Ana Sayfa Blog Sayfa 65

“Şehit Alevi Olunca…”

“Kenan Ceylan, üç gün önce Hakkâri Şemdinli’de şehit oldu. Tokatlı Alevi çocuğuydu. Önceki gün iki ayrı cenaze töreniyle uğurlandı. İlki inançlarına uygun olarak cemevinde yapıldı. Ama askeri ve mülki erkân cemevine gelemezdi. Onun için daha sonra kaymakamlığın önünde “resmi tören” düzenlendi. Bu ilk değildi…”  Kaynak: www.cnnturk. com

Çok üzücü bir durum.

Dijital devrimin yaşandığı, uzayda insan kolonisi çalışmalarının yapıldığı, yapay insan oluşturma çabalarının olduğu bir dünyada, biz hâlâ insanların inancına saygı göstermeyi öğrenemedik.

Hep söylerim, bu ülke gerçek manada hiçbir zaman laik olamadı. TC kurulurken halifelik kaldırıldı. Yerine devletin kontrolünde, sünni İslam geleneğini temsil eden Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu.

Devleti yönetenler, kendi egemenliklerini sürdürmek için; kendi anlayışlarına göre bir din geliştirdiler. İktidarlar değiştikçe bu anlayış nüanslarla hep devam etti…

Yani, devletin “resmî dini” vardı. Müslümanım diyen yurttaşların bu resmî din çerçevesinde  Müslüman olmaları öngörülmüştü…

Diğer mezheplere ve farklı İslam yorumlarına sahip yurttaşlar “makbul vatandaş” statüsünden çıkarılmıştı… Türkiye Cumhuriyetinde gerek Türk, gerekse Kürt Alevilerin, toplamda 20 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor.

Bu vatandaşlarımız TC yasalarının kendilerinden beklediği her türlü görevi yerine getiriyorlar, VERGi VERİYORLAR, ASKERE GİDİYORLAR, DEVLET ÖL DERSE ÖLÜYORLAR!

Ama “şehit” olduklarında, kendi İnançlarına göre Cemevindeki cenaze merasimlerine devlet erkân’ı katılmıyor! Bu nasıl bir laiklik? Bu nasıl eşit vatandaşlık hukuku?

Çağdaş dünyanın kabul ettiği laiklik, bütün inançlara eşit mesafede olmak ve onların inançları doğrultusunda yaşamlarını kolaylaştırmak değil mi?

Söylemde ülkemizde de çağdaş laiklik var. Ama hiçbir dönem gerçek çağdaş laiklik olmadı.

Tıpkı demokrasi var denip, hiçbir zaman tam anlamıyla demokrasinin olmadığı gibi…

Her iktidar döneminde, kurumlar üzerindeki vesayetler el değiştiriyor. Örneğin TC kurulduğundan beri Yargıyı ele alalım. Uzun yıllar Kemalist, resmî ideoloji sisteminin vesayetinde idi. Sonra darbeler döneminde darbecilerin vesayetine, AKP iktidar destekli Fetö döneminde Fetö vesayetine, şimdi ise Tek Adam ve Parti devleti sisteminin vesayetine geçti.

Velhasılı, devletimizin çağdaş demokratik, hukukun üstün olduğu, gerçek laik bir cumhuriyete evrilmesi zamanı geldi de geçti…

Aleviler nerede ibadet ediyor ve nerede mutlu oluyorsalar bu onların en doğal hakkıdır.

Biz Sünniler de onlara saygı göstermeyi öğrenmeliyiz. Eşit olmayı kabullenmeliyiz.

Cemevleri resmî dinî kurum, ibadethane olarak kabul edilmeli. Alevilerden alınan vergilerle, Diyanet personeline maaş verilmemeli… Diyanet Devlet’in kontrolünden çıkarılarak sivilleşmeli ve özgürleşmelidir.

Diyanetin bütçesini halk karşılamalı. İslam dinine inanan bireylerden, onlara sorularak, onlardan diyanet için alınan “gönüllü din vergisi” ile finanse edilmeli. Farklı din ve mezhebe inanan bireylerden alınan vergilerle Diyanetin finansı insan haklarına aykırıdır.

Aleviler de kendi Cemevlerinin ve dedelerinin finanslarını kendileri karşılamalıdır.

Eşitlik, adalet , özgürlük, eşit yurttaşlık  Ve gerçek Laiklik böyle inşa edilebilir…

Tarımsal Hayata Geçiş ve Devlet

Siyaset bilimi ve siyaset biliminin alt kolları ( siyaset teorisi, siyaset felsefesi, etik, siyaset sosyolojisi, siyaset psikolojisi siyasal antropoloji, politik ekonomi ve uluslararası ilişkiler) çeşitli yönleriyle devlet olgusuyla ve onun sonuçlarıyla meşgul olur. Bu çerçevede önemli bir konu devletin nasıl varlık alanına girdiğidir. Bugünkü anlamıyla ve hâliyle devlet modern bir fenomen olmakla beraber bir kamu otoritesinin, başka bir deyişle rüşeym halinde devletin kökleri çok eskilere gidiyor.

Devletin nasıl doğduğuna ilişkin çeşitli teoriler geliştirildi. Her teorinin güçlü ve zayıf yanları var. Teorilerin hiç biri ihmâl edilebilecek kadar önemsiz değil ama hiç bir teori devletin doğuşunu ve doğasını tam manasıyla açıklamaya muktedir de değil.

Çok beğenilen ve benimsenen teorilerden biri sözleşme teorisi. Sanırım anayasal yönetim geleneğinin gelişmesi ve hemen her ülkenin çok önem ve değer verilen bir anayasaya sahip olması bir taraftan bu fikrin eseri diğer taraftan bu fikri besliyor, destekliyor. Ben de bir zamanlar sözleşme teorisini hayli beğenmekteydim. Ancak, son yıllarda, bu teoriden gittikçe daha fazla uzaklaşıyorum. Bu teori hem bir rasyonalist fiksiyon olması hem de yapımı ve niçin, nasıl geleceği bağlaması gerektiği bakımından çeşitli handikaplara sahip. Nitekim son zamanlarda artmakta olan antropolojiye ve arkeolojiye dayanan siyaset çalışmaları bu teorinin altını gün geçtikçe daha fazla oyuyor. Antropolojiden, arkeolojiden yararlanan bilim insanları yaygın görüşleri sarsan önemli çalışmalara imza atıyor.

Bu yazarlardan biri James Scott. Scott Türkçeye de çevrilmiş olan Devlet Gibi Görmek (https://www.kitapyurdu.com/kitap/devlet-gibi-gormek/112826.html) adlı kitabıyla çok önemli bir iş yaparak sivil toplum ve sivil inisiyatif yerine devleti merkeze koyan ekonomik kalkınma ve gelişme arayışına –daha doğrusu inancına- ağır darbeler indirmişti. Diğer kitapları da alanlarında büyük dalgalanmalara yol açtı. Son kitabı Against the Grain: A Deep History of The Earliest States ( Tahıla Karşı: İlk Devletlerin Derin Tarihi, Koç Yayınları, 2019) adlı çalışmasında  devletin doğmasında en mühim faktör olarak  tarımsal üretimi ve onun gereği-sonucu olarak yerleşik hayata geçilmesini öne çıkartıyor.

Her ne kadar tarımsal üretim diyorsak da Scott daha ziyade tahıl üzerinde odaklanıyor. Ona göre genel olarak tarımsal üretim fakat özellikle buğday üretimi devletin doğmasında belirleyici rol oynadı. Bunun ana sebebi tahılın devlet için görülebilir olmasıydı. Yani tahıl yer üstünde üretilmekteydi ve gözden saklanması zordu. Homojendi ve bölünebilirdi. Hasatının alınması kolaydı. Büyümesi takip edilebilir mevsimlere bağlıydı.  Depolanması, nakledilmesi kolaydı. Bu özelliği –yani görülebilir olması- onun kolayca vergilendirilmesini mümkün kıldı.

Scott’a göre tarımsal üretim insan hayatına iyilikler de getirdi kötülükler de. Verimliliği artırdı ve nüfusun yavaş yavaş artması sürecini başlattı. Ama aynı zamanda insanların fiziksel olarak büyümesini engelledi ve hareketsizliği artırdı. Nüfusun artması ve şehirlerin ortaya çıkıp büyümesi organize kamu otoritesini –ki ilerde buna devlet denecekti- çekici hâle getirdi.

Görünürlük devletlerin vergileme gücünün artışını sağlayan ana faktördü.  Tahılın kolay vergilendirilmesine karşılık meselâ tüccarların ve ticarî malların vergilendirilmesi zordu.  Ticaret erbabından vergi toplamak devletler için –sanırım erken zamanlarda- adeta bir kâbustu. Bu yüzden devletler tebalarını tahıl üretimi yapmaya ve hayvan beslemeye teşvik etti, hatta zorladı.  Devletler zaman içinde tebalarını soymak, sömürmek için yollar, teknikler geliştirdi. Şehirleri saran uzun ve yüksek duvarlar –meselâ Büyük Çin seddi- “barbarlar”dan korunmak kadar tebayı içerde tutmak için de tasarlandı ve kullanıldı. Tarımsal üretim, ilk günah peşinde koşan terminolojiyi kullanmak gerekirse, insanların ilk günahıydı…

Scott’un bu eseri devletin doğuşu, doğası ve özellikleri hususunda gerçekten ufuk açıcı ve zorlayıcı.

 

Hayırlı Bir Gelişme: Türkiye-ABD Anlaşması

Türkiye ile ABD arasına varılan anlaşmanın hayırlı olduğunu düşünüyorum. Nedenlerim aşağıda:

  1. Anlaşma Türkiye’nin Kuzey Suriye ve PKK-YPG hakkındaki endişelerinin ve kaygılarının ABD tarafından resmen kabul ve tasdik edilmesi anlamına geliyor. Böylece Türkiye’nin bu örgüte karşı aldığı tavrın ve ona karşı verdiği mücadelenin meşruiyeti tescil edilmiş oluyor.
  2. Türkiye silah kullanmayı bildiği kadar müzakere yapmayı ve diplomatik yolları kullanmayı da bildiğini ve önemsediğini gösterdi. Esasen Türkiye Barış Pınarı harekâtına gelinceye kadar konuşma, müzakere ve diplomasi yollarını sonuna kadar zorladı ama bir netice alamadı. ABD tarafından oyalandı ve tuzağa düşürülmek istendi. Köklü bir devlet geleneğine ve tecrübesine sahip olan bir ülkenin bu tuzağa düşmemesi gerekirdi. Nitekim düşmedi.
  3. Bu hadise uluslararası siyasetin sadece idealist temeller üzerinde sürdürülemeyeceğini, aynı zamanda realist yaklaşımın da bir doğru ve gerekli yanının bulunduğunu bir kere daha gösterdi. Uluslararası ilişkiler ağırlıklı olarak reel politika etrafında dönüyor ama ülkeler çoğu zaman güce dayanan politikalarına bir ahlâk ve ilke kisvesi de giydirmeye çalışmayı seviyor. Türkiye üstün bir askerî performans göstermeseydi şimdi farklı bir manzara ile karşı karşıya olabilirdik. Demek ki gerçekten barış isteyenin savaşa hazır olması lâzım.
  4. Küçük veya büyük her çatışmanın tarafları kimler olursa olsun insan ölümü ve maddî tahribat demektir. Bu ortaya çıkması istenmeyecek bir durumdur. Anlaşma sayesinde belki de çok sayıda insanın hayatı kurtulmuş olacaktır. Buna sevinmemek imkânsız.
  5. ABD güvenilir bir ülke değil. Umut edilir ki daha önce Münbiç ve birlikte güvenli bölge oluşturma gibi mutabakata ulaşılan meselelerde uyguladığı oyalama yollarına başvurmaz. Böylece anlaşma hayata geçer ve taraflar rahatlar. Bu aynı zamanda Türkiye’nin Batı blokundan ve NATO’dan koptuğu yolundaki yorumları da boşa düşürür.
  6. Türkiye oluşacak güvenli bölgeye isteyen Suriyeli sığınmacıların dönmesini istemekte haklı. Ancak, bunun zorlama ile yapılmaması, isteğe bağlı olması şart. Aksi takdirde başka acılar ortaya çıkar ve Türkiye’nin ahlâkî üstünlüğü zedelenir. Ayrıca, tamamen yeni yerleşim bölgeleri kurmak yerine gönüllü olarak dönen sığınmacıların tarihî geçmişi olan, yani insanların yaşamayı seçmiş olduğu ve asırlardır yaşadığı yerlerde iskan edilmesi akla, mantığa, insaniyete ve halkın sosyolojisine ve psikolojisine daha uygun olur.
  7. Bir kere daha söylemek isterim ki ahlâk ve coğrafî realite açısından Türkiye Suriye üzerinde en fazla söz sahibi olmayı hak eden ülke. Yüzlerce kilometrelik sınırımız var. Suriye’de olan her şey Türkiye’yi etkiler. Türkiye 4 milyon Suriyeli sığınmacıyı bir destan yazarak topraklarında ağırlamak suretiyle bir anlamda kendi içinde bir Suriye barındırmakta. Uzaklardan gelen emperyal güçlerin Suriye’deki varlığını sorgulamayanların Suriye’ye müdahil olduğu için Türkiye’yi sorgulamaya kalkmaları hem gülünç hem çirkin.
  8. Suriye krizinde Türkiye’nin politikalarının bir menfî katkısı olmuş olabilir Ama bütün sorunun sadece Türkiye’den kaynaklandığını söylemek, Suriye’nin tarihini, iç dinamiklerini ve emperyal güçlerin hesap ve icraatlarını hesaba katmamak, dikkate almamak, en azından, bir basiretsizlik işaretidir.

Son olarak kendim için birkaç şey söyleyeyim. Bu vaka da dâhil olmak üzere son yıllarda hemen hemen bütün makro analizlerim isabetli oldu. Çünkü her zaman sakin ve soğukkanlı, makul, mutedil ve dengeli olmaya çalıştım. Kişilere ve kuruluşlara karşı öfke ve tapınma nöbetlerine tutulmadım. Tahlillerimin isabetli çıkmasında bunun payı büyük.  O kadar ki, şaka yollu söylersem, neredeyse doğru ve haklı çıkmaktan yoruldum. Ama fikir ve analizlerim yüzünden bana ahlâksızca saldıranların bir kez olsun yanılmaktan ve haksız çıkmaktan utandığını ve başını önüne eğdiğini görmedim. Aksine, çoğu kez daha da saldırganlıştıklarına, şirretleştiklerine, çirkinleştiklerine, ahlâksızlaştıklarına şahit oldum. Bu yüzden, insanların aldıkları tavırların sırf bir sağduyu, bilgi, akıl ve mantık meselesi değil, daha ziyade bir huy, mizaç, karakter meselesi olduğunu düşünmeye meyilliyim.

 

Dedikleri gibi, Bir Breaking Bad filmi: El Camino

Ben imparatorluk işindeyim*

I’m in the empire business*. Walter White’ın ağzından dökülen kelimeler Breaking Bad gibi tüm zamanların en iyi ve en beğenilen dizilerinden birisinin gittikçe kötüleşen ana karakterlerinin yaşamlarının nerelere sürüklenebileceğini bize gösteriyordu. Kendi halinde görünen bir lise kimya öğretmeninin uyuşturucu yapımı işinde yükselmesinin ve gittikçe kötülüğe doğru yönelmesinin sonuçlarını göstermesi açısından Breaking Bad çok önemli bir diziydi. Kötülüğün adeta oralarda bir yerde saklı olduğunu ve herhangi biri gibi görünen bir insanın bile içinden ortaya çıkabileceğini gösteriyordu. İçinde gösterilen onlarca kötülük ile dizi kötü karakterlerin sevilmesinin ne boyutlarda olabileceğini ortaya koyuyordu. Bu bir kötülük için mi kötülüktü yoksa hayata tutunmak için gösterilen bir kötülük müydü?

Jesse Pinkma, işletme ve pazarlama

Breaking Bad’in kaldığı yerden devam eden film El Camino’da, Mr. White’ın ve Jesse’nin filmin sonlarına doğru yemek yedikleri sahnede Mr.White’ın söyledikleri dikkat çekicidir. Mr.White, Jesse’ye okumak istediği bir bölüm olup olmadığını sorar ve onun business (işletme) ve marketing (pazarlama) için çok yetenekli olduğunu söyler. Bunu söylemek gerçekten önemlidir. Uyuşturucu üreticiliği ve satıcılığı ile hayatını devam ettirmeye çalışan Pinkman’ın normal bir hayat yaşasa iyilik adına neler yapabileceğini gösteriyordur. El Camino’da kötülüğün bulaştığı bütün noktalardan aslında uzak olunabileceğinin iddia edilmesi filmin karakterlerini daha iyi yapmıyor ama yaşamda bir çıkış arayanlar için önemli ölçüde fikirler ve göstergeler sergiliyor.

Sürekli bir kaçış hali

El Camino’yu heyecanlı kılan yönlerden bir tanesi de aslında Jesse Pinkman’ın sürekli olarak bir kaçış halinde olması. İstediği sadece yeni ve taze bir başlangıç olan Pinkman’ın bu uğurda yapabileceklerinin çapının gösterilmesi filme derinlik katmış halde. Kapalı tutulduğu kafesten kaçmasından, Skinny Pete’den yardım istemesine, Todd’un parasını bulmaya çalışmasından Alaska’ya olan yolculuğuna kadar Pinkman’ın kaçışı filmin sürekli bir heyecan içinde ilerlemesini sağlıyor. Yönetmen ve yazar Vince Gilligan’ın bunu filmde ortaya koyması ve işlemesi filmin çekiciliğini arttırmak için son derece önemli. Bir de, Jesse’nin yakalanmasını istemeyenler için bir kaçışın nasıl arzulandığının da göstergesi. Kim bilir kaç kişi Jesse kaçarken onun kaçıp kurtulmasını istemiştir?

İşleri düzeltmek

El Camino’nun başında Jesse’nin Mike ile diyaloğundaki önemli yerlerden bir tanesi de Mike’ın Jesse’ye “işleri asla yoluna koyamayacağını” söylemesi idi. Yeni bir başlangıç için insanları öldürmeyi göze almış olan Jesse’nin bunu Mike’tan duyması herhalde yıkıcı olmuştur. Bilge bir adam olma rolünü neredeyse bütün Breaking Bad, Better Call Saul ve El Camino’da elden bırakmayan Mike’ın söylediklerine kulak asmak Jesse için iyi olabilirmiş. Ancak buna Vince Gilligan izin vermek istememiş. Hem olacakları kabul edip polise teslim olan bir Jesse olsaydı işler izleyici için daha iyi mi olurdu? Polisten kaçış filmi mi daha ilgi çekici olurdu, hapishanede yaşananlar mı? Kararı Vince Gilligan vermişe benziyor.

Son Sınır: Alaska

El Camino’nun sonunda Jesse’nin ABD-Kanada sınırında ilk fark ettiği durumlardan bir tanesi sınırın ne kadar sessiz olduğu. Böyle bir yerde yeni bir yaşamın Albuquerque’deki yaşama benzemeyeceğini Pinkman belki önceden bilemiyor ama durum sonunda böyle oluyor. Üstelik herkesin elde edemediği bir yeniden başlangıcı elde ediyor Pinkman. Peki Pinkman’ın yeni bir yaşamı olabilecek mi? Eğer böyle bir yaşam olacaksa biz bunu bilebilecek ve izleyebilecek miyiz? Vince Gilligan sanki bu soruların olası cevaplarının sonlarına birer nokta koymamış. Jesse yeni yaşamına doğru arabasıyla ilerler ve filmin sonu gelirken Pinkman’ın kötülüklerden arınmış yeni yaşamının hayallerine kapılabiliriz. Breaking Bad ve El Camino’nun en önemli başarılarılarından biri de, Mr. White ve Jesse için yeni bir yaşamın gelebileceği hissinin her zaman taze tutulması. Unutmayalım ki Jesse hâlâ yaşıyor. En azından filmin sonundan bunun böyle olduğunu biliyoruz. Onun için iyilikleri mi isteyelim, yoksa adaletin sağlanmasını mı? Karar acaba gerçekten zor mu?

Politik Aşırılık Üzerine

Kitap okumayı seçen insanlar bazen ilginç ve yararlı kitaplarla tesadüfen buluşur. Bu başıma defalarca geldi. Sonuncusu bu ayın başlarında vuku buldu. Sosyal medyada Yusuf Çifci tarafından yazılan Politik Aşırılık Biçimleri’nin (Maarif Mektepleri Yayını) tanıtımını gördüm. Konuyla öteden beridir ilgilenmekte olduğum için kitabı çok merak ettim. Sağ olsunlar, Maarif Mektepleri Yayınları yetkilileri ender görülen bir hızla Yusuf Çifci’nin çalışmasını gönderdi. Fazla hacimli olmayan kitabı dikkatlice okudum. Kitaptaki bazı fikir, tespit ve analizleri okuyucularımla paylaşmanın isabetli ve yararlı olacağına kani oldum.

Politik aşırılık, yazarın da ısrarla ve isabetle vurguladığı üzere, her coğrafyayı ilgilendiriyor. Geçmişinde veya bugününde politik aşırılıklarla karşılaşmayan bir ülke yok gibi. Biz Türkiye vatandaşları ise mevzuya çok aşinayız. Türkiye’nin bir aşırılıklar ülkesi olduğunu şöyleysek ülkemize ve toplumumuza bir haksızlık etmiş olmayız. Türkiye hem kendi içindeki hem de başka coğrafyalardaki aşırılıklardan mütemadiyen zarar görmekte, sıkıntı çekmekte olan bir memleket. Bu yüzden, konu, gerçekten, çok ilginç ve mühim.

Yusuf Çifci hacmi küçük fakat muhtevası zengin çalışmasına bir kavramsal netleştirme ile başlıyor. Günlük lisanda politik aşırılık biçimlerini aynı anlamda ve birbirinin yerine geçecek biçimde kullanmaya meyilliyiz. Bu yüzden onlar arasındaki farkı ya anlamıyor ya da gözden kaçırıyoruz. Oysa, konuya nüfuz edebilmek için kavramları doğru ve yerli yerinde kullanmak gerekiyor.

Politik aşırılığın üç temel türü var: Fanatizm, radikallik ve fundamentalizm. Fanatizm genellikle haz, eğlence ve çevrecilik alanlarında boy gösteriyor. Radikallik daha ziyade etnisite ve ideoloji bağlantılı olarak ortaya çıkıyor. Fundamentalizm ise, dinlerle, dinsel düşüncelerle bağlantılı. Çifci, politik aşırılığı “fikre barut karıştırmak” olarak hoş şekilde fotmüle ediyor. Fanatizm etimolojik olarak ibadethane veya tapınak anlamına gelen “fanum” kelimesinden geliyor. Coşkun, abartılı, aşırı tutkulu bağlılığa işaret ediyor. Zaman içinde anlamı dönüşen, bir anlamda sekülerleşen fanatizm bugün sporda, tüketici davranışlarında, otomobil modifikasyonunda sık görülüyor. Radikallik (veya radikalizm) bir etnisiteyi veya bir ideolojiyi odak alıyor. Yazara göre hiçbir etnisite ve hiçbir ideoloji radikal yorumlara konu ve radikal davranışlara zemin olmaktan emin olamaz. Fundamentalizm ise bir tür dinî fanatizm veya radikalizm. Müslümanlık, Hristiyanlık, Yahudilik, Budizm ve diğer tüm dinler, hatta Çifci’nin birkaç yerde işaret ettiği üzere. ateizm bile fundamentalist yorumlara tabi tutulabiliyor.

Fanatizm, radikallik ve fundamentalizm biçimlerinde tezahür eden politik aşırılık nasıl doğuyor, nelerden besleniyor? Çifci’ye göre politik aşırılığın kültürel, toplumsal, psikolojik ve ekonomik sebepleri var. En önemli faktör politik aşırılığa kapılanların kendilerine bir hakikat temeli kurmaları, bu hakikati korumayı kendilerine iş-görev edinmeleri, bu yüzden başkalarını sırasıyla ötekileştirmeye, düşmanlaştırmaya ve en sonunda şeytanlaştırmaya yürümeleri.

Bununla beraber fanatizm, radikallik ve fundamentalizm her hâlükârda ağır ve kötü sonuçlara yol açmıyor. Bu aşırılıkların her birinin bir pasif, pozitif, yumuşak biçimi ve bir aktif, negatif sert biçimi var. Aşırılıklarla ilişkilendirilen sorunları yaratan ilk değil ikinci biçim. Aşırılıkların yol açtığı problemlerin en ağırı ise, aşırılığa kapılan bir öznenin kendine ve başkalarına şiddet uygulaması ve şiddeti kurumsallaştırarak terörizme yelken açması. Başka bir deyişle aşırılıkların yol açtığı sorunlar yelpazesinin en ucunda terörizm yer alıyor.

Yusuf Çifci’nin yerinde bir tutumla defalarca vurguladığı üzere, politik aşırılıklar her ülke için, fakat özellikle demokrasiler için sıkıntılar, krizler yaratıyor. Zamanımızda bundan en çok etkilenen yer ise İslam coğrafyası. Batılı siyasetçi ve bürokratlar yanında akademik çevreler de aşırılığı, ideolojik ve önyargılı bir tutumla, İslam ve Müslümanlar ile ilişkilendirmeye meyilli. Şüphe yok ki aşırılığın en korkunç meyvesi olan terör ile mücadele etmek şart. Ancak, asıl ve temel mücadele alanı eli silahlı teröristi etkisiz hâle getirmek değil, onların terörist olmasına giden aşırılaşma yollarını tıkamak. Fanatik, radikal ve fundamentalistlerim negatif, sert, aktif pozisyonlar almasına engel olmaya çalışmak.

Okuyucularıma kitabı okumayı tavsiye ederim. Ben okudum ve çok yararlandım. Beni memnun eden bir diğer -ve daha önemli- husus, Anadolu’da (Muş’ta) bu tür önemli konulara ilgi duyacak kadar zihni açık ve bu tür zor çalışmaların altından kalkabilecek kadar yetenekli genç akademisyenlerin bulunması. Kitap akademik hayatımıza ilişkin umutlarımı artırdı. Bu yüzden hem yazarı hem de ona çalışma ortamı sağlayan meslektaşlarını ve Muş Alparslan Üniversitesi camiasını tebrik ediyorum.

 

 

 

 

 

Türkiye’nin Suriye Operasyonu Hakkında

PYD denen örgütün PKK ile organik ilişkisi olmasaydı, Türkiye’nin Suriye’de yürüttüğü operasyona karşı çıkmak, eleştiriler yöneltmek çok daha elzem, kolay ve ahlâkî olurdu. Ancak, durumun böyle olmadığı açık. PYD totaliter zihniyetli, Türkiye’yi on yıllardır teröre boğan, binlerce insanın can kaybına sebep olan, demokratik siyaset kapısı açılmasına rağmen silahtan vazgeçmeyen ve vazgeçme eğilimi sergileyen Kürtleri baskıyla sindiren kanlı bir örgüt olan PKK’nın Suriye kolu. PKK/PYD’nin işgal ettiği yerlerdeki demografik yapıyı değiştirmek ve mülkiyet kayıtlarını yok etmek için çaba sarf ettiği, kısmî etnik ve ideolojik temizlik yaptığı, bazı mahallî sakinleri sürgüne gönderdiği biliniyor. Bu yüzden PKK/PYD’nin Suriye’de yaptığı ve yapacağı her şey Türkiye’yi yakından ilgilendirmekte.

Nitekim, PYD’nin aslında PKK olduğunu Trump da itiraf etti. Diğer taraftan, Türkiye’nin “PYD’ye verilen destek PKK’ya verilen destektir, PYD PKK’dır” diye yaptığı eleştirilere cevap veren Batılı mahfiller “orada PKK yok Kürtlerin de parçası olduğu SDG var” diyorlardı. Ama operasyon başlayınca sadece ve sadece Kürtlere karşı “savaş”tan söz etmeye başladılar. Böylece kendilerini yalanladılar. Bu yüzden, PYD Türkiye için bir tehdit teşkil etmiyor yolundaki yorumlar hatalı ve temelsiz. ABD binlerce kilometre öteden güvenlik kaygısı duyarak bölgeye geliyorsa Türkiye’nin güvenlik riski görmesi niçin meşru olmasın? Unutmayalım ki Türkiye 4 milyon Suriyeli sığınmacıya ev sahipliği yapması yüzünden ilgili tüm ülkeler arasında en ahlâklı pozisyonda duran ve söz söylemeye en çok hak sahibi olan ülke.

Bölgeye askerî olarak müdahale etme durumu keşke ortaya çıkmasaydı. Arşivlerde kayıtlar var; Türkiye yıllarca sözde müttefiklerine kaygılarını iletti ve PKK’ya destek verilmemesi, alan açılmaması için adeta yalvardı. Silah kullanılmadan kaygılarının giderilmesi için bekledi ve yoğun diplomatik faaliyetler yürüttü. Ya doğrudan reddedildi ya da ahlâksızca oyalandı. Yani operasyon kararı bir gece içinde ve diğer yollar denenmeden alınmadı.

Operasyonun elbette riskleri var. Bu yüzden çok iyi askeri ve diplomatik planlamalar yapılmış olmalı. Ancak, operasyonun getirebileceği riskler yanında müdahale etmemenin getirebileceği riskler de olabilir. Karar alanlar ve ciddiye alınmak isteyen yorumcular her iki istikamette riskleri hesaplamak, tartmak ve ona göre konuşmak zorunda. Umarım karar vericiler gerekeni yapmıştır.

Diğer taraftan, operasyona yapılan her eleştiri Türkiye’ye düşmanlıkla suçlanmamalı. Eleştiriler değişik fikirler, Türkiye’nin iyiliğini farklı bir çizgide arama çabaları olarak değerlendirilmeli. Usulüne uygun olarak ve nezih bir lisanla yapılacak tartışmalar, fikir alışverişleri, potansiyel hataları önlemede, meselenin farklı yönlerini görmede yararlı olabilir. Öyle olmasalar bile fikir ve ifade özgürlüğüne girer.

Bu saatten sonra yapılabilecek en iyi şey operasyonun en kısa zamanda, siviller zarar görmeden, en az can kaybıyla tamamlanmasını dilemek ve hayırlı gelişmelere yol açmasını umut etmektir.

15 Ekim 2019

Suriye Harekâtı: Belirsizlikler ve Riskler

Türkiye’nin PKK’nın Suriye’de devlet benzeri bir yapılanma oluşturmasına sessiz kalmayıp tepki göstermesi anlaşılabilir. Ancak bu tepkinin Suriye sınırları içinde bir Güvenli Bölge (GB) oluşturulmasına yönelik bir askeri harekat şeklinde tezahür etmesinin çözebileceğinden daha fazla sorun yaratabileceği iddialarını da ciddiye almalıyız. Bu kararın arkasında büyük bir siyasi ve toplumsal desteğin –ki bu destek toplumumuzun militarizme ve yayılmacılık sınırlarında dolaşan milliyetçiliğe ne kadar yatkın olduğunu bir kez daha gösteriyor- var olması büyük belirsizlikler ve bunların yarattığı risklerden söz etme gereğini ortadan kaldırmıyor. Siyasette kolay seçimler, ya da sıfır riskli politikalar diye bir şey yoktur ancak bu harekât kararının çok riskli olduğu inkâr edilemez.

Hayata geçirilebilse bile, ABD ve Rusya’nın Güvenli Bölge’nin kontrolünü ülkemize bırakmak istememeleri halinde ne olacağı büyük bir soru işareti. Ayrıca, PKK/PYD militanlarının halkın içine karışarak bu bölge içinde eylemlerine devam etmeleri ya da Güvenli Bölge dışına çıkarak saldırmaları ihtimali hep olacak. Yine Güvenli Bölge’nin yeniden yapılandırılması ve ülkemizdeki Suriyelilerin buralara yerleştirilmesi planı çok kapsamlı bir nüfus mühendisliğini gerekli kıldığı gibi, bu sürecin özellikle iktisadi maliyetinin kimler tarafından karşılanacağı da belirsiz. TSK’ya yardım ettiği söylenen Suriyelilerle ilerde nasıl bir ilişki kurulacağı bir diğer belirsizlik unsuru. İçeride ve dışarıda harekâtın Kürtlere değil terör örgütü PKK/PYD’ye yönelik olduğu tezini anlatabilmek de hiç kolay olmayacak. Ek olarak, şu anda hiç öngöremediğimiz başka dinamikler de ortaya çıkabilir. Ve nihayet unutmayalım ki Suriye’deki PKK/PYD varlığının sona ermesi, ülke içindeki PKK’ya yönelik desteğin ortadan kalkması anlamına da gelmeyecek. Kürt sorunu konusunda atılması gereken adımlar bizi bekliyor.

Hülasa bu politikanın Türkiye’yi halihazırda içinde bulunduğu zorlu ekonomik ve siyasi ortamdan daha da kötüye götürebilecek bir sonuç doğurması da mümkün. Ümit edilir ki, bu karamsar senaryolar gerçekleşmez ve Türkiye en az insan kaybıyla oradaki PKK/PYD unsurlarını tehdit olmaktan çıkarabilir.

Bu sonucun ortaya çıkışına bir nebze de olsa katkıda bulunmak isteyenlerin konuşmanın her geçen gün zorlaştığı bir atmosferde kategorik iktidar karşıtlığına düşmeden mesafeli ve eleştirel bir tutum almaları ve alternatifler önermeleri gerektiği de çok açık.

13 Ekim 2019

Barış Pınarı Harekâtı Üzerine

“Barış Pınarı Harekâtı” hakkında yorumcular, “mutlak destekçiler” ve “mutlak retçiler” olmak üzere ikiye ayrıldı. “Mutlak destekçiler” meseleyi hayat-memat meselesi addediyor; operasyon yapılmazsa kısa vadede dahi ülkeyi bölünmenin eşiğine getirecek kadar yakıcı bir bekâ sorunuyla karşı karşıya olduğumuzu öne sürüyor; bundan dolayı, Türkiye’nin her ne pahasına olursa olsun bu harekâtı yapmasının tek doğru politik seçenek olduğuna inanıyor. “Mutlak retçiler” ise her ihtilâfın diyalogla çözülebileceğini, bu doğrultuda Türkiye’nin PYD ile çatışmak yerine uzlaşması gerektiğini, masayı devirmeye Türkiye’nin hakkı olmadığını, bir biçimde muhatabıyla uzlaşması, gerekirse taviz vermesi icap ettiğini, zira bu meselede tarihsel haklı olanın “Kürtler” olduğunu savunuyor.

Her iki görüşe de yakın hissetmiyorum kendimi. “Mutlak destekçi”liğin haklı olduğu yan, PKK/PYD’nin silâhlı varlığının bugünkü Türkiye’nin taşıyamayacağı bir yük içermesi ve hiçbir meşru gerekçeye dayanmayan kör şiddetin, yahut “şiddet için şiddet”in sınırlarımızda mesken tutmasının ulusal güvenlik problemi teşkil ettiğidir. Öte yandan, ülkemizin bir varlık-yokluk yol ayrımında olduğunu, şahlanışa mı yoksa mahvoluşa mı sürükleneceğinin belli olacağı kader anında bulunduğumuzu söyleyenler, ulusal güvenliği siyaset-üstüleştirme kisvesi altında siyasî amaçlarına alet ediyor. PYD’nin kısa vadeli tehdidi, güvenlik güçlerinin başarılı operasyonlarıyla ve ABD’yle varılan devriye anlaşmasıyla bertaraf edilmişti; dolayısıyla statükoyu sürdürmek yakın gelecekte Türkiye’nin bekâsını riske atmazdı. PYD’nin esas tehdidi uzun vadelidir: (1) Orada kurulacak bir PKK devletinin Türkiye’nin sınırları içerisinde barış ihtimâlini baltalayacağı, zira yüzünü güneye çeviren ve terörü seçenek olarak gören siyasî Kürtçülüğün oradan maddî-manevî yararlanacağı, (2) terörle mücadelenin ayrılmaz parçası olan ideolojik mücadele kapsamında, PKK’nın metotlarını yücelten ideolojisinin Türkiye’nin güneyinde egemen olmasının Türkiye’nin iç huzurunu tehdit edeceği kesindir. Bu tıpkı Soğuk Savaş döneminde ABD’nin, güneyinde komünist Küba’nın varlığından duyduğu rahatsızlığa benzer.

“Mutlak retçiler” ise diyaloğun daima ihtilâfları çözeceği inancında yanılıyor. Elbette diplomasinin tüm vasıtaları zorlanmalı, savaş en son seçenek olarak ele alınmalıdır. Fakat kimi durumlarda askerî metotlar diplomasinin son kozu hâline gelebilir. Hiç kimse Pearl Harbour’dan sonra diyalog yerine savaşa katıldı diye Roosevelt’i kınayamaz. Aynı şekilde komünist saldırganlık karşısında Kore ve Vietnam’da ABD; sağ-popülist nobranlık karşısında Falkland’da İngiltere haklıydı. Verilen örnekler her bakımdan bugün boğuştuğumuz meseleyle benzeşir demiyorum, yalnızca “savaş daima yanlıştır” ezberinin saçmalığına işaret ediyorum. “Mutlak retçiler”in bir kısmı zaten Kürt halkının ezilmişliğinden hareketle bir adım ötesine sıçrayıp, Kürtçü siyasetin tarihin daima doğru tarafında yer aldığı ve her talebinin desteklenmesi gerektiğinde birleşiyor; bu tutum ise “savaşa hayır”ı sadece Kürtçülüğün kaybedeceği savaşlarda gündeme getiriyor; onların çelişkisi, bu politik tutumlarını apolitik, genelgeçer, bağlamsız bir “savaşa hayır” ambalajıyla sunmaları. “Meramını açıktan söylese başı derde girecek, onlar da bu yolla suret-i haktan görünerek kendilerini kolluyor” denebilir tabiî. Harekâtı eleştiren sosyal medya hesaplarına gözaltı dalgası başlatılması da bu takiyyeyi âdeta onlar nezdinde haklı çıkarıyor. Ulusal güvenliğin içeriğinin siyaset-üstü değil doğrudan serbest siyasî tartışmanın konusu olduğunu öncelikle kabul etmeliyiz; ister “mutlak destekçi” olalım, ister “mutlak retçi”, ister çekimser.

Benim tutumum, kısa vadeli riskler bakımından bu harekâta olmazsa olmaz denemeyeceği, ancak uzun vadeli riskleri bertaraf etme açısından makûl bir gerekçeye dayandığıdır. Yani “yapılabilir” bir harekâttır bu: Yapmayınca ülke bölünmez ama yapınca da karalar bağlanmaz. PKK-PYD’nin Stalinist liderlik kültünü ve Leninist merkeziyetçi örgüt yapısını, güya Yeni Sol’dan apartma yerelci-komünalist-toplulukçu öğelerle sentezleyerek oluşturduğu sapkınca ideolojik bileşim ve bu ideolojiyi sahada tahakkuk ettirmede kullandığı yöntemler ise hiçbir liberalin sıcak bakamayacağı türden. “Komün” romantizmi üzerinden Rojava’yı pazarlayarak Batı solundan, anti-İslamcı ajanda üzerinden de Batı sağından sempati toplayan PYD’nin uluslararası desteğini azaltmak için Türkiye’nin akıllıca diplomatik hamleler yaptığı söylenemez. PKK-PYD’nin sapkın ideolojik sentezi Türkiye tarafından dünyaya yeterince ifşa edilmediği gibi, Batı’da oluşan “İslamcı Türkiye vs seküler Kürtler” ikiliğine dayalı imgenin yıkılması için Türkiye daha fazla çaba sarfedebilir, örneğin demokratikleştirici reformlara hız vererek ve sağcı/solcu/dinci her türden radikalizme karşı ideolojik mücadele başlatarak, pan-İslamist dış politika yapmayarak uluslararası kamuoyundaki kredisini artırabilirdi. Ve her halûkârda, yıkılmayacağı besbelli Suriye devletiyle diyalog kurar, yeni ve daha kapsayıcı bir rejim kurulana dek barışın tamamen sağlanmasında ortaklaşa çalışabilir, rejim ile muhalifler arasında köprü görevi görebilirdi.

Son olarak, “mutlak retçiler” tarafından dile getirilen, yaşanan problemin Türkiye’nin kendi içinde Kürt sorununu çözmemesinden kaynaklandığı tezine dair şunlar söylenebilir: İçerideki çözümsüzlüğün dışarıdaki Kürtlere bakışı etkilediği doğrudur. İki sene önce Kuzey Irak’ta Barzani’nin bağımsızlık referandumuna bizimkilerin gösterdiği tepki bunun en somut örneği. Sürekli bir alarm ve teyakkuz hâli! Öte yandan, Suriye’deki gelişmeler Türkiye’nin içerideki Kürt sorununu çözmesini kolaylaştırmadı, zorlaştırdı; PKK orada kendi devletini kurma hevesine kapılarak çözüm sürecini sabote etti, çılgınca hendekler kazmaya girişti. Legal aktör HDP de aynı çizgide devam etti. Yani PKK’nın Suriye’de mevzi kazanması, Türkiye’deki Kürt siyasetinin yüzünü Ankara’ya değil Rojava’ya çevirmesine sebep oldu. Bu, en geniş reformların dahi tatmin edemeyeceği kadar yüksek bir beklenti çıtasının konulması demektir, yani Türkiye bu sorunu mükemmelen çözse dahi PKK hep “bir fazlasını” isteyecek, aksi hâlde silâh bırakmayacak, terör kozunu oynayacaktı. Etnik mesele öyle bir şeydir ki, silâhlı mücadele yapmayan Katalanlar ve İskoçlar bile en geniş demokraside tatmin edilemiyor, bizde ise üstelik silâhlı bir Kürtçülük gerçeği var. (Bu elbette reformların ve demokratikleşmenin lüzumsuz olduğu anlamına gelmez). Dolayısıyla denklemi, “Kürt sorunu hâllolursa PKK zayıflar” şeklinde değil, “PKK’nın zayıflaması sorunun çözümüne hizmet edebilir” şeklinde kurmak lâzım. “İllâ eder” demiyorum, devlet yine baskıcılığa devam edebilir. Lâkin PKK’nın varlığı, tıpkı 1971’de silâhlı sol örgütlerin 12 Mart baskıcılığını tahrik ve teşvik etmesi gibi, bugün milliyetçiliğe ve militarizme âdeta can suyu veriyor.

14 Ekim 2019

ABD ve Diğer Ülkelerle PKK/YPG Arasındaki İlişkilerde Turnusol Kâğıdı: Barış Pınarı Harekâtı

Terör nedir? Her ne kadar 1937 tarihli Terörizmin Önlenmesi ve Cezalandırılmasına İlişkin Cenevre Sözleşmesinin 1/2. maddesinde terörizm, “Bireylerin ya da bireyler grubunun ya da umumi halkın zihninde bir terör hali yaratmak için tasarlanmış ya da planlanmış, bir devlete karşı yöneltilen kriminal eylemler”  olarak tanımlanmış ise de, gerek milletler arası belgelerde, gerek ülkelerin iç hukukî mevzuatlarında, gerekse akademik camiada bu kavram üzerinde mutabakat sağlanabilmiş değildir. Fakat terör eylemleri mahiyetini haiz faaliyetlerin kapsamı şu şekilde belirlenebilir: Saik ve kastına bakılmaksızın halkı terörize etmek; ona zarar verme tehdidinde bulunmak; halkın yaşamlarını, onurlarını, hürriyetlerini, güvenliklerini ve haklarını tehlikeye atmak; çevreyi, kamu hizmetini, kamu veya özel mülkü zarara maruz bırakmak; onları işgal etmek; onlara el koymak; millî kaynağı veya milletler arası hizmetleri tehlikeye atmak; devletlerin istikrarını, ülke bütünlüğünü, siyasî birliğini veya egemenliklerini tehdit etmek amacıyla bireysel ya da toplu suç planını gerçekleştirmek için her türlü şiddet içerikli eylemleri gerçekleştirmek ya da bu tür eylem tehdidinde bulunmak.

Peki, hangi örgütlü ya da diğer türlü gerçekleştirilen faaliyetler terör kapsamına girer? Ülkelerin bu konudaki tutumları farklılık arz etmektedir. Ülkeler, kendilerine yönelik eylemlerle başka ülkelere yönelik eylemler konusunda farklı tutumlar sergilemektedir. Mesela, ABD için belki de insanlık tarihinin en büyük terör eylemi 11 Eylül 2001 tarihinde ikiz kulelere yönelik gerçekleştirilen eylemdir. Aynı ABD için, resmî listelerine bakıldığında PKK bir terör örgütüdür. Fakat PKK’nın devamı olduğu herkesçe bilinen YPG, hem Suriye’deki halka, hem de Türkiye’ye yönelik yıkıcı, katliam yapıcı eylemler gerçekleştirdiği halde, ABD için terör örgütü değil, bir müttefik yapılanmadır. Esasen 11 Eylül’de gerçekleşen terör eylemine ve bu eylemi gerçekleştiren örgüte bir başka ülkenin destek çıkması ile PKK ve YPG’ye ABD ve diğer müttefiklerin destek çıkması arasında hiçbir fark yoktur.

Dünya’da Türkiye kadar uzun süredir terörle mücadele eden ikinci bir ülke yoktur. 12 Eylül 1980 öncesinde sağ-sol çatışmalarında binlerce insan öldü, onbinlerce insan yaralandı. Ülkemizde insanlar kamplara bölündü, bazı şehirlerde kurtarılmış bölgeler oluşturuldu, bazı şehirlerde terör örgütleri, halk mahkemeleri kurarak bazı kişileri infaz etti.

ABD, 12 Eylül öncesinde Türkiye’deki terör eylemlerini ne kadar destekledi Allah bilir. Maalesef ülkemizde 1970’li yıllardaki terör eylemlerinin gerisindeki haricî güçlerin belirlenmesine yönelik yeterli kapsamda akademik çalışmaların yapıldığı söylenemez.

1980’li yıllardan sonra sağ-sol çatışmalarının yerini, nispeten daha lokal olarak PKK-Türkiye Cumhuriyeti Devleti arasındaki çatışmalar aldı. PKK’nın 12 Eylül darbesinden sonra palazlanmaya başladığı süreçte, bu örgüt, ABD’li yöneticiler tarafından 12 Eylül yönetimine “üç-beş çapulcu” olarak tanıtılmış ve bu belirleme ile uyumlu olarak 12 Eylül cunta yönetimi de “üç beş çapulcu”dan ibaret gördüğü örgütün güçlenmesini çok da ciddiye almamıştır.

PKK terör ve baskı eylemlerini artırdıkça, devletin önlemleri de zamanla şiddetini artırdı. Peki, PKK niçin güçleniyor, güçlendikçe daha donanımlı hale geliyor? Bu sorunun cevabını sadece iç dinamiklerle izah edebilmek mümkün değildir. Çünkü bu örgütün arkasındaki haricî güçler, zamanla alenileşmeye başlamıştır. Hele ki son yıllarda ABD’nin bu örgütü alenen desteklediği, hatta bizzat organize ettiği ayan beyan ortaya çıkmıştır.

Eskilerde bazı haberler fısıltı şeklinde yayılırdı: “Çekiç Gücün konuşlanmasından sonra, ABD’li helikopterler tarafından PKK’lılara kumanya, elbise, silah vb. malzemeler atılmaktadır”. Bu söylemler fısıltı olarak yayılmasına rağmen hiçbir zaman Türkiye Devleti ve ABD’li yetkililer tarafından yalanlanmamıştır. Kısaca bu dönemlerde, PKK Batılı güçler tarafından gizli kapaklı bir şekilde sevk ve idare olunmakta idi. Bu ülkeler, o zamanlarda PKK’yı destekleme fiillerini örtme ihtiyacı hissetmekte idiler.

Ama artık gerek Zeytin Dalı operasyonunda ve sonrası dönemde olsun, gerekse Barış Pınarı harekâtında olsun, artık ABD, bu terör örgütünün mutlak hamisi pozisyonunu açık etmekten imtina etmemektedir. Açıkça bu örgüte, füzeden diğer ağır silahlara kadar, onbinlerce TIR dolusu mühimmatı alenen bu örgüte sağlamaktadır. ABD’nin bu tutumu, diğer Batılı müttefiklerle, bu ülkenin Ortadoğu’daki uç beyleri pozisyonunu üstlenen İsrail, Mısır, Suudi Arabistan vb. ülkeler tarafından kayıtsız-şartsız desteklenmektedir. Sözüm ona ileri demokratik ülke olduklarından bahsedilen bazı devletler, ABD’nin bu desteğini yüzde yüz kabullenirlerken, Türkiye’nin bu örgüte yönelik mücadelesi, “haksız işgal”, “Kürt’lerin yok edilmesi” vb. kara propaganda ve söylemlerle haksızlaştırılmaya çalışmaktadırlar. Barış Pınarı Harekâtı sebebiyle sözüm ona hukuk devleti, demokrasi, insan hakları ve medenî değerleri dillerinden düşürmeyen Batılı ülkelerle, onlarla kolkola giren İsrail, Suudi Arabistan, Mısır vd. bazı baskıcı otoriter devletler, bu harekât sebebiyle Türkiye’ye karşı kınama, hatta silah ambargosu koyma yarışına girdiler. Kısaca, topyekün teröre destek duruşu sergilemektedirler.

Batılı ülkelerin temel felsefelerini teşkil ettiğini söyledikleri demokrasi-insan hakları-hukuk devleti-milletler arası hukuk ile gayrı insani ve gayrı hukuki eylemler olarak nitelenen terör eylemleri ve bu eylemleri gerçekleştirenlerin desteklenmesi nasıl bağdaştırılabilir?

Bu sorunun cevabı, başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerin gerçek kimliklerini ortaya koymaktadır. Bir ülke, gerek gizli gerekse aleni olarak bir terör örgütünü destekliyor, terörle mücadele eden bir ülkeyi bu mücadelesinden dolayı kınıyorsa, hatta bu sebeple yaptırımlara muhatap kılıyorsa, bu ülkenin insan hakları ve hukuk devletinden söz etmeye hakkı yoktur.

Peki, Batılı ülkeler biraz önce sözünü ettiğim insan hakları vb. değerlerle gayrı insanî olan terör eylemlerini ve örgütlerini desteklemeyi nasıl bağdaştırıyorlar? Belki de, Batı’nın gerçek kimliğinin teşhis ve tespiti için bu sorunun cevabı son derece önemlidir.

Türkiye’de yıllar yılı, genellikle ileri demokrasiler olarak bilinen başta ABD olmak üzere Batılı ülkelere, gerçek insanî değerlerin sahipleri, bu değerlerin havarileri nazarıyla bakılmıştır. Oysa Batılı medeni ülkeler hakikaten böyle midir?

Bu soruya cevap verebilmek için fiilî pratiklere bakmak gerekiyor.

Burada meselenin iki veçhesi bulunmaktadır. Birincisi, her bir ülkedeki iç hukuk düzeninin ve güvenliğin sağlanmasıdır. Bu konuda, devletler çok hassastırlar. Gerek düzensizliğe, gerekse iç güvenliğin bozulmasına yönelik tahammülleri hiç yoktur. Bu ülkeler, güvenliği ihlal edebilecek her türlü terör ya da başka eylemler için en üst perdeden önlemleri almaktan imtina etmemektedirler. Kendi iç düzenine yönelik teröre tepkisi bazen en üst perdeden olabilen bu ülkeler, bazı kereler insanî hukuk dışına çıkma konusunda perva etmemektedirler. Bunun en bariz misalini,  11 Eylül 2001 eylemlerinin failleri olarak nitelenenlere yönelik Guatanamo’da yapılan gayrı insanî muameleler oluşturmaktadır. ABD’de Başkan Bush zamanında, her türlü gayrı insanî işkence muamelelerini men eden kanun Kongre tarafından kabul edildiği halde, önce Bush, “imza beyanı” yoluyla işkenceye ilişkin hükümlerin uygulanmasını bertaraf etmiş, daha sonra da en acımasız muamelelerin yapılmasından kaçınılmamıştır. Bundan şu çıkmaktadır, ABD’de, iyi günlerde, demokrasi, insan hakları, hukuk devleti öne çıkabilmekte, ama güvenliğin bozulduğu durumlarda, hukuk devleti de, insan hakları da gerilemekte, terör olarak değerlendirilen eylemlere karşı en acımasız ve aşırı uygulamalardan kaçınılmamaktadır.

İkincisi, gerek ABD gerekse diğer Batılı ülkeler için, özellikle milletler arası ilişkilerle ticarî ilişkilerde önemli ve belirleyici olan ölçüt değerler, demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti değil, kendi çıkarlarıdır. Yani bu ülkeler çıkarları söz konusu ise ilişki kuramayacağı diktatör ve diktatörlük yönetimi ya da terör örgütü yoktur. Bunun en bariz misallerini, ABD ile Ortadoğu’daki otoriter rejimler arasındaki en sıkı ilişkiler oluşturmaktadır. Batılı ülkeler için, “kendi çıkarları ile uyumlu olan ülkeler, örgütler ve diğer yapılar ile kendi çıkarları ile uyumlu olmayan ülkeler, örgütler ve diğer yapılar” ayrımı söz konusudur. Kendi çıkarları ile uyumlu ise bir örgüt bir milyon insanı hunharca katletmiş de olsa, bu örgüt, Batı için en makbul örgütler arasında yer alır ve çıkarlarını korumak için bu örgüt sonuna kadar desteklenir. Bunlar vasıtasıyla, kendi çıkarları ile çelişen politikaları uygulayan ülkelere karşı vekâlet savaşları yapılır. Nitekim ABD’yi küstürmek istemeyen ya da onunla müşterek hareket eden bir dizi demokratik bilinen ülkelerle otoriter rejimler, PKK ve YPG terör örgütlerini destekleme noktasından yarışa girmektedirler. Türkiye’nin Barış Pınarı Harekâtına cansiperane karşı çıkan bu ülkeler, bu sözümüzü tamamen haklı çıkarmaktadır.

Kısaca belirtmek gerekirse, Türkiye’nin, onbinlerce insanın hunharca katledilmelerine sebep olan PKK ve YPG terör örgütlerine karşı yürüttüğü haklı mücadelenin bir aşamasını teşkil eden Barış Pınarı harekâtına karşı gösterilen tepkiler, bu ülkelerin teröre karşı tutumlarının yönünü belirleme noktasından “turnusol kâğıdı” işlevi görmektedir. Maalesef, bu ülkelerin bu mücadelede PKK ve YPG terör örgütünü en üst perdeden desteklemeleri, onların insan hakları ve hukuk devleti açısından ne kadar zavallı, geri, art niyetli olduklarını, iki yüzlülüklerini gün yüzüne çıkarmaktadır. Bizim buradaki beyanlarımız bir zan değil, bunların bu ikiyüzlü politikalarını yüzlerine vurmaktan ibarettir. Bu zeminde, ne Türkiye’de, ne de Batılı ülkelerin çıkarları ile çeliştiği düşünülen diğer ülkelerde terör ve kaosun bitmesi kısa vadede oldukça zor görülmektedir.

* Kırıkkale Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi

14 Ekim 2019

Liberalizm ve Altın Standardı

Liberal düşünceyi 20. Yüzyıl’ın ikinci yarısında Avusturya, Şikago ve Kamu Tercihi okulları ayağa kaldırdı. Bu üç okul büyük bir fikri geleneği çağın gereklerine göre yeniden ele aldı. Onu güncelledi, geliştirdi. Liberal demokrasi dediğimiz ‘sınırlı devlet ve serbest piyasa’ sisteminin çok daha teferruatlı bir anatomisini sundu. Bu üç okulun devletçiliğe, Keynesyenizme, neo–merkantilizme, sosyalizme ve faşizme karşı fikir savaşı kusursuz ve kesin bir başarı gösterdi dememiz mümkün değil. Ancak en azından, anaçizgi iktisat akımını yaşatma ve ileriye taşımada büyük bir başarı gösterdiklerini ifade etmemiz gerekir.

Dikkat edilmesi gereken bir özellik bu üç okulun da özünde birer iktisat okulu olmalarıdır. Liberal düşünceye muarızları karşısında üstünlük sağlayan bir özelliktir bu. Şikago son 20-25 yıldır bir gerileme gösteriyor olsa da, Avusturya ve Kamu Tercihi çizgisinde çalışan, oldukça ümit verici ve çoğunluğu genç bir bilim insanı nesli vardır. Revizyonist ekonomi tarihçiliği adına ve para politikası özelinde çok başarılı bir örnek, eski Şikago çizgisinden T. M. Humphrey ve R. H. Timberlake’in Büyük Buhranın nedenlerine dair yeni eseridir. Bu çalışma, Fed’in 1930’lar boyunca bir laissez faire doktrine bağlı olduğu için Büyük Buhranın yaşandığı iddiasını başarıyla çürütür. M. Friedman’ın ifadeleriyle;

“Büyük Buhrana neden olan şey kesinlikle herhangi bir türden altın standardına bağlılık değildi. Bilakis bu neden, bir altın standardına bağlılığın söz konusu olmamasıydı. Şayet ABD veya Fransa altın standardına sadık kalsaydı, Birleşik Devletler, Fransa ve altın standardına dâhil diğer ülkelerdeki para arzı önemli seviyede artacaktı… [T. M. Humphrey ve R. H. Timberlake’in] Real Bills Doktrini üzerine vurgusu, A. Schwartz’ın ve benim Fed politikasının neden öyle çok ‘beceriksiz’ olduğuna dair analizimizi önemli bir açıdan tamamlar. Fed bünyesindeki iktidarın el değiştirmesini uzun uzadıya vurgulamış ve tartışmıştık. Bugünden geriye bakınca görüyoruz ki, vurgulamamız gereken bir hususa değinmemiştik. İktidarın devredildiği kişilerin Real Bills Doktrinine genel bağlılığı bizim değinmediğimiz bir konuydu.”

Bugün halen birçok kişi Büyük Buhranın liberalizmin ve –J. Schumpeter tarafından liberalizmin tamamlayıcı parçası olarak adlandırılan– Altın Standardının krizi olduğunu düşünür. Hatta hızını alamayıp, Hitler’in yükselişini ve II. Dünya Savaşında on milyonlarca insanın ölümünü bile içinden ‘liberalizm’ ve ‘altın standardı’ geçen cümlelerle açıklayanlar vardır.

Ancak Buhrana yol döşeyen başat faktör olan deflasyonun sebebi ABD para arzında 1929–1933 arasında üçte bir oranında gerçekleşen seküler daralmaydı. Fed bu parasal daralmayı sadece seyretmişti. Bunu yapmasını ona söyleyen ise Real Bills Doktriniydi. RBD, para arzındaki daralmaya intibakı engelleyen ücret ve fiyat katılıklarının varlığına rağmen, merkez bankalarına bütünüyle hareketsiz kalmalarını; para arzındaki çöküşün engellenmemesini vaaz ediyordu. Yine az bilinen ama önemli bir detay, 1920’ler ve 30’ların bir Altın Standardı değil, Altın Mübadele Standardı dönemi olmasıdır. Uluslararası Klasik Altın Standardı 1914’te son buldu. Büyük Savaş sonrasında, devletlerce manipüle edilmeye daha açık bir sistem olan Altın Mübadele Standardı söz konusuydu.

Altının uluslararası parasal dengeyi sağlayabilmesi için ülkeler ve piyasalar arasında serbestçe dolaşabilmesi gerekiyordu. “Birinci Dünya Savaşı esnasında ve sonrasında Britanya ve Kıta Avrupası’nın büyük miktardaki bir altını Birleşik Devletlere akıyordu” (L. H. White, s. 297-300). Ancak Fed 1920–1932 döneminin hemen hemen tamamında bu akımı sterilize ediyordu; yani altının yurtiçi para stoğuna eklenmesini engelliyordu. Benzer şekilde, Fransa Merkez Bankası da 1928’deki bilinçli bir devalüasyon (paranın değerini düşük tutma) politikası ile büyük ölçekli bir altın miktarının kendisine akışını sağladı; üstünde oturduğu altının parasal dolaşıma çıkmasına engel oldu. “Fransa dünya altın rezervindeki payını 1927 ve 1932 arasında %7’den %27’ye yükseltti ve bu birikimin ekseriyetini etkin bir şekilde sterilize etti” (D. A. Irwin, NBER).

Altın standardının deflasyona karşı koymada merkez bankacıların elini bağladığı söylenmiş olsa da, gerçekte olan şey bunun tam tersiydi. Merkez bankacılar Altın Standardının elini–kolunu bağlamışlardı. Bürokratlardan beklenecek şekilde, sonuçlanan başarısızlığın kendilerine değil, Altın Standardına ait olduğunu söylediler. Burada diğer bir hayati hatayı İngiltere yapmıştı. W. Churchill’in Sterlini Büyük Savaş öncesi pariteden altına bağlama şeklindeki kararı, uluslararası boyutta parasal dengesizliğin birikmesini destekledi. Savaş boyunca basılan kâğıt para dikkate alınmadan, Sterline artık sahip olmadığı bir satın alma gücü atfedildi. Bu, özünde bir fiyat kontrolü dayatmasından farksızdı; parite kayışının kaçınılmaz kopuşu Eylül 1931’de gerçekleşti. Britanya artık altının dışına düşmüştü.

Buhranı ‘Büyük’ yapan başat faktör işte bu küresel parasal dengesizlikti. Hatta buna parasal bir kaos ortamı da denebilir. Elbette, başka önemli yapısal sorunlar da vardı. ABD’de Buhran boyunca dokuz binden fazla banka kapısına kilit vurdu. Bu astronomik rakamın nedeni Şube Bankacılığı (Unit Banking) sistemiydi. Bankaların yeni şubeler açarak coğrafi yayılma sayesinde kredi ve mevduat riski dağıtımı yapmalarının önü kesilmişti. Bir kere kurulan banka oturduğu yerde kalmaya, bütün yumurtalarını tek bir sepete koymaya mecburdu. 1930’ların Yeni Düzen (New Deal) tedbirleri ücret ve fiyat katılıklarının yapay surette ve şiddetli bir şekilde artışına neden oldu. Bu yüzden, piyasa aktörlerinin daralan para arzına intibak sağlama yeteneği büyük ölçüde kısıtlandı. 1930’lar boyunca izlenen politikalar piyasaları bir mengene içinde sıkıştırmaktan farksızdı.

Fed parasal daralmayı telafi edecek bir politika da izlemedi. Şayet, bir klasik liberal ve esasen serbest bankacılık yanlısı olan W. Bagehot’ın tasarladığı Nihai Kredi Mercii Doktrinini’nin orijinal kurallarını takip etseydi, Fed deflasyonun önüne geçebilirdi. Doğrudur ki, serbest piyasalar ekonomik çöküş ve finansal panik anlarından sonra, kendi bünyelerine ait bir iyileşme yeteneğine sahiptir. Bu yetenek piyasaların serbestlik derecesine ve ekonomi politikasının fiyat sistemine ne kadar yardım ettiğine bağlıdır. Ekonomik özgürlük genişledikçe, fiyat sisteminin esneyeceği alan genişler. Böylece, ücret ve fiyat katılıklarının ekonomik iyileşmenin önünde durma gücü azalır.

Gelişmiş ülkelerin son 10 yıldaki potansiyel altı büyüme eğilimleri bu gerçeğin kendisini açığa serdiği başka bir büyük deney oldu. Fed ve diğer gelişmiş ülke merkez bankaları 2008 Krizinden sonra da Bagehot’ın kurallarını dikkate almadı. Bugün takla atan getiri eğrileri ve 17 trilyon dolara varan negatif faizli tahviller gibi anomaliler merkez bankalarının kuralsız politikalarının marifetidir.

Merkez bankalarının keyfi politikalarının olmadığı serbest piyasalarda bu tür finansal çarpıklıklar da olmaz. 2008 sonrası Bitcoin ve benzeri desantralize parasal çözümler parayı icat eden serbest piyasaların onu devlet tahakkümünden kurtarma ve yeniden kendisine hizmet eder hale getirme çabasının bir parçası olarak görülebilir. Parasal merkezi planlamanın derecesi, kapsamı arttıkça bizi bekleyen ekonomik sıkıntıların derinliği ve yıkıcılığı da artıyor.

Altın Ons Fiyatı ve Negatif Getirili Tahviller

 

Bu bir yana, tablomuzda görülebileceği gibi; altının kendisi 2016 yılından bu yana negatif faizli borç senetlerinin seyri ile artan bir bağ kuruyor. 2008’den 2016’ya kadar, agresif şekilde piyasa karşıtı para politikalarının kalıcı olmayacağını bekleyen aktörler, ‘yeni’ ve kalıcı politikaların risklerine karşı durmak için altına daha fazla güç atfediyor. Şimdiye kadar şiddetli enflasyon, savaş, ekonomik çöküş vb. dönemlerde parıltısını artıran altın bu nedenle güvenli liman olma vasfına yeni bir boyut ekliyor.

Devletler baskı altına alarak, seçim haklarını sınırlandırarak, zorlamalarla ve kandırma yöntemleriyle çalışır. Piyasalar ise alternatif çözümler önererek, yeni yöntemleri icat ederek, tüketicinin seçim alanlarını genişleterek çalışır.

Tutarlı bir liberalin hangisinden yana olması gerektiği açıktır.

8 Ekim 2019