtsız kalacaktır (mesela meşru görmediği bir darbe tehlikesine karşı sosyal ve siyasal politikaları açısından meşru ve kendi özgürlük anlayışına yakın görmediği AKP iktidarı arasında) Bu tür bir liberteryenizm, kaçınılmaz olarak ahlaki kayıtsızlığa varacaktır ve varmıştır. Bu durum kısmen liberteryen ahlakın doğasından türemiştir, zira liberteryenizm kendi “daraltılmış ahlakı”nın dışında kalan konular onun için herhangi bir şekilde “değer yüklü” değildir. Tek değer “bireysel otonmomidir”, diğer muhtemel değerler ikincil düzeyde değildir, basitçe değersizdir, liberteryen doğa açısından “anlamsızdır”. Bundan da öte madem ki güncel siyasi tartışmalar, liberteryenerin tavizsiz savundukları felsefi referans çerçevesi dışında cereyan etmektedir, o halde bu tür tartışmaları bir liberteryen aksinin ilkesiz bir pragmatizmden ibaret olacağı düşüncesiyle reddeder, muhatap almaz. Bu dünyada olan, biten bir liberteryen için bayağı ve içi boş fiili durumlardan ibarettir. Dolayısıyla bir liberteryen için kendi ahlak anlayışı dışındaki tüm değerler bayağıdır ve bir liberteryen mesela son derece bayağı bir popülizm olan demokrasi gibi bir değere saygı duymaz, demokrasi karşıtı otoriter değerlere karşı olsa bile. İşte bu mülahazalarla, kendisinde gördüğü üstinsan hakkı ve pervasızlığıyla dünyevi vicdani ve ahlaki kaygıları reddeder ve küçümser. Liberteryenizm bu şekilde siyasi ahlak açısından sinisizme dönüşür.

Aynı şekilde liberteryenizm, tam aksine total bir ahlakçılığa da varabilir. Yani bir liberteryen ilke olarak her türlü bireysel hak ve özgürlüğe saldırıyı ilkesel olarak reddettiği için onun için onun “mutlak değer”inden bir nebze dahi eksik kalan bir pozisyona karşı uzlaşmaz bir tavır alacaktır. Bu durumda liberteryenizm mutlak bir ahlakçılık haline gelecektir. Liberteryenizmin ütopyası” olan total özgürlükten bir radde azı bile liberteryenizm için tavizsiz bir mücadele sebebi olacaktır.

Liberteryenizmin her iki muhtemel versiyonu dünyada da, Türkiye’de de mevcuttur. Dünyadan başlarsak, daha doğrusu ABD’den başlarsak liberteryenizm için temel “sorun” onun kaçınılmaz bir şekilde “sağcılıkla” bir noktada buluşması, onunla bütünleşmesi hatta en sonunda tam bir sağcılık haline gelmesidir. ABD’de bol miktarda bulunan free-market think tank’leri liberteryen ahlaksallığı siyasallaştırmakta ve onu devlet tarafından her türlü ekonomik müdahaleye karşı ideolojik savunu olarak kullanmaktadır. Bu ideolojik kurgu bütünüyle çelişik değildir, ancak “eksik”tir. Liberteryenizm ekonomik adem-i müdahaleyi savunmakla beraber buna indirgenemeyecek bir ahlakçılıktır. Ancak liberteryenizm nasıl sağcılığa nasıl payanda olabilmektedir ?

Zira liberteryen skeptisizm her türlü değeri reddettikten sonra, ortada savunulacak, sahip çıkılabilecek “bireysel otonomi”, ve “doğuştan gelen ve elinden alınamaz bireysel özgürlükler” dışında hiç bir değer bırakmamaktadır. Ortada sadece bireyler ve meşru sınırlarının içinde devlet kalmaktadır. Bireyler, vatandaş değilleridir ve olmamalıdırlar da. Çünkü “vatandaş” olmak, sadece bazı sorumlulukları beraberinde getirmekle kalmaz, aynı zamanda bir cemaat içinde başka insanlarla beraber yaşanıldığı ve doğal durumun da bu olduğu aksiyomunu da beraberinde getirir. Oysa liberteryen açıdan bireyler sadece kaçınılmaz sebeplerle (dünyanın çok da büyük olmaması, insanların belli yererde yoğunlaşma eğiliminde olması) diğer insanlarla mekansal yakınlık içinde yaşamakta ve yine özçıkarcı (self-interest) veya alturist sebeplerle az veya çok diğer insanlarla iletişim içine girmektedir ancak bunlar sadece ve sadece realiteler ve bireysel tercihlerdir, bundan öte zorunlu olarak mekansal yakınlık içinde olduğu diğer insanlarla bir paylaşım içinde değildir ve olmaya zorlanmamalıdır. Çünkü bireyler sadece bireylerdir.

Liberteryenizmin sorunu tam da burada başlamaktadır. Çünkü bireyler sadece ve sadece birey olarak tanımlandıkları ve onları bireysel varoluşlarının dışında herhangi bir sıfatla tanımlamayı reddettiklerinde onları aslında paradoksal bir şekilde savunmasız bırakmaktadır. Bir liberteryenin birey-devlet ilişkisi meselesinde, liberteryenlerin inanmadığı ve kaale almadığı değerler ve dinamikler üzerinden kurulduğu için diyecek bir şeyi yoktur. Aynı şekilde, “birey” dışındaki değerler de, “bireysel otonomi” doğrudan, “açık ve yakın” olarak saldırı altında olmadığı sürece onları kendi ahlaksal tutarlılıkları gereği ilgilendirmemektedir. Buradan hareketle, liberteryenizm amiyane tabirle “gamsızlığa” varmaktadır. Değerlerin herhangi bir anlamı yoktur ve savunulması gerekmemektedir. Liberteryen skeptisizm, bir konuda “değer” teşkil etmediğine kanaat getirdiği noktada beraberinde şiddetli bir “değersizleşme” getirmektedir. “Birey” ise “bireysel otonomi”yi korumak dışında da kendi başına kendiliğinden bir “değer” teşkil etmese bile savunulacak tek odak haline gldiğinde, sorun sadece demokrasinin küçümsenmesi (ve hatta reddedilmesi) ile sınırla kalmamakta, mesela devletlerin bir kere meşru daraltılmış sınırları içinde kaldığı sürecince mesela saldırganlığı, şiddetperestliği meşrulaşmaktadır. Eğer ortada savunulacak bir değer yoksa ve devletler bunların korunması ve geliştirilmesiyle yükümlü değilse o halde bu noktadan çok kolay “reelpolitik”e ulaşılmaktadır. Bireysel hak ve özgürlükleri tanımak kolaydır ancak kritik, zor ve daha karmaşık soru şudur ki devletler arasında benzer bir ilişki nasıl kurulacaktır, nasıl gerektiği zaman bir yaptırım uygulanması söz konusu olacaktır. Devletlerarası ilişkilere birebir bireylerarası hukuk uygulanamayacağından (çünkü “uluslararası toplum” başlı başına devletlerin “bireysel” özgürlüklerine müdahale oluşturmaktadır) burada liberteryenizm ya ahlaki bütüncüllüğü adına tamamen anti-devlet,anti-militarist ve şiddet karşıtı bir pozisyon alacaktır, ya da burada devletlerin güç kullanma hakkına boyun eğecektir ve bu çelişkiyi aşamayacaktır. Mesela bu tür bir liberteryenizm yorumu, devlet bireysel otonomilere dokunmadığı sürece reelpolitik bir meşruiyet zemininde hareket edebilmekte, yani bu tür bir liberteryenizm yine bir ulus-devletçi ideolojiyi aynen devam ettirebilmektedir. Devlet ancak minimal bir devlet olduğu ve birysel hak ve özgürlükleri ihlal etmediği sürece meşrudur ama bir kez devlet bu daraltılmış zemini kabul ettiğinde, meşru güç kullanma imkanı ve hatta tekeli liberteryenizm tarafından tanınmak durumunda kalacaktır. Tabi ki denildiği gibi bu liberteryenizmin muhtemel yorumlarından sadece biridir. Yukarıda belirtirdiği gibi bu durum liberteryenizmin “sağcılaşmış” veya “sağcı” versiyonudur. Liberteryenizmi daha bütüncül bir “inatçı ahlakçılık” olarak alırsak, uygulanabilirliği meselesini bir kenara bırakırsak, varacağımız yer ise çok farklı olmaktadır. Bu tür bir liberteryenizm bir kere ayrımcı “değerleri” kategorik olarak reddettiği için solun başaramadığı “mükemmel evrenselcilik” durumunu yakalayabilmektedir.

Türkiye’de kökü Liberal Düşünce Topluluğu’na bağlanabilecek Türk versiyonu liberteryenizm her iki versiyonu da ihtiva etmektedir. Ancak Türk liberteryenizminin neşet ettiği kökenler ve miras sebebiyle ikincisinden çok ilkine yakındır.

Liberal Düşünce Topluluğu temelli hareket büyük ölçüde “sağ” kökenlidir. 1970lerde sağcı-solcu kamplaşmasında kendini “sağ” cenahta görmekler beraber, zaman içinde bu kökeni terketmiş ama bu geleneğin milliyetçi-muhafazakar tradisyonunun kalıntısı hatta ta kendisi “sol düşmanlığı” şeklinde, mutasyona uğramış halde sürmeye devam etti. Buradaki sol fobisinin temel sebebi aslında solun algıda CHP üzerinden Kemalizmle özdeşleşmesi olmuştur. Bu algıda solculuk denilince anlaşılan aslında doğrudan Kemalizm’dir ve sınıfsal olarak da alt sınıfların milliyetçi-muhafazakar orientasyona karşın orta sınıfların solculuğu ve Kemalistliği bir “sınıfsal pozisyon” olarak algılanmaktadır. Buradan hareketle, milliyetçilik ve muhafazakarlık terkedilip (hatta “kollektivizm” üzerinden milliyetçilik ile sol eşitlenmektedir) yerine solun antitezi solun (aslında sol ile kastedilen her zaman Kemalizmdir) “müdahaleciliği” karşın “mutlak bir adem-i müdahaleci” pozisyon önerilmektedir. Yani “sol” ve “sosyalizm” kötüdür, o halde ona ne kadar karşı ve tezat bir şey benimsenirse, o kadar “doğru” ve “değerli” olacaktır. Devletçilik madem kötüdür, o halde devletin kendisi de her hal ve şartta “kötü” olmalıdır, ne kadar küçültülürse o kadar iyidir, hatta mümkünse tamamen yok edilmelidir. Yani liberalizmden kastedilen aslında liberalizmin genel çerçevesi olmaktan zira hep onun “kendiliğindenciliğidir” ve liberalizm ismi altında “müdaheleciliğin” ayna imgesi anlaşılmkta ve çok farklı kökenlerden türemiş ve çok farklı ideolojiler olan liberalizm ve liberterynizm birbirine karıştırılmakta, liberteryenizm liberalizmin “saf hali” sanılmaktadır..

Ne kadar az müdahale olursa o kadar makbul bir “liberalizm” (liberteryenizm) olacağı varsayımıyla kendi kendini aşırılaştıran bir psikolojiyle her türlü farklılık “(sol)sapma” olarak damgalanırken liberalizmi (liberteryenizmi) belirleyen en kritik değer “piyasa” olarak deklare edilince diğer tüm “değerler” ikincilleşmekle kalmıyor, “değer” teşkil etmez hale geliyor, “değersizleşyor”. Bir kez bir konu hakkında –olmaz fetvası verilmemişse o konuda söylenebilecek, normatif-Kantçı bir yargı anlamsız kalmaktadır. İşte o zaman ahlaki değil pragmatik tercihler mümkün ve hatta tercihe şayan oluvermektedir.

Bu sebeple Türk versiyonu liberteryenizm piyasa fetişizmi olarak başlayan süreçte, etik anlayışını liberteryen amentüde haram olmayanlara karşı kayıtsızlaşırken (ve kayıtsızlaşmanın kendisini bir erdeme dönüştürerek) “sağcılaşmaktadır”.

Bu “sağcı liberteryenizm”, özellikle ilk akademik ve düşünsel formasyonunu “liberteryenizm” olarak almış genç kuşak üzerinde beklenmedik bir sertlik ve şiddette etkili oldu. Öncesinde genel bir felsefe ve siyaset felsefesi temeli ve altyapısına sahip olunmadığından, liberteryenizm hem bir hap, hem de girilince çıkılamayacak bir kilise olarak addedildiğinden yalın bir şekilde “piyasacalığa” dönüşmüştür. Nihilist bir değersizleşme sonucu bireyin mutlak özgürlüğü dışında tüm değerler anlamını yitirmiş ve hatta liberteryenin üstünlüğünün, (Rantçı manada) metafizik değerlerin bir hakikate tekabül etmediğinin ayırdında olan “ayrıcalıklı azınlık” olmasından hareketle bu değerleri önemseyenleri hakir görme noktasındadır.

Bu tür bir sağcı liberteryenizm, bir bakıma, sola ve Kemalizme keskin bir karşıtlık ve bir nevi 1970lerin (sınıf) mücadelesini daha sofistike ve daha farklı bir kavramsallaştırma üzerinden sürdürme kaygısının istenmeyen gayrimeşru çocuğudur. “Genç liberteryenizm”, pozitif bir geribesleme sürecinde, kendi babasına başkaldıran, onu yeterince sert bulmayan oğul sendromudur. Yani “tutarlı olmak” ve hep daha da, daha da, en fazla “liberteryen olmak” kaygılarıyla sonunda bir ilkesel duruş olmaktan pür bir reddiyeciliğe ulaşmakta ve reddedilenler arasına bir sür sonra siyasi ahlak ve ahlak da yerleşmektedir.

Bu satırların yazarı liberteryen olmamakla ve liberteryenizme oldukça mesafeli durmakla beraber, bir ahlaki duruş olarak liberterynizmi etkileyici ve ulaşılamayacak ve ulaşılamayacağı için de görkemli bir ütopya olarak görmektedir. Felsefi bir pozisyon olarak, liberteryenizm her türlü metafiziksel kavram ve değeri alaşağı ederek yerine mutlak istenci ve her daim dolaysız özgürlüğü savunmaktadır. Ancak, liberteryenizm iki zıt noktaya varabilmektedir, bir tarafta bir kez tüm kavram ve değerler metafiziksellikleri içinde inkar edildikten sonra birbirine zıt iki opsiyon söz konusudur. Tüm değer-kutsallığından arınmış ortamda, birinci ihtimal Hobbesyen bir dünya önerilebilinir. Çünkü bir kez değerler metafizik olduklarından dolayı alaşağı edildikten sonra onları ikame edecek bireyselleşmiş sübjektif-Kantçı değerler ortaya konmazsa ortada üzerine titrenecek ve meşruiyeti kabul edilecek hiç bir değer kalmamaktadır. Ya da ikinci ihtimal, madem kutsanacak hiç bir “verili” değer yoktur, o halde tamamen etikselleşmiş bir bireysellik önerilebilinir. Ahlakın başlangıç ve bitiş değeri olarak “birey”i savunmak adına, her türlü bireysel özgürlük ve otonomiye saldırıya karşı özgürlük total ve tavizsiz bir değer mertebesine yükselecektir. İkincisi kuşkusuz çok etkileyicidir, ancak Türkiye’de maalesef büyük ölçüde Liberal Düşünce Topluluğu kaynaklı liberteryenizmde özellikle bu felsefenin ikinci el tüketicileri yani bizzat liberal bir felsefi formasyonun üretici değil tüketicisi olanlar tarafından (liberteryenizme Rand prizmasından bakmak, liberteryenizmi felsefi kaynaklı değil politik angajmanlı ele almak, Hayekçi bir “piyasa kendiliğindenciliği” liberteryenizmle birleştirmek, mutlak bir skeptisizmi kaldırabilecek kültürel bir formasyondan yoksun olmak ve yukarıda bahsedilen liberteryenizmi sola karşıt bir tepkiselcilik olarak görmek gibi farklı sebepler sebebiyle) ilk versiyon satın alınmaktadır.

13.07.2007
 

Bir saldırıya cevap

0

Türkiye’de medya sektöründe korkunç bir ahlâkî ve meslekî yozlaşma yaşandığı tespitine sektörün içinde yer alan pek çok kişi de katılmaktadır. Bu yozlaşma, değişik zaman ve ortamlarda insanlara zarar vermektedir. Birçok kimse gibi benim de bu konuda tecrübelerim, bizzat yaşadığım ve şahit olduğum olaylar var.

Bunların hepsini yazacak ve tarihe not düşeceğim. Şimdilik, başıma gelen son olayı kamuya aktarmak ve değerlendirmek istiyorum. Geçtiğimiz cumartesi (18 Kasım) AKP İzmir İl Gençlik Kolları tarafından düzenlenen bir panele katıldım. Diğer konuşmacılar Zaman’dan Ali Bulaç ve AKP milletvekili Zekeriya Akçam’dı. Konumuz AB sürecinde olanlar ve toplumsal yansımalarıydı. Ali Bulaç, güzel bir konuşma yaptı ve daha ziyade güncel siyasî ve stratejik değerlendirmelerde bulundu. Ben ise konuşmamın başlığını “Medeniyet, AB ve Türkiye” olarak belirlediğim için, teorik bir çerçeve çizerek dinleyiciye hitap etmeye başladım.

Birden çok medeniyet olmadığını, tek medeniyetin bulunduğunu; mahallî ve dönemsel renkler alsa bile aslolanın ortak insanî medeniyet olduğunu vurguladım. Medeniyet tarihini inceleyerek bu medeniyetin temel değer ve kurumlarının belirlenebileceğini belirttim. Sonra bunları şu şekilde sıraladım:

De facto değil de jure olarak özel mülkiyet;

İş bölümü ve uzmanlaşma;

Serbest mübadele;

Sözleşme serbestisi ve sözleşmelerin uygulanmasını sağlayacak kültür ve ahlâk ve hukuk kodları;

Sınırlı ve kurallara bağlı siyasî yönetim;

Düşünce ve ifade özgürlüğü;

Bir dine inanmayanları ve azınlıkları da kapsayacak şekilde din özgürlüğü;

Hukukun hâkimiyeti;

Siyasî suçların olmaması;

Toplumda dikey ilişkilerin değil, yatay ilişkilerin yaygın olması;

Zengin sosyal çeşitlilik;

İnsan ihtiyaçlarının çeşitlenmesi ve istikrarlı bir şekilde karşılanması.

Sonra, ‘Bu teorik çerçevenin bir anlamı varsa bu açıdan Türkiye’yi değerlendirebiliriz.’ dedim. Bunu yaparken de Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinin yekpare bir şekilde ele alınamayacağını, 1925-45 arası ve 1950 sonrası olarak iki dönemden bahsetmemiz gerektiğini, bu iki dönemin birbirinin tersi/panzehiri olduğunu söyledim. İlkinin, yani tek parti döneminin bu teorik çerçeve açısından başarılı sayılmasının zor olduğunu, medeniyetin birçok temel değer ve kurumlarının bu dönemde bulunmadığını vurguladım. Bu yüzden Kemalizm’in medenîleştirici bir süreç olarak görülemeyeceğine işaret ettim. Medeniyet bir şeyi yapmaksa (yani do etmek) Kemalizm’in, onu yapmamak/çözmek (yani undo etmek) anlamına geldiğini dile getirdim. En sonunda da AB’nin medeniyetle aynı şey olmadığını, medenîleşmek için AB’nin olmazsa olmazı teşkil etmediğini, AB’nin büyük problemleri ve çifte standartları olduğunu ifade ettim. AB’nin Türkiye’den taleplerinin bazılarının, mesela ifade özgürlüğünün genişletilmesinin, taviz olarak yorumlanmasının yanlış olduğunu; ama Kıbrıs gibi konuların diplomatik, politik ve stratejik meseleler olduğunu ve müzakere edilmeleri gerektiğini bilhassa vurgulayarak sözlerimi bitirdim.

Medya ve ahlâk

Sonradan gazeteci olduğunu öğrendiğim bir bey ile hanım, salonun bana göre sol tarafında yalnız oturuyorlardı. Soru-cevap kısmında hanım gazeteci söz istedi ve Kemalizm’in medeniyeti çözücü bir şey olduğunu söylediğimi duyduğunu, yanlış duyup duymadığını sordu. Ben de yanlış duymadığını söyleyip geniş bir çerçevede niye böyle düşündüğümü özetledim. 1925-45’e tekabül eden tek parti döneminde temel bazı değer ve kurumlarının eksik olduğunu, ifade hürriyetinin olmadığını, siyasî yönetimin sınırlanıp denetlenemediğini, siyasî muhalefete teşkilatlanma izni verilmediğini söyledim. Bu gibi konuların hem hislerin galeyana gelmesi hem de ifade özgürlüğünün yeterince geniş olmaması yüzünden soğukkanlı biçimde konuşulamadığına; ama kavga etmeden konuşmak gerektiğine, zaten, AB sürecinde, eğer kulübe üye olacaksak bunları konuşmamız gerektiğine işaret ettim. Daha başka şeylerin de konuşulacağını, mesela, AB tarafından neden her tarafta sadece tek bir adamın (“bu adam” deyip demediğimden emin değilim, bantlar varsa çözülünce göreceğiz) resim ve heykellerinin bulunduğunun sorulacağına dikkat çektim.

Hanım gazeteci, panel tam olarak bitmeden fırlayıp gitti. Ters bir haber çıkacağından emindim; ama buna zaten alışık olduğum için ne deneceğini merak etmiyordum. Ertesi günkü Yeni Asır gazetesinde her türlü ahlâkî değeri çiğneyen, vicdansız bir “haber”, daha doğrusu bana yönelik bir saldırı çıktı. Bir fotoğrafımla süslenmiş saldırının başlığı “Hain” idi. İlk sayfada “Atatürk’e inanılmaz hakaretlerde bulunduğum” iddia edilmekteydi. Sözüm ona haberde, panelin AKP tarafından düzenlendiği bilhassa vurgulanmaktaydı. Aslında bu bir haber değil, yeni bir andıç, bir linç girişimiydi. Nitekim pazar günü İzmir’de arkadaşlarımın ikazıyla iki taraflı olan kabanımın diğer yüzünü giyerek dolaştım. Aynı gazetenin bu vicdansız saldırıya imza atan muhabiri ve yazı işleri beni yine aradı. Yaptıklarının beni hedef göstermek olduğunu iddia ettikleri gibi kimseye hakaret etmediğini söyleyerek hatalarını düzeltmelerini istedim. Ancak, bunu yapacaklarını hiç ummuyordum. Nitekim, ertesi gün yine “Haine tepki” başlığıyla tavırlarını sürdürdüler. Hatta daha da azdılar. Atatürk’e sövdüğümü iddia ettiler.

Bu saldırı hiçbir yönüyle mazur görülebilecek nitelikte değildir. Yaptığım konuşma bir akademik analizden ibarettir. Atatürk’ün, İnönü’nün veya başka birinin adı hiç geçmemiş, mesele kişiler seviyesinde ele alınmamıştır. Nitekim, adı geçen gazetenin iç sayfalarında üstelik seçilerek aktarılan sözlerim dahi bunu kanıtlamaktadır. Peki, buna rağmen, nasıl oluyor da bu tür ahlâksız ve alçakça saldırılar yapılıyor. Bundan ne umuluyor? Anladığım kadarıyla, ilk olarak, bu fanatik gazete ve onun muhabiri AKP’yi benim üzerimden vurmak istiyor. Nitekim, saldırı yapılır yapılmaz AKP’liler paniğe kapıldı. Konuştuğum AKP’lilere dik durmalarını tavsiye ettim, söylediğim her şeyin sorumluluğunun bana ait olduğunu söyledim. Rahat olsunlar; ama aynı zamanda omurgalı olsunlar. Parti milletvekili Zekeriya Akçam’a ve parti yetkililerine, Doğan Haber Ajansı’na söylediklerine binaen, şunu söyleyeyim: Benim ne reklama ne de AKP platformlarını kullanmaya ihtiyacım var. AKP’nin bir panelinde bulunmam bana değil, AKP’nin itibarına ve demokrat duruşuna katkı sağlar.

Muhabire gelince… Sanıyorum onun bilgi birikimi de, vicdanı da beni ve benim gibileri anlamaya yetersiz. Bunda belki özgürlüğü doya doya yaşayan; ama özgürlük felsefesinden habersiz olan ve başkalarının özgürlüğünü kendi özgürlüğü uğruna harcamaya yatkın insanların bol olduğu yerlerde oturup kalkmasının da etkisi vardır. Bu gazeteci, benim yazı ve konuşmalarımdan haberdar olsaydı, yıllardır Kemalizm eleştirisi yaptığımı bilirdi. Ama sanırım, o, belletildiği ve dogma haline getirdiği şeylerin eleştirilebileceğini hayal dahi edemiyordu. Kavrama kapasitesi sınırlı ve niyeti de bozuk olunca akademik eleştirileri hakaret diye aldı ve o manşeti çekti veya çekilmesine ortak oldu. Bu arkadaşa acıyorum ve özgürlüğü, özellikle ifade özgürlüğünü öğrenmeye J.S.Mill’in Özgürlük Üstüne’si ile başlamasını tavsiye ediyorum.

Yeni Asır’ın yazı işlerinin sergilediği ve sık sık benzer yayın organlarınca tekrarlanan tavra da değinmek zorundayım. Haberlere yorum katmak meslek ahlâkına sığmaz. Bu aynı zamanda okuyucunuzu aptal yerine koymak ve manipüle etmek anlamına gelir. Haberi verip yorumu okuyucuya bırakmak yerine beni “hain” ilan etmişsiniz. Kime, neye, nasıl ihanet ettim ki “hain” oldum? O başlığı çekip beni hedef hâline getirirken vicdanınız hiç sızlamadı mı? Ya biri bana “vay hain” deyip saldırsaydı, bunun sorumluluğu size ait olmayacak mıydı?

En güçlü silah: Fikir

İfade özgürlüğünün olabildiğince geniş olması taraftarıyım. Dolayısıyla, hiç kimseyi, fikirlerimi kabul etme mecburiyetinde görmem. Hiç kimse doğrunun tekeline sahip değildir. Herkes gibi benim söylediklerimde de doğru veya yanlış şeyler olabilir. “Haber”den ayırıp bir yorum yazsanız, fikirlerimi dilediğiniz gibi eleştirseniz, gocunmam, memnun olurum. Hatta, öyle bir yorumda veya bir köşe yazarının yorumunda “hain” olduğumu iddia etseniz bunu da ifade özgürlüğü içinde görürüm. Ama, sizin yaptığınız bunların hiçbiri değil, sadece, beni hedef haline getirmek, hayatımı tehlikeye atmak, linç etmeye çalışmaktır. Sınırlı kapasitenizin benim derin bilgi ve fikir dünyamı kavramaya yetmediğini anlıyorum; ama ahlâkî değerlerden ve vicdandan da mı hiç nasiplenmediniz?

Ey bu vicdansız saldırıya imza atan gazeteci arkadaşlarım. Fikirlerime bir itirazınız varsa istediğiniz yerde istediğiniz şartlarla tartışalım. Beni “hain” ilan etmeniz fikirlerimin yanlış olduğunu göstermez. Tam da tersine, ciddiye alınmaları gerektiğini ve onlardan korktuğunuzu ispatlar. İnsanları terörize etmekten vazgeçin, biraz okuyun, öğrenin. Önce ahlâk kurallarından ve gazeteciliğin genel standartlarından başlayın. Sonra insanlık tarihini okuyun. Elinizdeki gazeteleri silah gibi kullanmayın. Tetikçiliğe soyunmayın.

Ben Atilla Yayla olarak söylediğim ve yazdığım her şeyin arkasındayım. Sizin ahlâk dışı saldırılarınızdan ve terörize etme çabalarınızdan korkup yılacağımı sanıyorsanız aldanıyorsunuz. Panelin sonunda, söylediklerime Kemalistlerden cevap beklediğimi; ama bunu pek muhtemel görmediğimi, doğru dürüst bir cevap almaktan umutlu olmadığımı söylemiştim. Sizin saldırınız bunun en güzel kanıtıdır. Ben söz sarf ediyorum, siz kurşun sıkıyorsunuz. Hakaret ediyorsunuz. Tehdit ediyorsunuz. Ne yaparsanız yapın, John Milton’ın söylediği gibi, hakikat eninde sonunda galip gelir; ve, herkesin bildiği gibi, fikirlerden daha güçlü silah yoktur. Beni hain ilan ettiniz; ama fikir alanında benim karşımda mağlupsunuz. Yerlerde sürünüyorsunuz. Bu alçakça saldırının kati hesabını ise adalet önünde ve Allah huzurunda vereceksiniz. 

Zaman, 21.11.2006