Ana Sayfa Blog Sayfa 64

Liberal Düşünce Kongresi 2019

0

Liberal düşünce açısından Türkiye’de 2019 yılının en önemli vakası, hiç kuşku yok ki, yıllardır olduğu gibi, Liberal Düşünce Topluluğu tarafından düzenlenen Liberal Düşünce Kongresi’ydi. Kongreler yıllardır Anadolu’nun her tarafından liberal eğilimli veya liberal fikirlerle toptan ters düşmeyen fikir, düşünce ve bilim insanlarını biraraya getiriyor. Katılımcılar bir taraftan ilginç ve ufuk açıcı tebliğleri dinlerken diğer taraftan da dostlarıyla hasret gideriyor, sohbet ediyor, ortak ilgiler ve araştırma konuları geliştiriyor. Akşamları gruplar hâlinde Ürgüp’teki yemek ve eğlence mekânlarını keşfe çıkıyor. Kongre sonunda hemen herkes liberal arkadaş çevresini genişletmiş veya dostlukları derinleştirmiş oluyor.

Bu yılki Kongre de Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi ve Değerli Eğitim Derneği’nin katkılarıyla düzenlendi. Üniversite’nin rektörü Prof. Dr. Mazhar Bağlı açış konuşmasında Kongre’nin uzunca bir zamandır istikrarlı şekilde düzenlenmesine dikkat çekti. Böylece önemli bir geleneğin oluştuğunu söyledi. Liberal Düşünce Topluluğu’nun Türkiye’nin kronik problemlerine çözüm bulmada en önemli kaynak ve ortam olduğuna dikkat çekti. LDT YK Başkanı Prof. Dr. Tanel Demirel de etraflı açış konuşmasında özürlüğün korunması, uğruna mücadele edilmesi gereken bir değer olduğunu vurguladı. Seçimle gelmesinin bir iktidarın özgürlüklere bağlı ve özgürlükleri koruyucu olmasına yetmediğine, özgürlük için özel çaba sarf edilmesi gerektiğine işaret etti. Liberal Düşünce Topluluğu’nun toptancılık yapmadan ve nefret üretmeden doğruya doğru yanlışa yanlış deme erdemini yaşamaya ve yaşatmaya çalışan hemen hemen tek çevre olduğu gerçeğinin altını çizdi.

Kongre’de çok sayıda yeni katılımcı vardı. Toplam altı oturumda gayet başarılı sunuşlar yapıldı. LDT’nin her yıl lisans öğrencileri için düzenlediği yarışmada dereceye giren öğrencilere ödülleri takdim edildi.

Para politikası tartışmalarına ilişkin oturumunda Hacı Bayram Veli Üniversitesi’nden Dr. Tolga Dağlaroğlu ve Dr. Orhon Can Dağtekin muhtevası kadar sunum heyecanıyla da ilgi ve dikkat çeken ve beğeni toplayan konuşmalar yaptı. Konuşmacılar tarafından hem finansal sistemin işleyişi ve ekonomiye tesirleri hem de kripto paraların, özellikle bitcoinin ne olduğu ve para sistemlerini nasıl etkileyeceği hakkında ilginç bilgiler aktarıldı. Dile getirilen ve çok gülünen bir vaka, Diyarbakır’da birileri tarafından bitcoin üretmek üzere kaçak elektrik hattı çekilmesiydi. Bitcoin üretmek için muazzam miktarda enerji gerekmesi, başka bir deyişle enerjinin bitcoin üretiminin ana maliyet kalemlerinden biri olması birçok kimsenin bilmediği, ilk defa öğrendiği ve biraz şaşırdığı bir durumdu. Sanırım gözden kaçan bir söz de kolay üretilen paranın toplumu fakirleştireceğiydi.

Bir diğer oturumda akademik özgürlükler ve üniversitelerin durumu tartışıldı. KHK ile üniversiteden ihraç edilen akademisyenlerden Doç. Dr. Tezcan Durna’nın anlattıkları epeyce dramatikti. KHK ile görevden almalarda yapılan hataları hatırlatması ve bu hataların artık daha fazla gecikmeden giderilmesi için adım atılması gerektiğini tekrar düşündürtmesi bakımından çok yararlı oldu. Gerek Durna’nın gerekse diğer konuşmacı Ayşe Mahinur Tezcan’ın sunuşu, bugünün meselesi olmamakla ve çok eskiye giden bir tarihi bulunmakla beraber akademik özgürlüğün ve üniversitelerin içler acısı hâlini gözler önüne sermek bakımından çok yararlı oldu.

Özgürlük, demokrasi ve hukuk tartışmaları oturumunda Dr. Vahap Coşkun bazı davalar üzerinden yargı sisteminin sorunlarını örneklendirdi. Çok kötü işleyen bir yargı tablosu çizdi ve tüm faturayı siyasal iktidara çıkardı. Ben soru cevap kısmında bu tespitin tamamen doğru olmadığına, AYM’den çıkan kararların bunun delili olduğuna işaret ettim. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemiyle ilgili oturumda ise idarenin yeniden yapılandırılmasındaki boyutlara ve hukuk ve siyaset bakımından hatalara dikkat çekildi.

En ilginç oturumlardan biri edebiyat, sanat ve ideoloji üzerine olandı. Oturum başkanı -eski asistanım- Dr. İbrahim Sarıtaş, totaliter sistemlerde, özellikle Nazizmde sanatın nasıl devlet tarafından kullanıldığını çarpıcı bilgilerle açıkladı. Oturum sayesinde iyi bir felsefeci olarak tanınan Hasan Yücel Başdemir’in aynı zamanda iyi bir edebiyat takipçisi oluğunu da öğendik. Başdemir, Cengiz Aymotov’un ve Ayn Rand’ın romanlarındaki totaliterizm eleştirilerini ele aldı. Değerli sanatçı Volkan Severcan renkli konuşmasında ufuk açıcı şeyler söyledi. Özellikle devletin tiyatro sahibi ve tiyatro sanatçısı çalıştırıcısı olarak piyasada yer almasının özel tiyatrolara karşı nasıl bir haksız rekabet teşkil ettiğine dikkat çekti. Bu vurgu bize devletin sanata destek verse bile bunu tiyatro sahibi olmak ve tiyatrocuları memur olarak istihdam etmek suretiyle yapmasının ne kadar yanlış olduğunu bir kere daha düşündürttü. Romancı Aytekin Yılmaz ise solun şiddete olan sevdasını, devlet tarafından mağdur edilen kimselere ve yakınlarına gösterilen ilgiye karşılık PKK ve diğer sol örgütler tarafından  mağdur edilenlerin, daha doğrusu öldürülenlerin nasıl unutulduğuna ve onların ailelerinin nasıl yalnız bırakıldığına dair dramatik örneklerle işaret etti.

Kongre’nin yeni akademisyenler oturumunda tam bir ‘kadın hâkimiyeti’ vardı! Oturum başkanlığını değerli bilim insanı Dr. Yasemin Abayhan yaptı. Konuşmacılar ise ekşi sözlük denen sanal ‘çöplük’te Kürtlere ve Suriyelilere karşı ayrımcılığı ele alan Berfin Çakın ve Kemalist ideolojinin ve onun pratiğinin kentlere vermeye çalıştığı renge dikkat çeken konuşmasıyla Dilvin Özen’di. Genç kadın akademisyenler çalışmaları kadar heyecanları, hazır cevap oluşları ve nüktedanlıklarıyla da dikkat çekti, beğeni kazandı.

Liberal Düşünce Kongresi 2019 sadece oturumlarıyla değil, lobi sohbetleriyle, akşam gezmeleriyle ve özellikle Liberal Gençlik Derneği mensuplarının yoğun faaliyet planlama toplantılarıyla da dört dörtlük bir fikir ve dostluk ziyafeti oldu. Seneye kadar nasıl bekleyeceğiz bilmem!

 

Barış Pınarı’nın Dış ve İç Politikadaki Sonuçları

Batı’nın desteklediği PYD’nin etnik temeldeki federal tezleri çöktü, Suriye’nin bütünlüğü içinde anayasal bir çözümün kapısı aralandı. Bu durum mültecilerin dönüşüne imkan verdiği gibi, daha demokratik bir Suriye’nin de mümkün olduğunu gösterdi.

Askeri harekatlar, politik sonuçlarıyla değerlendirilir. Politik sonuçlara geçmeden askeri harekata bakılırsa, Barış Pınarı’nın Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekatlarından alınan derslerle daha iyi planlandığı ve icra edildiği anlaşılıyor. Türkiye’nin güvenlik, istihbarat, ordu ve savunma sanayi kurumlarının kapasitelerinin fevkalade arttığı açıkça görülüyor. Artan kapasite güç çarpanını arttıracak şekilde işbirliği ve koordinasyonla seçilmiş sivil otoriteler tarafından sevk ve idare ediliyor.

Türkiye’nin eli güçlendi

Bu kapasitenin bölgede bundan sonra da politik etkiler uyandırması ve Türkiye’nin elini güçlendirmesi kuvvetle muhtemeldir. Güvenlik ve savunma sanayinin sivil idarenin demokratik denetimi altında bu başarıya ulaşması Türkiye demokrasisi bakımından hayati derecede ehemmiyetli bir kazanımdır. Tartışma ve değerlendirmelerde meselenin bu yönünün ihmal edilmesi dikkat çekicidir. Daha düne kadar ana muhalefetin savaşamaz dediği ordu, partizan dediği istihbarat ve güçsüz dediği güvenlik kuvvetleri olağanüstü bir başarı göstermiş durumdadır.

Dış politika sonuçları

Askeri harekatın politik sonucuna baktığımızda gördüğümüz şudur: Türkiye, Barış Pınarı Harekatı’yla Suriye’den başlayarak önce Irak, İran ve bilhassa Türkiye’ye yönelik bir tehdide dönüşen SDG adı altındaki fiilen PYD/PKK bölgesinin varlığına son verdi. ABD; İsrail ve Fransa’nın açık himayesiyle Türkiye’yi tehdide dönüşen örgütün devletleştirilmesi çabası, bu harekatla çok ciddi bir yara almış durumda. Bu şekilde Türkiye son üç yıl içinde 15 Temmuz’da Fetullahçı darbe tehdidini ve PKK’nın Türkiye’nin egemenlik ve bütünlüğüne yönelik Batı destekli iki büyük saldırısını bertaraf etmiş durumda. Türkiye’nin içerideki vesayet sistemiyle mücadelesinin demokrasi lehine neticelenmesinden hemen sonra bu vesayetin ortağı ve yöneticisi olan Batı’nın dış vesayetinin meydan okumasıyla karşı karşıya kalması aslında hiç de şaşırtıcı değildi.

Şaşırtıcı olan şiddet ve darbe kampanyalarının çok net ve çabuk bertaraf olmasıyla Batı’nın, inkar edilemeyecek bir açıklıkla fail olarak ortaya çıkmış olmasıdır. Darbe ve terörün meşum faili olarak Batı’nın ortaya çıkması, sadece bir şaşkınlık değil Batı’nın kaba gücü karşısında, Türkiye’nin alttan alarak Batı’nın çizdiği koordinatlarından çıkamayacağı varsayımına dayanıyordu. Bu aynı zamanda Batı’nın Türkiye içindeki etki aktörlerine olan güvenini yansıtıyordu. Ancak Batı’nın burada da yeniden bir hesap hatası yaptığı ve Türkiye’deki Batı etkisindeki aktörlere taşıyamayacağı bir rol atfettiği görüldü.

Türkiye’nin Barış Pınarı Harekatı’yla Suriye’de PYD/ YPG karşısında bir bataklığa saplanacağı ve ağır zayiatlar vereceği propagandasına kendi de inanan ABD, Türk ordusunun ve istihbaratının yıldırım etkisi gösteren gücü ve hızı karşısında PYD/YPG’yi Türkiye’nin elinde kurtarabilmek için araya girdi ve PYD/YPG’nin tamamen imha olmadan çekilmesini temin edecek bir anlaşma yaptı. Bu anlaşmayla beraber ABD hızlıca çekilerek Suriye’de doğan boşluğun Türkiye- Rusya ittifakını bozacak bir rekabete yol açmasını umut etti. Tam bu bağlamda, Rusya, ABD ve Batı’nın göstermediği stratejik aklı göstererek Türkiye ile rekabeti değil, anlaşmayı tercih etti. Bu anlaşma zeminde PYD/PKK’nın çekildiği alan Türkiye’nin bütün sınırlarına uzandı. Böylece Türkiye harekatın başında koyduğu sınır hattını terör örgütünden temizlemek ve bu bölgeye Suriyeli göçmenleri yerleştirmek amaçlarına ulaşabilecek bir çerçeveyi elde etmiş oldu.

Suriye denklemi değişti 

Barış Pınarı Harekatı’yla Suriye ve Ortadoğu’daki denklem, darbeler ve iç savaşlarla içine girdiği çıkmazdan çıkabilecek bir çözüm formülüne doğru değişti. Birinci olarak Suriye’de parçalanma ve kaos isteyen ABD, İsrail ve Fransa hattının gücü azaldı. İkinci olarak Suriye’deki problemi rejim/Suriye demokratik muhalefeti ikileminden rejim/ DEAŞ veya radikal İslamcılar, DEAŞ/ PYD ikilemlerine hapseden çözümsüzlük ikilemleri aşılarak yeniden rejim/Suriye demokratik muhalefetine dönüldü. Bu şekilde Batı’nın desteklediği PYD/PKK’nın etnik temeldeki federal tezleri çöktü, Suriye’nin bütünlüğü içinde anayasal bir çözümün kapısı aralandı. Kapısı aralanan anayasal çözüm Suriye dışındaki Suriye nüfusunun dönüşüne imkan verdiği gibi, daha demokratik bir Suriye’nin de mümkün olduğunu gösterdi. Buradaki bir çözümün Ortadoğu’daki Arap sokağında yankılanması kaçınılmazdır.

Suriye’de PYD üzerinden ağır bir yenilgi alan Batı’nın maksimalist taleplerden minimalist taleplere çekilmesi kaçınılmazdır. Buradaki ilk talep, İsrail’in güvenliği için bölgesel bir tehdit olarak görülen İran’ın Suriye’deki etkisinin azaltılmasıdır. Bu talebin sadece Batı tarafından değil, yapıp ettikleriyle Suriye ve Ortadoğu’daki bütün taraflarda rahatsızlık yaratan İran’ın etkisinin azaltılmasıyla sonuçlanması muhtemeldir. İkinci olarak Türkiye’nin güvenli bölgesinin aşağısında yine PYD kontrolünde bir bölgenin kurulması için gayret sarfedileceği tahmin edilebilir. Bu ısrarın Türkiye-ABD ve Batı arasında yeni problemler doğurması kaçınılmazdır. Ancak Türkiye’nin bu konudaki kararlılığının son tahlilde ABD ve Batı’ya geri adımlar attırması beklenebilir.

Rusya, Suriye’deki menfaat ve kazanımlarını garanti altına alabilecek kalıcı bir çözümü destekleyecektir. Bu çözümün Esed gitse bile, Baasın ve Nusayrilerin korunmasını garanti altına alması Rusya açısından vazgeçilmezdir. Bu bakımdan Esed’in gidişi karşılığında Baas ve Nusayrilerin hakkını garanti altına alacak bir çözüm, Rusya’nın önüne her kesimle pazarlık yapabilecek geniş bir alan açmaktadır.

Türkiye türbülanstan çıktı 

Türkiye, Mayıs 2013’deki Gezi olaylarıyla içine girdiği büyük türbülanstan müşterek milli kimliğini ve demokratik yönetimini muhafaza ederek, devlet kapasitesini güçlendirerek çıktı. Türkiye’nin bu türbülanstan içeride ve dışarıdaki vesayet sistemiyle büyük bir mücadele vererek başarıyla çıkması, Türkiye sınırlarının ötesinde etkileri olacak cihanşümul ve tarihi bir başarıdır. Ortadoğu ve Suriye’de oyun dışına atılmak için propaganda, terör ve darbe kampanyalarına maruz kalan Türkiye, kendisi dışında kurulmak istenen yeni “büyük oyun”u bozdu. Ortadoğu’da artık “Türkiyesiz oyun kurulmaz” düşüncesi kabul edildi, Türkiye açısından asıl stratejik kazanım budur. Bu sahada Türkiye aleyhinde bulunan bütün aktörleri terbiye edecektir. Bu gelişme Türkiye’nin diplomatik faaliyetlerine, işbirliği ve çözüm arayışlarına alan açacaktır.

İç politikadaki sonuçları 

Barış Pınarı Harekatı’nın dış politika yanında iç politikada da sonuçlar doğurması kaçınılmazdır. Her şeyden evvel bu harekatla Cumhur İttifakının beka söyleminin seçimlere yönelik olmadığı görüldü. Bu durumun sadece Cumhur İttifakını değil, bu tehlikeyi farkeden ama siyasi iktidara mesafeli duran kesimleri milli mutabakat zeminde siyasi iktidarın etrafında tahkim etmesi muhtemeldir. İkinci olarak bu problemin erken dönemde ele alınmış olması siyasi iktidarın önündeki dört yıllık seçimsiz istikrar döneminin altını çizmesi kaçınılmazdır. Bu durumun erken seçim ve kriz umuduyla AK Parti’yi bölmek isteyen çevrelerin umudunu kırması kaçınılmazdır. Üçüncü olarak PKK/ HDP hattında bütün başarısızlıkları tolere eden Suriye’deki “Kanton” kazanımlarının yok olmasının umudu azaltması, tartışma ve kırılganlıkları arttırması kaçınılmazdır. Dördüncü olarak Millet İttifakı içindeki İyi Parti’nin Barış Pınarı Harekatı karşısında CHP’nin tavrı ve HDP’nin aşırılıkları karşısında ittifakla mesafesinin açılması, aksi halde tabanının çözülmesi kaçınılmazdır. Beşinci olarak CHP’nin harekat, Batı ve HDP karşısındaki ikircikli tavrının hem CHP içinde hem HDP içinde reaksiyonlar oluşturması kaçınılmazdır, bu reaksiyonların CHP’de kalıcı tortular bırakacağı şimdiden söylenebilir. Altıncısı Barış Pınarı Harekatı’nda devletin artan güç ve kapasitesinin görülmesinin ekonomik alanda güveni arttıracaktır. Yedincisi bu krizin yönetilmesi Cumhurbaşkanlığı sisteminin yerleşmesi bakımından önemli bir testin aşılması anlamına gelmiştir. Sekizinci olarak güvenlik ve ordunun sivil denetimi aleyhinde, ordunun zayıfladığı yönünde oluşturulmak istenen algı, bu harekatla tamamen çökmüştür. Dokuzuncusu savunma sanayi yatırımların ne kadar isabetli olduğu ve ivmenin artarak devam etmesi gerektiği anlaşılmıştır. Son olarak hem Türkiye hem de AK Parti açısından Barış Pınarı’nın askeri ve politik başarısı büyük bir özgüven oluşturmuştur. Bu özgüvenin reformların devamı ve kurumsallaşması için yeni bir enerji ürettiği görülmektedir.

Star, Açık Görüş, 03.11.2019

https://www.star.com.tr/acik-gorus/baris-pinarinin-dis-ve-ic-politikadaki-sonuclari-haber-1490995/

Türkiye’nin Haklı Harekâtı

Türkiye’nin Barış Pınarı Harekâtı gerekli miydi?

Türkiye yaklaşık 35 yıldır PKK terörü ile mücadele ediyor. Binlerce insanını PKK saldırılarında kaybetti. PKK terörizminden dolaylı ve doğrudan etkilenenlerin sayıları üzüntü verici şekilde çok. Sürekli mücadele hali ülkenin enerjisini ve kaynaklarını olağanüstü şekilde harcadı. Bütün bunlar yanında terörizm ile Türkiye’nin mücadelesi devam edeceğe benziyor. PKK terörizmine devam edeceğini açık açık gösterirken Türkiye de haklı olarak PKK ile mücadeleden vazgeçeceğe benzemiyor.

Türkiye PKK terör örgütü ile mücadelesini farklı coğrafyalarda verdi. Kimi başarılı oldu kimi ise beklenen başarıyı getirmedi. Türkiye ise kararlılıkla mücadeleye devam edeceğini her seferinde belirtti. Bu mücadele Türkiye açısından son derece de meşru ve haklı. Onlarca yıldır devam eden operasyonlara Fırat’ın doğusunda Türkiye-Suriye sınırını kaplayan yerde devam edilmesi de o kadar gerekli ve meşru hale geldi. PKK çözüm süreci ve açılım zamanlarında masayı yıktı ve terörizmine devam edeceğini açıkça belli etti.

PKK’nın Türkiye’ye saldırılarına devam etmesi Türkiye’nin alternatif mücadele şekilleri geliştirmesine sebep oldu. Türkiye PKK terörizmine karşı kendi sınırlarını güvenlik altına almak için meşru ve haklı bir şekilde Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı gibi harekatlar yaptı. Gelişen Barış Pınarı Harekâtı da Türkiye açısından son derece meşru ve gerekli. Teröristleri Türkiye’nin sınırlarının ötesine doğru geriletmenin ülke içi güvenliği sağlamak için ne kadar gerekli olduğu ortada ve açık.

Barış Pınarı çerçevesinde ABD ve Rusya ile mutabakatlar

Bilindiği üzere Barış Pınarı harekâtı Suriye’nin kuzeyinde gerçekleştirildi- belki de harekât devam edecek-. Suriye topraklarında yapılan bir harekâtın bölgede etkin rol oynayan ABD ve Rusya’ya karşın gerçekleştirilmesinin çok da mümkün olmadığı ortadaydı. Harekâtın başlamasından önce anlaşıldığı üzere ABD ile birçok kez iletişim halinde olundu. Verilen bilgiler eğer doğruysa Türkiye harekâttan önce de özellikle ABD’yi harekât konusunda bilgilendirdi. Bu gerekli ve önemliydi. ABD özellikle Rusya’nın Suriye’deki etkisini azaltmak ve Işid ile mücadele için bölgedeyken Türkiye’nin ABD’yi yok sayması rasyonel olmazdı. Türkiye’nin ABD’yi ikna etme çabaları da bu bakımdan önemliydi.

Rusya’nın da Suriye toprakları üzerinde özellikle ABD’ye karşı bir güç dengesi oluşturmak istediğini de biliyoruz. Esad rejiminin uzun süredir ayakta kalması ve iç savaştan neredeyse galip olarak çıkması da Rusya’sız olamazdı. Esad özellikle Türkiye ile olan olumsuz ilişkilerinde bu kozu her zaman kullandı. Türkiye doğal olarak Rusya ile karşı karşıya gelmek istemiyordu ve bu yüzden Esad’ı hemen etkisizleştirme politikasından vazgeçmek zorunda kaldı. Bunun yanında Rusya ile de barış pınarı temelinde bir mutabakat yapılması Türkiye açısından kazançlı olabilir. Eğer Rusya’nın dostluğu isteniyorsa yapmanız gerekenlerden birinin de bu olması Türkiye açısından bir gereklilik.

Güvenli bölge oluşturulduktan sonra olası gelişmeler

Barış pınarı harekâtı uluslararası bir aktör olarak güç yarışları denkleminde masadaki bir aktör olmak için de yapılıyor. Bu da kendi içinde oldukça gerekli ve rasyonel. Türkiye eğer sınırlarını güvenlik altına almak ve terörizmden kurtulmak istiyorsa etkinliğini ülke sınırlarının ötesinde de var etmek zorunda. Bu uluslararası politikanın olmazsa olmazlarından sayılabilir. ABD, Rusya, İran, İsrail, Suudi Arabistan, Mısır gibi ülkeler sürekli masada uluslararası politika üretiyorlarsa bu politika yapımında Türkiye’nin de olması önemli bir gereklilik. Terörizm ile mücadele sınırlarınızın ötesinde gerçekleşiyorsa öyleyse orada siz de yerinizi alırsınız. Reel politikin anlattıkları burada çok önemli ve geçerlidir.

Bunlarla birlikte barış pınarından sonra olabilecekler de önem kazanıyor. Türkiye harekât ile önemli adımlar atmıştır ve PKK ile mücadelede önemli bir yer edinmiştir. Fakat meselelerin burada duracağını zannetmek beraberinde yanılgıları getirebilir. Politika yapımı bir süreçtir ve bu süreci yönetmek devamlılık ister. PKK’nın barış pınarından sonra terörizmini devam ettirmeye çalışması olasılıklar dahilindedir. PKK yeni taktikler deneyebilir. Türkiye’nin etkisiz olduğunu düşündüğü yerlerde ve noktalarda kendisine bir yer arayabilir. Özellikle Irak ve Suriye’deki siyasal gelişmeleri sürekli olarak kendisine avantaj oluşturacak şekilde kullanan bir PKK’ya karşı belki de her zamankinden daha çok dikkat edilmelidir.

Örgüt, totaliter Marksist, Stalinist yapısından vazgeçmedikçe ve özgürlükçü normları küçümsedikçe, barıştan yana taraf olamaz. Barış pınarından sonra böyle bir PKK ile mücadelede Türkiye’nin yeni bir safhaya geçmesi olasılık dahilindedir. Türkiye özellikle profesyonel bir ordu ile sınırlarının ötesinde terörizm ile mücadele ettikçe terörizme karşı daha etkin cevaplar verebilir. Umarız ki barış pınarı bu durumu hakim kılmada önemli bir etken olur.

Osmanlı’dan 29 Ekim 1923 Cumhuriyetin İlanına

Cumhuriyet Türkiye kurulunca mı akla geldi?

Osmanlı son dönemlerinde modernleşme çabaları

Tanzimat Fermanı (3 Kasım 1839) ile Cumhuriyetin ilk temelleri mi atıldı?

Türklerin ilk Anayasası (1876) Kanuni Esasi

29 Ekim 1923 Cumhuriyetin kurulması…

“Türkiye’nin modernleşme süreci yaklaşık iki yüzyılı aşkın bir süreci kapsamaktadır. Tanzimat (3 Kasım 1839 ) ile resmen başlayan bu süreç siyasî, hukukî, ekonomik ve kültürel birçok yeniliği beraberinde getirmiştir. “Osmanlı’nın son dönemlerinde yaşanan yenilik hareketleri aslında Avrupa’da hâkim olmaya başlayan ve Fransız Devrimi’nin (1789) rüzgarıyla; modern ulus-devlet formatının örnek alınmasıydı. Bir yandan yaşanan dinin siyasal ve sosyal alandaki rolünün sınırlandırılması öte yandan ülkede yaşayanların bir kimlik etrafında tanımlanma çabası modernleşme sürecinin ana eksenini oluşturmuştur. İttihat ve Terakki Cemiyeti döneminde (1889) ivme kazanan değişimlerin birçoğu bu iki alanda gerçekleşmiştir. Aynı şekilde Cumhuriyetin kurulması ile gelen bir dizi reform ve inkılaplar dinin siyasal ve hukukî alandaki rolünü sınırlandırırken vatandaşlık Türk kimliği etrafında tanımlanmıştır.”

Osmanlı İmparatorluğu’nun 17. yüzyılın sonlarından itibaren Hıristiyan olarak nitelediği Avrupa karşısında gerilemeye başlaması, üzerinde önemle durulması gereken bir husustur. Askeri yenilgiler ve toprak kayıplarının artması ile paralel gelişen ekonomik gerileme imparatorluğu olumsuz etkilemiştir. Bir dizi aşamadan sonra (16. Yy Rönesans, Reform ve Sanayi Devrimleri 18. Yy) Avrupa devletleri siyasal istikrarlarını sağlayarak kalkınırken Osmanlı İmparatorluğu’nun gerilemeye başlaması sadece ülke için değil aynı zamanda İslam dünyası için yaşanacak kırılmaların bir habercisi olmuştur.”

Osmanlı entelektüelleri, bazı yenilikçi paşalar, bürokratlar Osmanlı’nın yeniden ihyası için arayışlara girmişlerdir… Tanzimat Fermanı’nın hazırlanışı bu çabaların ürünüdür. Temelleri II. Mahmut dönemine dayanmaktadır. Bilindiği üzere Osmanlı padişahı olan II. Mahmut birçok ıslahat yapmış ve düzenleme getirmiştir. Fakat hazırlamış olduğu fermanı bir türlü ilan edememiştir. Sonrasında tahta geçen Abdülmecid fermanı imzalamıştır.  1839 yılında Kavalalı Mehmet Ali paşanın yönettiği Mısır ile yapılan savaşın yenilgiyle sonuçlanması Mısır’ın büyük bir tehdit olarak Osmanlının karşısına geçmesine sebep olmuştur. Ruslardan  alınan yardımlarla  Osmanlı yıkılmaktan kurtulmuştur.

Bu yüzden II. Mahmud birçok yeniliği pratiğe tam aktaramamış  ve geleceğe tohum atmıştır…

Pantolon giyen, resmi dairelere kendi fotoğrafını astıran II. Mahmut’a “gavur padişah” lakabı verilmiştir.

II. Mahmud’un içki içmesi de onun böyle bir ithama maruz kalmasında rol oynayan önemli etkenlerdendi. Onun döneminde kadınlar bakkal ve dondurmacılara gitmeye başlamıştır. Kadın mağazaları açılmıştır. Yeniçeri ocağı kapatılmış, ilmiye sınıfının imtiyazları elinden alınmış, Bektaşi tekkeleri kapatılmıştır.

1829 yılında atılan radikal adımlarla fes, pantolon, ceket gibi yeni kıyafetlerin benimsenmesi, onun ciddi bir biçimde eleştirilmesine neden olmuştur. II. Mahmut’un günümüzde genellikle “Osmanlı’nın hoşgörü anlayışının ifadesi” olarak zikredilen “Ben tebaamın Müslüman olanını camide, Hristiyanları kilisede ve Yahudileri de havrada fark ederim. Aralarında başka bir fark yoktur” şeklindeki meşhur sözü aslında klasik millet sisteminden vazgeçme ve eşit vatandaşlık hukuku oluşturmaya yönelik bir niyet beyanıydı.

O dönemde İmparatorluk nüfusunun neredeyse yarısını oluşturan Hristiyan tebaanın Avrupalı güçlerin müdahale ve manipülasyonlarından korunabilmesi için de gerekli görüldüğü için II. Mahmut’un takipçileri bu konuda cesur adımlar attılar.

II. Mahmut un başlattığı yenilikler; genişletilerek ve “tebaa hukuku”ndan “vatandaşlık hukuku”na geçişin ilk adımları I. Abdülmecid  devrinde  Tanzimat Fermanıyla resmiyet kazanmıştır.

Tanzimat Fermanı Maddeleri (Tam Metin)

Tanzimat fermanı ile gelen yeni hükümler genel hatlarıyla şu şekildedir:

  • Herkesin can emniyeti sağlanacaktır.
  • Herkesin mal, ırz ve namusunun korunması ve diğerleri tarafından bu değerlerine saygı duyulması sağlanacaktır.
  • Herkes gelirine göre vergiye tabi tutulacaktır.
  • Herkes kanun önünde eşit görülecektir.
  • Özel mülkiyet hakkı tanınacaktır.
  • Her yerleşim yerinden lüzumunca ve oradaki gidişatı bozmayacak şekilde asker alınacak ve dört veya beş sene içerisinde askerler görevlerini tamamlayıp yenileriyle değişecek şekilde bir sistem uygulanacaktır.
  • İşkence, dayak, rüşvet ve kayırma ortadan kaldırılacaktır.

Son üç asırdan beri tahta çıkan her Padişah, tebaasına adil bir yönetim vaad eden ve ‘adaletname’ adı verilen benzeri hatt-ı hümayunlar ilan etmişti. Fakat Tanzimat Fermanı öyle yeni esaslar getirmekte idi ki, bunlar devlet idaresinde kökten değişiklikler yapacak mahiyette idi. İçerdiği bu radikal hükümler dolayısıyla Tanzimat Fermanı’nın Osmanlı coğrafyasının modernleşmesindeki yeri büyüktür. Bu sebepledir ki, fermanın ilanından Birinci Meşrutiyet’in ilanına kadar olan ve 1839-1876 yıllarını kapsayan bu döneme “Tanzimat Dönemi” denilmektedir. Fermanın içerdiği hükümlerden hareketle anlaşılmaktadır ki mutlak monarşi, yetkilerinin bir kısmını bazı hukuk ilke ve yasalarına teslim etmiştir. Bu kararın alınmasında batı ülkelerinin etkisi yadsınamaz; çünkü fermanın öncelikli amacı, bu ülkelerin Osmanlı’nın bulunduğu vaziyetle ilgili memnuniyetlerini sağlayıp ülke üzerindeki etkilerini azaltmaktır. Bu amaç bir müddet sağlanmıştır da. Tanzimat Fermanı, ilk anayasanın da  temelini atmıştır…

Ülkemizdeki anayasacılık hareketlerinin, ilk olarak 19. Yüzyılın ilk yarısında ortaya çıktığı kabul edilmektedir. 1808 tarihli Sened-i İttifak, 1839 tarihli Tanzimat Fermanı ve 1856 tarihli Islahat Fermanı gibi belgeler, birer anayasa özelliği taşımamakla birlikte, ileride ortaya çıkacak gerçek anayasacılık hareketlerinin ilk aşamalarını oluşturmuştur. II. Abdülhamid  döneminde 23 Aralık 1876 tarihinde kabul edilen Kanun-ı Esasi, ilk anayasamız olarak tarihteki yerini almış ve siyasî hayatta ilk defa anayasa ile kurulan parlamentolu bir dönem başlamıştır.

I. Abdülhamid tahta çıktıktan sonra Mithat Paşa’nın zorlaması ile anayasa hazırlamak üzere komisyon kurulmuştur. Mithat Paşa’nın etkisinde çalışan Komisyon, 1875 tarihli Fransa Anayasası ile 1831 Belçika Anayasalarından esinlenerek bir anayasa taslağı kaleme almış ve Padişaha sunmuştur. Padişah, aralarında tarihçi Ahmet Cevdet Paşa, Mabeyn Müşiri Eğinli İngiliz Sait Paşa, zamanın fıkıh uzmanı olan Uzun Etek Rıza Bey gibi alanlarında tanınmış kişilerden oluşan yeni bir komisyona yaptırdığı inceleme sonucunda önceki taslağa yeniden şekil verdirmiştir. II. Abdülhamid, kendi yetkilerin arttırmak üzere bazı değişiklikler yapmış ve gerektiğinde ülkeden uzaklaştırma (sürgün) yetkisini Padişaha veren bir hükmün anayasaya girmesini sağlamıştır.

Osmanlı Devleti’nde 23 Aralık 1876’da I. Meşrutiyet ilan edilerek Türk tarihinin ilk anayasal özelliğini taşıyan Kanun-i Esasi kabul edildi. Böylece halk ilk defa padişahın yanında yönetime ortak oldu. Seçme, seçilme ve temsil hakkını kullandı. Kişi hakları anayasanın güvencesi altına alındı.

1876 Kânun-i Esasî’si bağımsız bir İslam ülkesinde yürürlüğe giren Batılı anlamda ilk yazılı anayasadır. (1866’da tevcih edilen Mısır fermanı modern bir anayasa niteliğinde olduğu halde, Mısır bu tarihte teorik olarak bir Osmanlı vilayeti olduğu için, Osmanlı padişahı adına yayınlanmıştır.)

Kanun-i Esasideki maddelerden bazıları

* Osmanlı sınırlarındaki herkes kişisel hürriyete sahiptir. Hiç kimse başkalarının hürriyetine zarar veremez.

* Bir kanuna dayalı olmadığı sürece hiç kimseden vergi ve buna benzer paralar alınamaz.

* İşkence ve her türlü eziyet kesinlikle ve tamamen yasaktır.

* Mahkemeler her türlü müdahaleden uzaktır.

* Osmanlı sınırları içerisindeki herkes özel mülkiyet sınırları içindeki her türlü saldırıdan korunmuştur.

* Kanunda olmayan bir sebepten dolayı kimsenin özel mülküne zorla girilemez.

1876 Anayasası ve Özellikleri (Kanun-i Esasi)

  1. Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk ve tek anayasasıdır.
  2. İki meclisli bir anayasadır. (Meclis-i Ayan ve Meclisi Mebusan)
  3. Heyeti Ayan üyelerini Padişah seçer.
  4. Meclisi feshetme yetkisi Padişaha aittir.
  5. 1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilanıyla yeniden anayasa ilan edilmiştir.
  6. 1909’da bu anayasa da değişikliğe uğramıştır.
  7. Türkler ilk defa bu anayasa ile seçme ve seçilme hakkını elde ettiler.
  8. Yasama ve Yürütme yetkileri Padişah’ın elinde toplandı. Yasama organı Ayan ve Mebusan Meclisidir. Yürütme organı ise Bakanlar kurulundan oluşmaktadır. Yürütmenin başında Padişah bulunur.
  9. Bakanlar kurulunu atama ve görevine son verme yetkisi Padişah’a verildi.
  10. Sürgün yetkisi padişaha verildi.

Uygulama ve anayasanın askıya alınması 1877 Şubatında ülke çapında genel seçimlerin yapılmasından sonra oluşturulan Meclis-i Umumi 19 Mart 1877’de açıldı. İlk toplantı Dolmabahçe Sarayı’nın Muayede Salonunda yapıldı. (Daha sonra meclis Ayasofya bitişiğindeki eski Darülfünun binasına taşındı.) Mecliste 69 müslim ve 46 gayrimüslim mebus vardı. Meclis başkanlığına Ahmet Vefik Paşa atandı.

24 Nisan 1877’de çıkan Osmanlı-Rus Savaşı (“93 Harbi” olarak bilinir) bir yıl boyunca meclis müzakerelerini gölgeledi. Osmanlı ordusunun yenilgiye uğraması ve Rus ordusunun İstanbul kapılarına dayanması üzerine 31 Ocak 1878’de Edirne Mütarekesi imzalandı. Bu olaydan 13 gün sonra 13 Şubat 1878’de II. Abdülhamit meclisi süresiz olarak tatil etti.

1878-1908 arasında süren “İstibdat” döneminde anayasanın temel hükümleri uygulanmadı. Buna karşılık Kanun-i Esasî resmen yürürlükte kaldı. Her yıl çıkarılan devlet Salnamelerinde Kanun-i Esasî metni düzenli olarak yayımlandı. Ayan Meclisi bir daha toplanmadı ise de, Ayan üyelerine ölünceye kadar düzenli maaşları ödendi.

Bu arada  Osmanlı’nın  dağılma ve yıkılma ( Ermeni tehciri, I. Dünya Savaşı, Abdülhamid’in tahtan indirilmesi , Balkan savaşları…) süreçlerinde etkinliği olan “İttihat Terakki “ cemiyetinin  rolünü de unutmamak gerekir .İttihat Terakki Fırkası 1889 yılında kurulmuş bir siyasal hareket ve iktidar partisidir.

(Kuruluş tarihi: 1889, İstanbul Genel merkezi: İstanbul Çalışmalarına son verdiği tarih: 1 Kasım 1918 Kurucuları: İbrahim Temo, Abdullah Cevdet, Hüseyinzade Ali Turan, İshak Sükuti’dir)

1908 Devrimi ve Anayasanın Yeniden İlanı

Selanik’te baş gösteren ihtilâl üzerine II. Abdülhamit 24 Temmuz 1908’de yayımladığı bir tebliğle 1876 Anayasası’nı yeniden yürürlüğe soktu. Hürriyetin İlanı adıyla anılan bu olayın yıldönümleri, 1930’lu yıllara dek Türkiye’de resmi bayram olarak kutlandı. Büyük bir heyecan ve özgürlük ortamında yapılan genel seçimlerden sonra 17 Aralık 1908’de Meclis-i Mebusan toplandı. Mecliste çoğunluğu oluşturan İttihat ve Terakki Cemiyeti yanlısı mebuslar, 13 Şubat 1909’da Kâmil Paşa hükümetini istifaya zorlayarak, Hüseyin Hilmi Paşa başbakanlığında Osmanlı tarihinin ilk parlamenter tabanlı hükümetinin kurulmasını sağladılar.

“13 Nisan 1909’daki, tarihe, “31 Mart Vak’ası” diye geçen hadiseler Abdülhamid Han’ın idaresini sarsan en mühim hadiselerdendir. Başıbozuk bir güruhun (şeriat isteriz nidalarıyla) başlatıp devam ettirdikleri hadiseler padişah’ın kardeş kanının dökülmesi endişesi yüzünden bir müddet bastırılamamıştır… Neticede İstanbul günlerce hadiselerle çalkalanmıştır.”

İttihatçılardan Mahmut Şevket Paşa, üç-beş bin kişilik “Hareket Ordusu” adı altındaki orduyla İstanbul’a gelip hadiseleri bastırmak istediğini Padişah’a bildirmiştir. Esas gayesi İstanbul’a gelip Padişah’ı tahttan indirmek olan bu Paşa’nın arzusuna mani olunmamıştır. Hatta bazı devlet ricali Padişaha hareket ordusu namındaki, Yahudi ve Rumların ekseriyette bulunduğu askeri birliği , I. Ordu ile dağıtılması için emir verilmesini Padişah’tan istemişler, fakat padişah bu teklifi kabul etmemiştir.

Neticede hareket ordusu İstanbul’a gelmiş, Meclis’i Mebusan’a baskı yaparak Padişah’ın hal’i için karar çıkartmıştır. Abdülhamid Han 27 Nisan 1909’da hal’edilmiştir… (Tahtan indirildi).

31 Mart ayaklanmasıyla tahttan indirilen Sultan II. Abdülhamid’in yerine Sultan V. Mehmed Reşat getirilmiştir. 1918 se vefat edince yerine Mehmet Vahdeddin gelmiştir. (1918-1922)

Kanun-i Esasî Tadil Komisyonu’nun hazırladığı anayasa değişiklikleri 8 Ağustos 1909’da saat 10:30 da kabul edildi. Yapılan değişikliklerle padişahın tahta geçişinde “vatan ve millete sadakat” yemini etmesi zorunluğu kondu, padişaha yargısız sürgün hakkı veren 113. madde değiştirilerek “Hiç kimse yasanın belirlediği sebep ve suretten başka bir bahane ile tutuklanamaz ve cezalandırılamaz” hükmü kondu, basından sansür kaldırıldı, sadrazamın yetkileri artırıldı, meclisin güvensizlik oyu ile hükümeti düşürme yetkisi tanındı, padişah tarafından veto edilen kanunların mecliste üçte iki çoğunlukla yeniden kabulü ilkesi benimsendi, posta evrakının mahkeme kararı olmadan denetlenemeyeceği kabul edildi.

1913’te İttihat ve Terakki diktatörlüğünün kurulmasından sonra Kanun-i Esasî’de 1914 yılında iki, 1916’da üç ve 1918’de bir kez olmak üzere toplam 6 kez değişiklik yapıldı. Değişikliklerin çoğu hükümet kararıyla seçimlerin yenilenmesi ve ertelenmesine ve Meclisin feshi usulüne ilişkin idi.

Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşu

Yukarıdaki kronoloijide görüldüğü gibi, Cumhuriyet  200 yıllık bir mücadele ve birikim sonucu  oluşmuş ve hayata geçmiştir. Birinci Dünya harbinden yenik çıkan ve işgal edilen Osmanlı toprakları; Mustafa Kemal önderliğinde başlatılan, kurtuluş mücadelesi ile kısmen kurtarılmış ve Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur.

Kuruluşa giden yol; bütün vatan sathında direnme, düşmanı söküp atma ve Osmanlı yerine yeni bir devlet inşa etmekti. Bunun için M. Kemal önderliğinde ciddi bir ekip çalışması yapıldı. Savaş kazanma sürecinde TBMM’nin açılması, Cumhuriyete giden yolun temelini atmıştı.

Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) 23 Nisan 1920 tarihinde Ankara’da kurulmuştur. Osmanlı Devleti’nin İtilaf Devletleri’nce işgali sırasında direniş gösteren  Milletin oluşturduğu irade ile kurulan TBMM, Türk Milletinin anayasa ile verdiği yetki ile yasama görevi yapan Türkiye Cumhuriyeti anayasal devlet organıdır. “Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir” ilkesi Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin varoluşunun temel dayanağını oluşturur.

Mustafa Kemal Atatürk önceden beri Meclis-i Mebusan’ın İstanbul’da değil, Anadolu’da toplanmasını istemekteydi. İşgal altındaki İstanbul’da meclisin tehlikede olduğu savunuyordu. Atatürk’ün bu düşüncesine karşın Heyet-i Temsiliye’nin yaptığı toplantılarda meclisin İstanbul’da toplanması fikri ağır bastı. Meclisi Mebusan üyelerini belirlemek için Ali Rıza Paşa hükûmeti döneminde seçimler yapıldı.

Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti üyeleri seçimlerde başarılı oldu. Heyet-i Temsiliye’nin başkanı olan Atatürk, kendisinin Meclis-i Mebusan’ın başkanı seçilmesini ve Anadolu’da süren hareketin yasal olarak tanınmasını istiyordu. Ancak 18 Mart 1920’de İngiliz işgal kuvvetleri Meclis-i Mebusan’daki Heyeti Temsiliye milletvekillerini tutukladı ve sürgüne gönderdi. Bu tutuklamalardan sonra 18 Mart 1920’de Meclis-i Mebusan kapandı.

Atatürk, bunun üzerine Heyet-i Temsiliye’yi temsilen meclisi Ankara’da toplanmaya çağırdı ve 21 Nisan 1920’de yayınladığı bir bildiri ile meclisin 23 Nisan 1920’de toplanacağını duyurdu. 23 Nisan Cuma günü Hacı Bayram Camii’nde kılınan Cuma namazının ardından dualar ile meclis açıldı.

Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti ve Meclis-i Mebusan üyelerinden oluşan 324 milletvekili ile kurulan meclis, zorluklar nedeniyle 115 milletvekili ile açıldı. Aynı gün gerçekleşen toplantıda meclis adının “Türkiye Büyük Millet Meclisi” olmasına karar verildi. 23 Nisan 1920 tarihinde, parlamento geleneklerine göre, en yaşlı üye olan Sinop Milletvekili Şerif Bey (d. 1845), Başkanlık kürsüsüne çıktı ve konuşma yaparak Meclis’in ilk toplantısını açtı.

TBMM, 24 Nisan 1920 günü yaptığı ikinci toplantısında Mustafa Kemal Atatürk’ü meclis başkanlığına seçti. Atatürk, kendi öncülüğünde kurulan TBMM’nin başkanlığını Cumhurbaşkanı seçildiği gün olan 29 Ekim 1923 tarihine kadar sürdürdü.

Kurtuluş Savaşının  zaferle sonuçlanmasının ardından TBMM 1 Kasım 1922’de saltanatı kaldırdı. Ancak mebusların ve Atatürk’ün bazı yol arkadaşları Padişahlığın kaldırılmasına karşıydı… 24 Temmuz 1923’te Lozan Barış Antlaşması imzalandı ve böylece yeni bir devletin temelleri atıldı. Fakat devletin yönetim biçimi henüz belirlenmemişti. 13Ekim 1923’te Ankara, başkent ilan edildi. 29 Ekim günü Atatürk’ün, milletvekilleri ile görüştükten sonra TBMM’ye sunduğu “Cumhuriyet” önergesi kabul edildi. Böylece devletin yönetim biçimi Cumhuriyet, ismi ise “Türkiye Cumhuriyeti Devleti” oldu. Atatürk, kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı oldu.

 

Yararlanılan Kaynaklar:

tarihiolaylar.com

diken.com

Seyfettin Aslan, Mehmet Alkış, “Osmanlı’dan Cumhuriyete Geçişte Türkiye’nin Modernleşme Süreci:
Laikleşme ve Ulusal Kimlik İnşası”, Akademik Yaklaşımlar Dergisi, İlkbahar 2015, Cilt 6, Sayı: 1, ss. 18-33.
derstarih.com

https://anayasa.tbmm.gov.tr/1876.aspx

http://kanun-i-esasi.nedir.org/

https://www.tarihsayfasi.com/node/1746

yeniakit.com

hürriyet.com

https://www.internethaber.com/amp/cumhuriyet-nasil-ilan-edildi-foto-galerisi-1818919.htm?page=3

 

Türkiyelileştiremediklerimizden misiniz?

Yok, bu yazı İngilizcede 17-18 kelime ile ifade edilenin nasıl Türkçede 1 kelime ile ifade edilebildiği ile ilgili değil; Türkiye’deki Kürt sorununun hâlâ güncel bazı yönleriyle ilgili… Bilindiği üzere “Türkiye partisi” olma iddiasıyla ortaya çıkan HDP’nin ilk başlarda bazı ümit verici adımlar atmakla birlikte bunu başaramadığı, “Türkiyeli” olamadığı kanısı son derece yaygın. Aslında durumu şöyle ifade etmek belki daha doğru olur: HDP aslında “Türkiyelileştiremediklerimizden” sadece birisi. Orada sorun elbette sadece bununla sınırlı değil ama şimdi bunu ele alacak olursak “başkasına çuvaldızı batırmadan önce kendimize iğneyi batırmaya” ne dersiniz? Başta bu tür suçlamalarda bulunan kesimler olmak üzere fakat bunlarla da sınırlı kalmaksızın, hatta HDP ile “omuz omuza mücadele” içinde görünen bazı kesimler de dahil olmak üzere, tüm “Türk kamuoyu” olarak dönüp aynaya baktığımızda kendimizin “Türkiyelileştiğini” söyleyebilir miyiz?

Devam etmeden önce bu noktada bir yanlış anlamayı da aradan çıkarmakta fayda var: Bununla kimseden etnik kimliğini, milliyetini, yani Türk kimliğini, Türklüğünü bırakması istenmiyor ― hele bu ülkenin büyük çoğunluğunun kendini bu şekilde tanımladığı bir gerçek iken. Burada kendimize sormamız gereken soru şudur: “‘Türk kimliği’ dışındaki kimlikleri inkâr etmeye, yok saymaya çeşitli şekillerde devam mı edeceğiz, yoksa bu ülkede Türklerin yanı sıra Kürtlerin de, Çerkezlerin de, Arapların da, Lazların da, Ermenilerin de, Rumların da, Süryanilerin de Romanların da vb. yaşadıklarını ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının tüm bu kimliklerin toplamından oluştuğunu artık kesin, net ve nihai olarak kabul mü edeceğiz?

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu sırasında mutabakata varılmış ilkelerden sapılarak 1920’lerin ikinci yarısında girilen, 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından korkunç boyutlara vardırılan “Kürt kimliğini inkâr ve imha” politikalarının artık terk edilmesinin zorunlu olduğu geçtiğimiz dönemde genel kabul gördü ve bir dizi tarihi önemde reformlar gerçekleştirildi. Fakat bu ülkede çoğu kez olduğu gibi bu süreç bir dizi sorunla karşılaşarak nihai çözüm yoluna girilmesine ramak kala akamete uğrayıp tamamlanamadı. Ve ardından her boydan ve soydan milliyetçiliklerin, şiddetin, terörün öne çıktığı bir dönemde başta anayasal boyutları olmak üzere bu konuda yeni bir aşamaya geçilmesi konusunda bugün bir öngörüde bulunmak bile imkânsız hale geldi.

Bu elbette ellerimizi, kollarımızı bağlayıp uygun koşulların yeniden ortaya çıkmasını beklemek gerektiği anlamına gelmiyor. Elverişli koşulların oluşması bir süreçtir ve bunda bizlerin elinde olan ve olmayan bir dizi etken rol oynar. Yani her şey bizlere bağlı değilse de bazı şeyler bizlerin bu doğrultuda çaba göstermesine bağlıdır.

Bu nedenle mümkün olan en geniş mutabakatla “Türkiye vatandaşlığı” üst kimliğinin benimsenmesi, başta Türkler olmak üzere bu ülkenin tüm vatandaşlarının “Türkiyelileşmesi” doğrultusunda yapılacak, yapılabilecek, yapılması gereken çok şey var. Elbette bunların en başta geleni “Türkiye” ve “Türkiyelilik” kavramı konusundaki çeşitli kafa karışıklıklarının aşılıp kamouyunun bu konuda sağlıklı bilgilenmesine yönelik çabalara aralıksız devam etmektir.

Maalesef zaman zaman “Türkiyeli” kavramı ile alay edilip bunu savunanların cahillikle suçlandığı bile olabiliyor. Oysa bu ülkede Kürt sorunu gibi bir sorun olmasa da “Türkiyeli” kavramının hayatta gerçek bir karşılığı var, bunu kullanmaya ihtiyaç var ve nitekim yeri geldiğinde zorunlu olarak kullanılıyor da. Bir örnek vermek gerekirse “Türkiyeli Türkler” ile “Kıbrıslı Türkler” hem bazı ortak özellikleri olan hem de gözardı edilemeyecek bazı farklı özellikleri olan toplumlar. Bunu birçok alana ve bu arada Kıbrıslı Türk Toplumunun Türkiyeli Türklerden bambaşka bir yelpazeye sahip siyaset dünyasına bakınca görmek mümkündür. Bu tür örnekler son zamanlarda adını sıkça duymaya başladığımız Uygur Türklerine kadar çoğaltılabilir. Bu cümleden olarak ülkemizde Türk kimliğinin kapsayıcı olduğu, sadece Türk etnik kimliğiyle sınırlı olmadığı iddiasının yurtdışındaki “soydaşlarımız” söz konusu olduğunda nasıl çöküverdiği de görülüyor. Aksi takdirde “soydaşlarımız” denilen yurtdışındaki Türkleri sayarken örneğin Musul ve Kerkük Türkleri, Türkmenleri ile birlikte Kürtlerin de dahil edilmesi gerekirdi. Fakat öyle değil işte, “Türk” kavramı “Türkiyeli” kavramıyla eşanlamlı olmadığından böyle bir üst kimlik kavramına ihtiyaç var.

Bu kavramın dünyada örneğinin olmadığı yolundaki iddia da mesnetsizdir. Bu tür birçok örnek arasında “Britanyalı” (British) kavramı bizi daha yakından ilgilendiriyor. Ülkemizde―belki bilinçli bir tercihle―bu ülkenin adı da, vatandaşları da yanlış adlandırılıp Türkçede “İngiltere” ve “İngilizler” şeklinde bir yanlış kullanım yerleş(tiril)miş. Dikkat edilirse bir süredir bu fütursuz yanlışlık düzeltilmeye çalışılıyor. Çünkü bu ülkenin adı aslında “Birleşik Krallık” (United Kingdom) olup vatandaşlarına da, en büyük topluluğu oluşturmakla birlikte, sadece İngilizler değil, ayrıca İskoçlar, Galliler ve Kuzey İrlandalılardan oluşan “Birleşik Krallık vatandaşları” deniyor. Bazen bunun yerine “Britanya vatandaşları” ya da kısaca “Britanyalılar”deniyorsa da aslında “Büyük Britanya” içinde Kuzey İrlanda yer almayıp sadece İngiltere, Galler ve İskoçya’dan oluşan büyük adayı kapsıyor (özyönetime sahip Guernsey, Jersey ve Man adaları ise ikisinin dışında kalıyor). Belki çok uzak olmayan bir gelecekte―artık Katolik-Protestan ihtilafları ve araya girmiş kan davaları çok geride kalıp toplum kültüründe, psikolojisinde epey silindiğinde―nihayet tüm İrlanda adası birleşerek Kuzey İrlanda da İrlanda Cumhuriyeti’ne katılacağı hissedildiği için “Britanyalılık” kavramı bu denli yaygın kullanılıyor olabilir. Bu örnekte dikkat çekici bir nokta da özgün dilleri artık hemen hemen tamamen yok olmuş bile olsa Gallilerin, İskoçların, İrlandalıların İngilizlerden farklı etnik kimliklerinin, aidiyet hislerinin hâlâ güçlü olması ve dolayısıyla bir üst kimlik ihtiyacının gerçek bir ihtiyaç olarak kabul edilip bu gerçeği inkâr etmek gibi bir yola asla gidilmemiş olması.

Buradan hareketle Britanyalı İngilizlerin Britanyalılaştığı kadar Türkiyeli Türklerin de Türkiyelileşmesi için “durmak yok, yola devam” diyerek bu süreçte yeni adımlar atmak gerekiyor. Bunun için 12 Eylül 1980 askeri cuntasından miras kalan bir anayasa üzerinde tadilat üzerine tadilat yapmaktan yeni, sivil, demokratik bir anayasa yapmayı başarabilmeye geçilmesini beklemeden çeşitli alanlarda yapılabilecek, yapılması gereken çok şey var. Başta bu ülkenin medya kuruluşları olmak üzere, eski dil alışkanlıklarımızdan, yanlışlarımızdan kurtulmaya çalışmakla başlayıp her kesimin kendi alanında ev ödevleri çıkarıp bunları gerçekleştirmeye çalışması gerekiyor. Burada sadece küçük fakat sembolik bir-iki örneği ele alalım.

Örneğin, bu ülkenin, bu devletin bayrağı “Türk bayrağı” mıdır? Hemen herkesin ağzında, hemen tüm yazılı medya organlarında, kitaplarda vb. böyle fakat―içindeki birçok “Türkçü” ifadeye rağmen―mevcut anayasanın 3. maddesinde onun “Türkiye Devleti”nin bayrağı olduğu yazılıyor oysa. Yani anayasanın ilgili hükmüne harfiyen uygun ve doğru söylemek gerekirse “Türk bayrağı” değil―Türk, Kürt ve diğerleri dahil―tüm Türkiye vatandaşlarının, Türkiyelilerin bayrağıdır ― kısaca Türkiye bayrağıdır. Üstelik bu bayrak Türkiye Cumhuriyeti ile ortaya çıkmış da olmayıp bir Osmanlı mirasıdır (örneğin, 2. Meşrutiyetin ilanı sırasında Ermeni ve Rum toplumlarının temsilcileriyle birlikte tüm Osmanlı vatandaşlarının temsilcilerinin bu bayrak altında toplandıklarını gösteren fotoğraf bunun bir belgesidir). Medya kuruluşlarımız başta olmak üzere bu yanlış kullanımı terk ederek ilgili anayasa hükmüne aykırı bir şekilde “Türkçülük” yapılmasına son verip “Türkiye bayrağı” demenin artık zamanı gelmedi mi?

Örneğin, Kürt sorunu dahil çeşitli konularda zaman zaman eylemler yapıp bildiriler yayınlayan, 23/1/1953 tarihli ve 6023 sayılı kanunla kurulmuş “Türk Tabipler Birliği” ve 27/1/1954 tarihli ve 6235 sayılı kanunla kurulmuş “Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği” yönetimleri 19/3/1969 tarihli ve 1136 sayılı Avukatlık Kanunu ile kurulmuş “Türkiye Barolar Birliği” örneğinden hareketle artık üyelerinin önemli bir bölümünü de oluşturan Kürtler karşısında mahcup durumda kalmaktan kurtulmalarını sağlayacak şekilde kendi meslek kuruluşlarının isminin “Türkiyelileştirilmesi” için çaba sarf etmeyi hiç düşünmezler mi? Öncelikle bu kuruluşların kendilerinin talepte bulunup çaba göstermesi sonucu adlarının “Türkiye Tabipler Birliği” ve “Türkiye Mühendis ve Mimar Odaları Birliği” olarak değiştirilmesinin artık zamanı gelmedi mi?

Buna benzer daha birçok örnek bulunabilir, daha yapılması gereken ev ödevleri çıkarılabilir. Örneğin, üyelerinin ve oylarının mevcut dağılımı göz önünde bulundurulduğunda bu ülkenin ana muhalefet partisinin bünyesinde yasadışı şiddet eylemleri yerine ortanın solu, demokratik sol ya da sosyal-demokrat düşüncelere sempatiyle bakan Kürtlerin şimdikinden daha yüksek oranlara ulaşması, gerçekten “Türkiye partisi” olması, “Türkiyelileşmesi” için yapması gereken bir şeyler yok mudur?

Eğer kuruluş yıllarında bu ülkenin isminin Türkiye, devletinin Türkiye Cumhuriyeti, yasama organının Türkiye Büyük Millet Meclisi olmasında mutabakata varılmışsa, sonradan çeşitli nedenlerle bu anlayışla çelişen bir “Türkçülük” anlayışına sapılarak girilen “Kürt kimliğini inkâr ve imha” yolunun çıkmaz sokak olduğu görülmüşse, artık bu yanlış yoldan dönülüp Türklerin, Kürtlerin ve tüm diğerlerinin demokratik birliğinin Türkiye ortak paydasında güçlendirilmesine yönelinmişse, durmayıp bu yolda yürümeye devam etmek gerekiyor. Yukarıdakiler gibi birçok örnek gösteriyor ki bu ülkede tüm farklılıklarımızın aslında bizi zayıflatmayıp zenginleştirerek güçlendirdiğini fakat farklılıklarımızı inkâr etmek, hasıraltı etmek, bastırmak, hele yok etmek gibi yollara gidildiğinde, asıl o zaman sorunlar çıktığını, istismara açık zaaflar doğduğunu artık genel olarak biliyor olsak da bunun gereklerini yerine getirmede çok çekingen ve yavaş hareket edip bir türlü Türkiyelileşemiyoruz. Oysa açıkça görülüyor ki daha çözülmemiş en ufak sorunu bile istismar edip Türkiye’yi zaafa uğratmak için çabalar devam ediyor ve daha da devam edeceğe benziyor. Bunlara set çekmenin yolu ise deyim yerindeyse topyekun Türkiyelileşmekten ve Türk, Kürt, çeşitli kimlikleri bünyesinde barındıran Türkiye Milletinin çoğulcu demokratik birliğini güçlendirmekten geçiyor.

Ateşe Benzin Döken Akıl

Hâlihazırda iktidara yön veren bir akıl var. Bu akıl, Kürt meselesini demokratik araçlarla çözmeyi, temel hak ve özgürlükleri korumayı, seçilmişlere ve seçmen iradesine sahip çıkmayı, siyasi kanalları ve müzakereyi önemsemeyi “liberal yanılgı” olarak kodluyor.

Temsilî demokrasinin iki temel dayanağından söz edilebilir: Seçim ve temsil. Seçim, birçok alternatif içinden halkın kendisini yönetecek olan kişileri belirlemesidir. Seçim içermeyen bir demokrasi olmaz. Çünkü seçimler halkın taleplerinin alınmasını, toparlanmasını ve uyumlu hale getirilmesini sağlar. Ancak seçimler sayesinde, halk bir yönetimi onaylar veya reddeder. Bunun için belirli aralıklarla sandık kurulur. Seçmenler sandığa gider ve farklı programları savunanlar arasından birine oyunu verir. Çoğunluğun teveccühünü arkasına alanlar da sınırlı bir süre için yönetme yetkisini elde etmiş olur.

Seçim, halkın iradesini yansıtır. Sandıkta yeterli desteği alarak belli bir makama gelen kişi, seçmenleri ve onların iradelerini temsil eder. Bu bağlamda siyasi temsil, çoğulcu bir seçimle yetkilendirilmiş kişilerin, seçmenler adına davranabilmesini ve karar verebilmesini ifade eder. Temsil ilişkisi, halka ait olan egemenliğin, halk tarafından seçilen kimseler tarafından kullanılmasıdır.

Seçim ve temsil, bizi siyasetin bir diğer önemli kavramı olan meşruiyete götürür. Meşruiyet, en genel anlamıyla, yönetimin kararlarının, eylemlerinin ve işlemlerinin yönetilenler tarafından benimsenmesi, haklı görülmesi ve onanmasıdır. Temsil ile meşruiyet arasında, sıkı bir bağ vardır. Zira temsil ne kadar kuvvetli olursa, bir başka ifadeyle seçmenlerin temsil edildiklerine dair inançları ne kadar geniş bir tabana yayılırsa, iktidarın yapıp etmeleri o derece kabul görür ve bu da iktidarın siyasi meşruiyetini artırır.

Meşruiyet krizi

Meşruiyet, hayatidir; güçlü bir meşruiyete sahip iktidar, kararlarını tatbik ederken mahkemeye, polise, askere ya ihtiyaç duymaz, ya da bunları sınırlı bir miktarda kullanmak mecburiyetinde kalır. Lâkin meşruiyeti zayıf bir iktidar ise programını ancak muhalefeti susturarak, tepkileri bastırarak ve kitleleri zapturapt altına alarak uygulayabilir. İktidar zor araçlarına ne kadar fazla başvuruyorsa, meşruiyet krizi o kadar derin demektir.

AK Parti iktidarı, seçimi ve temsili baltalayan, meşruiyetinin de altını boşaltan işler yapıyor. Kayyım atamaları, bu meyanda liste başına yazılabilir. 31 Mart seçimlerinin daha dumanı tüterken, AK Parti, HDP’nin kazandığı üç büyükşehre kayyım atadı. Yüksek Seçim Kurulu (YSK) tarafından adaylıkları onaylanan ve 31 Mart’ta Diyarbakır’da yüzde 62.93 oy alan Adnan Selçuk Mızraklı, Mardin’de yüzde 56. 24 oy alan Ahmet Türk ve Van’da yüzde 53.83 oy alan Bedia Özgökçe Ertan vazifeden uzaklaştırıldı.

Kayyım atamalarına ilişkin gerekçeler, hukuki olmaktan uzaktı. Zaten iktidar, daha seçim neticelenir neticelenmez kayyımlar için hazırlıklara başlamıştı. İktidarın siyasi ihtiyaçlarına binaen kayyımlar atanmaya devam etti ve son olarak Diyarbakır’ın Kayapınar, Kocaköy ve Bismil ilçelerinin seçilmiş belediye başkanları görevden alındı. Böylece 31 Mart’tan ardından kayyım atanan HDP’li belediyelerin sayısı 12 oldu.

“Liberal yanılgı”

Ayrıca son operasyonda, Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Selçuk Mızraklı, Kayapınar Belediye Başkanı Keziban Yılmaz ve Kocaköy Belediye Başkanı Rojda Nazlıer’in tutuklanmalarına da karar verildi. Mızraklı’nın avukatları, Mızraklı’ya belediye başkanlığı ile ilgili herhangi bir sorunun sorulmadığını, bir itirafçının uyduruk beyanına dayanıldığını ve “yine suç icat edilmeye çalışıldığını” açıkladılar.

Mızraklı, Diyarbakır halkının yakından tanıdığı bir hekim. 24 Haziran 2018 seçimlerinde yüzde 65 oyla milletin vekâletini alıp Meclis’e gitti. 31 Mart 2019’da bu kez yüzde 63 oyla belediye başkanı seçildi. Onun 2009 KCK operasyonlarını anımsatır şekilde elleri arkadan kelepçelenerek cezaevine gönderilmesinin ardında, hukuki değil, siyasi saikler yatıyor.

Hâlihazırda iktidara yön veren bir akıl var. Bu akıl,  Kürt meselesini demokratik araçlarla çözmeyi, temel hak ve özgürlükleri korumayı, seçilmişlere ve seçmen iradesine sahip çıkmayı, siyasi kanalları ve müzakereyi önemsemeyi “liberal yanılgı” olarak kodluyor. Geçmişte sertçe eleştirdikleri kesimlere aynı noktaya gelip ve kolkola girip, tarihi kökleri olan bir toplumsal sorunun üstesinden güvenliği tedbirlerini azamileştirerek gelebileceğini düşünüyor. Çözümü, HDP’yi kriminalize etmekte, özgürleri kısıtlamakta ve bir bütün olarak siyasi alanı daraltmakta görüyor.

Ceza kesmek

Kayyımlar da öncelikle bu strateji bağlamında düşünülmeli. İktidar, görüntüye halel getirmemek için HDP’yi kapatmıyor ama HDP’nin toplumla bağ kuracak bütün damarlarını kesiyor. Teşkilâtlarını baskı altını alıyor, vekillerini ve belediye başkanlarını hapse gönderiyor, sivil toplumla irtibatını koparıyor, belediyelerine el koyuyor.

Bunun yanında, kayyım atamalarında iktidarın bastırılamayan bir öç alma duygusunun izleri de göz ardı edilmemeli. 31 Mart’ta büyükşehir belediyelerinin kaybedilmesinin ve bilhassa Cumhur İttifakı için hezimete dönüşen İstanbul yenilgisinin faturası HDP’ye çıkarılıyor. İktidar kendi kaybının cezasını HDP’ye kesiyor. Keza Millet İttifakı’nda bir çatlak oluşturulması ve muhalif blokun dağıtılmaya çalışılması da, kayyımlarla gözetilen bir başka hedef.

Bu hedefler tutar ya da tutmaz ayrı bir bahis; lâkin eğer dert gerçekten bir problemi çözmek ise bu akılla bir yere varılmaz. Seçimin ve temsilin boşa çıkarılması, meşru sınırlar içinde çare arayanları zayıflatır, radikallere hizmet eder. Siyasi arenada mücadeleyi ve müzakereyi savunanları taca çıkartır; şiddet taraftarlarına arayıp da bulamadıkları fırsatı sunar.

Velhasıl bu akıl iki sonuç üretir:  Biri, kendi meşruiyetini tüketmesidir. Nitekim Rawest’in araştırmasında kayyıma karşı olanların oranı Diyarbakır’da yüzde 81.3, Mardin’de yüzde 69.7 ve Van’da yüzde 71.1 çıktı. Yani HDP seçmenleri bir yana, iktidara destekleyenlerin bir kısmı bile bu kararı yanlış buldu. Halkın iradesini, onun verdiği vekâleti iptal ederek halkın rızası alınamaz. Diğeri ise, ateşe benzin dökmektir.  Böyle bir akıl eninde sonunda sahiplerinin kafasını götürüp taşa çarptırır.

Serbestiyet, 24.10.2019

 

Bireysel Gelişme, Toplumsal Yarar ve Vergilendirme

AKP gelir vergisinin en üst dilimini (yıllık geliri 1 milyondan fazla olanlar) yüzde 35’ten 40’a çıkaran bir tasarı üzerine çalışıyormuş.

Artan oranlı vergi alınmasına karşıyım. Daha fazla kazananların topluma daha fazla borçlu olduğu düşüncesi saçmadır. Yahut yüksek gelir sahibinin, hak edilmemiş bir imtiyazın tazminatı bâbında daha fazla vergilendirilmesi de saçma… Tersinden düşünelim: Ülkeye daha fazla katma değer kattığı için daha çok kazanan bir insan cezalandırılmayı mı hak eder, ödüllendirilmeyi mi?

Piyasada aktörler daimi bir keşif süreci içinde yeni yatırım alanları, yeni kazanç kapıları arar. Bu, dengeyi meşru şekilde bozmaktır; işleyen bir piyasa dengeye doğru ilerlemez, denge sürekli bozulur ve bu anlarda yaptığı faaliyetle dengeyi bozan aktörler bunun semeresini de alırlar, tâ ki o alanda yeni rakipler belirene ve geçici bir denge kurulana kadar… Ardından denge yine bozulur ve bu böyle sürer gider.

Artan oranlı vergiler bu keşfe girişen, risk alan aktörleri kurban hâline getirir. Piyasa mantığınca tutan bir riskin sonucunda ödül beklenirken, sırtına cefa yüklenir; riske girmeyenler hak ettiğinden fazlasını kazanmış olur.

Eğer sürekli bozulan denge ve değişen üretim ilişkileri neticesinde, kendi potansiyelini gerçekleştirme imkânı bulamayacak ölçüde “safralaşan” insanların sayısı artıyorsa, bunların yeniden topluma kazanılması arzuya şayandır. Bu aşamada üç soru gündeme gelir:

(1) Piyasa kendi bünyesinde bunu düzeltemez mi? Uzun vadede düzeltebilir, fakat kısa ve orta vadede dengesizlikler piyasayı ve açık toplumu yıkıcı dinamikleri de güçlendirebilir.

(2) Faydacı açıdan, deontolojik gerekçelere dayanmadan, her bireyin kendini gerçekleştirmesinin toplumun azamî yararına olduğu nasıl savunulabilir? Modernliğin analizi yapılarak, geleneksel toplumdan farklı olarak modern toplumda kısa ve uzun vadeli risklerin yer değiştirdiği görülür:
(a) Bilim, eldeki “doğru” bilgilerin çoğalmasıyla değil, “yanlış” bilgilerin ortaya konulup elenmesiyle gelişir. İnsanlığa bu şekilde yardımcı olan bilimsel bilgi alanı, vaktiyle nesilleri kırıp geçiren cehalet ve hurafe kaynaklı uzun vadeli risk faktörlerini elemiştir; eskiden öngörülemez vasfıyla en üstün medeniyetleri dahi yıkan salgın hastalıklar ve kıtlıklar tarihe karışmış, hatalı neden-sonuç bağının ürünü olan doğaüstü dinamiklere bel bağlamak yerine akılcı insan eylemiyle iğneyle kuyu kazmaya girişilmiştir (Tabiî ki aklın, bütün sorulara yanıt veren membâ değil, doğru yanıtı aramaya yarayan dedektör olmaktan öteye rolü olmadığı da teslim edilmelidir). Bu da sermaye birikimini, kalıcı barışı, ticaret marifetiyle karşılıklı etkileşimi kolaylaştırarak, evvelce “açıklanamayan” savaş, şiddet ve fakirliği azaltmıştır.

(b) Buna mukabil, eskiden geleneksel kurumların himaye ettiği, korunaklı alandaki birey artık kendi eylemlerini seçme ve sonuçlarıyla yüzleşme mecburiyetiyle karşı karşıyadır; dahası, zaman kısalmış, mekân daralmış, şeylerin seyyaliyeti hızlanmıştır; bu da kısa vadeli riskleri birey için daha yakın tehlike kılar: Hızlı ve ani statü düşüşü, işsizlik, yoksullaşma her an kapıdadır; geleneksel manâ ve değerler sistemi çözünmüş, bireyden “özne” olması ve benliğini inşa etmesi istenmiştir; hayat bir öğrenme ve uyarlanma yarışına dönmüştür ve bireyin bu giderek hızlanan devridaime adapte olması beklenir. Böyle bakıldığında, bir bireyin potansiyelinin gerçekleşmesi sadece onun önündeki risk ve belirsizlikleri etkilemez, bütün toplumu etkiler. Potansiyelini değerlendirememiş birey, diğer bireyler için bir belirsizlik ve öngörülemezlik kaynağıdır. Oysa öngörülemezliğin uzun vadede azaldığı, kısa vadede ise arttığı modern dünyada her birey, doğru planlar yapabilmek için geleceği az-çok öngörebilmeye ihtiyaç duyar. Öngörülemezliği sıfırlamak, risklerin olmadığı bir modernlik yaratmak sosyalist toplum mühendisliğinin projesidir ve başarısızdır. Çünkü yapılması gereken, herkese yukarıdan potansiyel miktarı ve içeriği biçmek değil, bunu bireyin kendisinin keşfedip topluma sunmasının önünü açmaktır. Kendine biçtiği ve insanlara arz ettiği değeriyle yükselen birey, toplumun safralaştırdığı bireye nazaran daha az belirsizlik kaynağıdır, ilki diğerlerine de değer katarak hayatını kolaylaştırırken, ikincisi zorlaştırma ihtimâli barındırır.

(3) Bunu yapmak, yani bireyin kendini gerçekleştirmesi için ona el uzatmak toplumun görevi midir? Ve toplumun her ferdine bu sorumluluktan ne kadar pay düşer? Eğer tezim doğruysa ve kendini gerçekleştirmekten sahiden toplumsal yarar doğuyorsa, bireylerin toplamı olarak toplumun bu vazifeyi bilfiil üstlenmesi lehine de bir karine vardır, zira her bireyin bu gelişmeden az ya da çok faydalanacağı varsayılır. Dolayısıyla burada her bireye düşen sorumluluk payı eşittir. Zira modern toplumda riskten ve belirsizlikten azâde birey yoktur: Yaygın kanaatin aksine zenginler de çeşitli risklerle karşı karşıyadır, fakat sadece onlarınki yoksullarınkinden farklıdır. Keza erkekler, beyazlar, heteroseksüeller de, kadınlar, siyahlar, eşcinseller gibi risklerle başbaşadır. Dahası, “dezavantajlı” kimliklerin varlığı, “avantajlı” kimliklerin bizatihi riski sayılabilir. Bu noktada eşitlikçi bir sosyal reform ajandası, faydacı liberal açıdan meşru sayılacağı gibi, seyyaliyet ortamında hiçbir gruba kalıcı bir “az riskli” veya “çok riskli” yaftası vurulamayacağından ötürü, herkes muhtelif risklere talip olma noktasında eşittir denebilir. Bu da vergilendirme konusunda her sınıftan bireyden eşit gelir vergisi istenmesi anlamına gelir. Bunun oranı döneme ve konjonktüre göre değişebilir; “doğru oran %20’dir, 30’dur, 40’tır” diye peşin hüküm verilemez. Bireyin potansiyelini gerçekleştirme ülküsüne o dönemde en çok hizmet eden oran neyse, doğru olan odur. Bu da teknokratik biçimde masa başında değil, kamusal müzakere ve mücadeleler sonucunda aranır; denenir, yanılınır, başka bir oran denenir, yanlışlar deneyimle elenerek doğruya yaklaşılır.

Avukatlık Ciddi Meslek Haline Geliyor

0

Her Hukuk Mezunu Avukat Olamayacak

Türkiye’de yıllar yılı Avukatlık mesleğinin icra edilmesi için bir mesleki yeterlik imtihanına tabi olunmaları yönünde, hukuk çevrelerinden talepler gelmekte idi. Bu talepler doğrultusunda geçmiş yıllarda Avukatlık Kanununda yapılan bir değişiklikle, avukatlık mesleğine giriş için avukatlık imtihanında başarılı olma şartı getirilmişti. Ama söz konusu kanun hükmü değiştirilerek bu yöndeki hüküm uygulama imkânı bulamadan yürürlükten kaldırıldı. Muhtemelen bazı Hukuk Fakültelerindeki eğitim ve öğrenci kalitelerindeki zayıflıklar sebebiyle yürütülen yoğun çabalar, bu değişiklikte etkili olmuştur.

Avukatlık mesleğine giriş için imtihan şartını öngören düzenlemenin kaldırılması, hukuk devleti ilkesi ve adalet duygusunu ciddi manada örselemiştir. Avukatlık mesleğini icra edebilmek için imtihan şartının mutlaka getirilmesi konusunu sürekli dillendirdik. Bazı özel üniversiteler, yasama meclisi tarafından getirilmek istenen imtihan şartını “sulandırmak” için, bitirme tezi vb. beyhude çabalara giriştiler ise de, Meclis bu çabaları göz ardı ederek, lüzumlu kanuni düzenlemeyi yapmıştır.

17 Ekim 2019 Tarih ve 7188 Sayılı “Ceza Muhakemesi Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunile avukatlık mesleğine giriş için imtihana girme şartı getirilmiştir. 7188 Sayılı Kanunun 3. Maddesi ile değiştirilen 1136 Sayılı Avukatlık Kanununun 16/1. fıkrasına göre, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak, Türk hukuk fakültelerinden birinden mezun olmak veya yabancı memleket hukuk fakültesinden mezun olup da Türkiye hukuk fakülteleri programlarına göre noksan kalan derslerden başarılı sınav vermiş bulunmak, bu (Avukatlık) Kanuna göre avukatlığa engel bir hali olmamak şeklindeki şartları taşıyan ve “Hukuk Mesleklerine Giriş Sınavı”nda başarılı olanlardan, stajyer olarak sürekli staj yapmalarına engel işleri ve 5. maddede yazılı engelleri bulunmayanlar, staj yapacakları yer barosuna bir dilekçe ile başvururlar.

Hukuk Mesleklerine Giriş sınavı sadece avukatlık mesleğine giriş için öngörülmüş değildir. Adli ve idari yargı hâkimliği görevleri ile noterlik mesleğine girebilmek için de bu imtihanda başarılı olmak gerekmektedir. Bu imtihanın niteliğinin yüksekliği oranında, söz konusu imtihan, bu meslek ve görevlerde çalışacakların mesleki yeterlik standardını yükseltecektir. Bu da hukuk alanında liyakatin artmasına katkı sağlayacaktır.

Fakat bu kanunun uygulanması maalesef 4 yıl sonraya ertelenmiştir. 4 yıl içinde Türkiye’de neler olur, neler olmaz pek bilinmez. Bu hükmün, 7188 Sayılı Kanunun en olumsuz ve zayıf halkasını teşkil ettiği kanaatindeyim. Çünkü Türkiye’de bazı Hukuk Fakültelerinde Üniversite Giriş İmtihanında ilk 170000 içerisine giren öğrencilerin okuduğu bilinen bir gerçekliktir. Bu öğrencilerin mezun olduktan sonra hiçbir imtihana tabi olmaksızın avukat olmaları, hukuk devleti ve hakların etkin savunulması açısından zaaf teşkil edecektir.

Diğer yandan, önceki avukatlık imtihanını öngören kanunu kaldırtan güçlerin hükümet ve Meclis üzerinde bu dört yıllık süreç içerisinde kurmak isteyecekleri yoğun ve etkili baskı sebebiyle bu kanunun değiştirilmesi riskinin de mevcut olduğu söylenebilir. Bu ihtimalin gerçekleşmesi halinde, dağ fare doğurmuş, hukuk devleti ve adaletin sağlanması yönünde tekrardan geriye gidilmiş olunacaktır. Umarım hükümet ve Meclis, özellikle öğretim ve öğrenci kalitesinin değişik ölçülerde zayıf olduğu bazı özel üniversite yönetimlerinden gelebilecek yoğun baskılara kararlılıkla direnir ve bu imtihan şartı 4 yıl sonra da olsa uygulamaya geçirilir.

Bu ihtiyati uyarıları yaptıktan sonra biraz da bardağın dolu tarafına bakmakta fayda vardır. Tehirli de olsa Avukatlık mesleğine girişin imtihan şartına bağlanması, tekrar ifade etmek isterim ki, hukuk devleti, hakların korunması, âdil yargılanma hakkı, hak arama hürriyeti ve adaletin daha iyi tecelli edebilmesi adına olumlu olmuştur. Çünkü dünyanın hiçbir demokratik hukuk devletinde avukatlık mesleğine, hiçbir imtihana tabi olmaksızın girilemez. Bunun sebebi, bu ülkelerde avukatlık mesleğinin hâkimlik ve savcılık kadar muteber, ciddi, saygın bir meslek olarak görülüyor olmasıdır.

Diğer yandan hak arama ve âdil yargılamanın temel gereklerinden biri hâkimler, diğeri ceza davalarında cumhuriyet savcıları, diğeri de avukatlardır. Avukatlardaki yetersizlikler çoğu davalarda adaletin gerçekleşmesini engellemekte, daha kaliteli avukatların bakmaları halinde belki de beraatle sonuçlanacak davalar, avukatın yetersiz savunması sebebiyle aleyhe sonuçlanabilmektedir. Bu da âdil yargılanma ilkesi ile çelişmektedir.

Diğer yandan, hukuk devleti ve anayasal demokrasinin zaruri gereklerinden bazıları da, temeli hakların korunması ve teminat altına alınması, haklara yönelik ihlallerin bertaraf edilmesi ya da âdil yargılama yoluyla ihlallerin düzeltilmesidir. Bunun için de hak bilincinin üst düzeyde inkişaf etmesi gerekir. Bu bilinç eksikliği, hakların korunması noktasından eksikliklere, ihmallere sebep olabilmektedir. Bu bilinç güçlenmesinin bir neticesi olarak imtihan şartı getirilmiştir. Fakat bu bilinç yükselmesinin avukatlar nezdinde de söz konusu olması icap eder. Umarım gerek hukuk eğitimi, gerekse Hukuk Mesleklerine Giriş Sınavı bu bilincin güçlenmesine katkı sağlar. Bu güçlü hak koruma bilinci ve avukatlık mesleğindeki kalite ve liyakat derecesinin artması, bu mesleği çok daha saygın hale getirecektir. Halk arasında yaygın olarak var olan “avukatlık demek yalancılık demektir” şeklindeki yaygın kanaatin yıkılması halinde, bu dönüşüm, hem hukuk devleti ve âdil yargılanma açısında, hem de avukatlık mesleği açısından son derece olumlu olacaktır. Çünkü âdil yargılanmaya güvenin bir kanadını da avukatlık mesleği teşkil etmektedir.

Elbette ki her iyileşme mükemmel olmayabilir. Asıl olan bardağın hangi tarafının dolu ya da boş olduğudur. Ben burada, gecikmeli de olsa, avukatlık mesleğine girişin imtihan şartına bağlanmış olmasının, bardağın dolu tarafını büyük ölçüde artırdığı kanaatindeyim. Artık bundan sonra, en azından bu hükmün yürürlüğe gireceği dört yıl sonraya yönelik olarak, Hukuk Fakültesine girebilmek için ilk 50000’e girme şartının getirilmesi, Hukuk Fakültesindeki eğitim modelinin yeniden revize edilmesi vb. diğer reformların yapılması halinde, bu gecikmenin zararlarının nispeten azalacağı söylenebilir.

Bütün bunlardan sonra, bir iyimserlik temennisi olarak şu söylenebilir: “Avukatlık artık ciddi bir meslek haline gelmiş olacaktır. Ciddi ve kaliteli bir imtihan, Avukatlık mesleğini icra edeceklerin mutlaka liyakat ve kalitesini artıracaktır. Bu sebeple, her Hukuk Fakültesi mezunu Avukat olamayacaktır. Bu da ülkemizde hukuk devleti ve âdil yargılanma hakkının işlevselliği ve etkinliği açısından son derece önemlidir”.

* Kırıkkale Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi

Türk Siyasetini Anlamak ve Yaklaşımlar – Kutlu Kağan Dalkılıç

Türk siyasi tarihi üzerine çalışmalar yapan Kutlu Kağan Dalkılıç “Tanel Demirel Türk Siyasetini Anlamak kitabında akademi ve siyasi gelenekte hüküm süren üç farklı yaklaşımdan söz ediyor” diyor.

Danel Demirel’in Liberte Yayınları’ndan çıkan yeni kitabı “Türk Siyasetini Anlamak” oldukça önemli bir eser. Zira literatürde eşine az rastlanan belki de ilk örnek diyebileceğimiz cinsten bir kitap. Türk Siyasetini Anlamak, bugüne kadar akademi ve siyasi geleneğimize hâkim yaklaşımları bütüncül bir bakış açısıyla toparlıyor ve önümüze analitik biçimde bir portre sunuyor. 

Tanel Demirel, bu eserde akademi ve siyasi gelenekte hüküm süren üç farklı yaklaşımdan söz ediyor. İlki Amerikan Siyaset Bilimi Yaklaşımı(ASB), ikincisi Marksist yaklaşım ve üçüncüsü Tarihsel/Yorumsamacı yaklaşım. Bu yaklaşımların her biri için birer yazı yazmam gerekiyor. Zira bu eser ayrı ayrı değerlendirmelerle ancak zihinlerde netlik kazanabilir. Ancak genel bir çerçeve çizerek yazı serisine başlamak istiyorum. 

Türkiye, Cumhuriyet’in kurucu kadro idaresi ve sonrasında hatları iyice oturan Kemalist anlayışla akademide çağa uygun modern bir gelenek oluşturmayı hedefledi. Akademi ve yüksek eğitim bilimcilik, pozitivizm ve ilerlemecilik ekseninde bir anlayışla şekillendi. Bu anlayış Cumhuriyet ile başlamış değildi elbette. Tanzimat ve akabinde Meşrutiyet dönemlerinde bu anlayışın gerek önce tartışıldığını gerekse sonrasında uygulanmaya başladığını söyleyebiliriz. Cumhuriyet bu geleneği daha keskin ve sınırları belirlenmiş bir rotaya oturttu. 

Amerikan Siyaset Bilimi yaklaşımı dönemin siyaset ve sosyal bilimlerini incelemek ve sorunlara çözüm üretmek için “pozitivist bir ilerlemecilik” anlayışını benimsemiş sayılabilir. Bu dönemde özellikle Amerikan akademisi, sosyal bilimleri ve hatta bürokrasisi için belirleyici anlayışı Amerikan Siyaset Bilimi yaklaşımı oluşturuyor diyebiliriz. Bu anlayışın temeli, olguları istatistik verilere dayanarak incelemek, davranış bilimleri gibi fiziki bir anlayışla sosyal olaylara yaklaşmak ve sonunda pozitivist bir veri değerlendirme metoduyla tüm sosyal hadiseleri teknokratik bir yaklaşımla çözüme kavuşturabilmekti. Bu yaklaşımın esas özelliği içinde bulunduğu ân ile ilgilenmek; yaşanan sıkıntıların temelinde yatan tarih, kültür, zihniyet ve bağlam ile sosyal meseleleri değerlendirmek ihtiyacı hissetmemesiydi. 

Tanel Demirel çalışmasında bu yaklaşımın(ASB), Türk Akademisini, Türk Siyaset ve Sosyal Bilimlerini yakından ve derinden etkilediğini söylüyor. Kemalizm’in yaratmak istediği anlayışın bilimci, pozitivist ve ilerlemeci mottosuyla Amerikan Siyaset Bilimi yaklaşımının dönem itibariyle örtüştüğünü zaten görmek mümkün. 

Kemalizm’in Cumhuriyet’e geçişle birlikte üzerini kalın bir örtüyle örtmek istediği Osmanlı döneminin tarih, gelenek ve zihniyetinden kopuş için Amerikan Siyaset Bilimi Yaklaşımının pozitivisit ilerlemeci metotlarını kendine yakın hissetmesi ve memlekette yeni kurulan akademik süreci bu hatta yönlendirmesi tabii görünüyor. Zira sosyal meseleleri tarihsel bağlamıyla ve zihniyet çözümlemesiyle ele almak girişimi Cumhuriyet’in yaratmak istediği yeni milletin kodlarını deforme etmeye müsait bir alan açabilirdi. Üstelik dönemin sosyal bilimler anlayışı özellikle Kıta Avrupası’nda pozitivist bir çizgiyle şekilleniyor ve sosyal bilimlerin kesin ve sabit yasaları olduğu inancı dünyayı derinden etkiliyordu. Kemalizm’in bu koşullardan bağımsız bir akademi ve siyaset bilimi yaratması hayali, bu sebeplerle birlikte değerlendirildiğinde dönem itibariyle elbette anlamsız kalır. 

Sosyal meselelerde pozitivizmin hâkim olması ve bundan memleketin etkilenmesi Kemalizm’le başlamış da değil, elbette evveli var. Kıta Avrupası’nda ortaya çıkan bu akım Auguste Comte ile çok büyük bir yaygınlık kazanmıştı. Dönemin akımlarından Vülger Materyalizm, Sosyal Darvinizm ve Bilimcilik bu sosyal pozitivizmle şekilleniyordu. Osmanlı son döneminde, Yeni Osmanlılardan İbrahim Şinasi, Fransız pozitivistleri ile görüşüyordu. Tanzimat’ın önemli devlet adamı Mustafa Reşid ve takipçisi Mithat Paşa Comte pozitivizminin tesiri altındaydı. Tanel Demirel’den aktarılana göre, Comte Reşid Paşa’ya yazarak, “insanlık dini olarak pozitivizmi Doğu dünyasında yayması” gerektiğini söylüyordu. İttihat Terakki kurucusu Doktor Ahmet Rıza Comte’tan esinlenerek cemiyetin adını “Nizam ve Terakki” olarak belirlemişti. Abdullah Cevdet, Beşir Fuad ve Rıza Tevfik örnekleriyle bunu çoğaltmak mümkün… 

Cumhuriyet sonrası Türk akademik hayatına gelindiğinde Amerikan Siyaset Bilimi (ASB) yaklaşımını birçok önemli isimde görmek de mümkün oluyor. Kemal Karpat, İlter Turan, Ergun Özbudun, Ersin Kalaycıoğlu, Metin Heper gibi Türk sosyal ve siyasal bilimlerinin kurucusu sayabileceğimiz isimlerde de meseleler aynı davranışsalcı geleneğin, pozitivist sosyal bilimciliğin tesiriyle modernist bir kuramla değerlendiriliyor. Bütün bu isimler lisans, yüksek lisans ve doktorasını Amerika’da davranışsalcı, pozitivist ilerlemeci sosyal bilimlerde ve sosyal bilimcilerle yapıyor. Ve ayrıca bu isimlerin çoğu Kemalizm’in kurucu kadroda yararlanmak istediği profile uygun ailelerden geliyor: Subay çocuğu, Bürokrat çocuğu, Öğretmen çocuğu vs. 

İlter Turan hocanın kitabının ismi bile “Siyasal Sistem ve Siyasal Davranış” olabilmiş. İlginç bir örnek ise Deniz Baykal, onun eseri ise “Siyasal Katılma- Bir Davranış İncelemesi” olarak karşımızda duruyor. Örnekleri ampirik biçimde Tanel Demirel eserinde temellendiriyor, belki gelecek yazılarımızda biz de değinebiliriz.   

İkinci yaklaşım Marksist gelenek, elbette bu yaklaşım da Cumhuriyet sonrası akademi, sosyal bilimler ve siyaset biliminde kendini gösteriyor. Marksizm’in tarihsel çözümlemedeki bütüncül ve sistematik yaklaşımı ile Hegelci tarihsel diyalektik birçok sosyal meseleyi açıklamakta büyülü bir etki yaratıyordu. Tarihsel materyalizm ve üretim ilişkilerinin sosyal dokuyu esas belirleyen olduğu iddiası da pozitivist ilerlemecilik fikrini destekliyordu. Bu durum Kemalizm ideolojisi içinde belli bir cazibeye sahipti elbette, tarihi pozitivist biçimde ele alan ve kollektivist devletçi bir tasavvur yine memleketin ideolojisiyle de yakınlık gösteriyordu.  

Niyazi Berkes, bu yaklaşım içinde çağdaşlaşmanın önündeki en büyük engel olarak gördüğü dini geleneksel yapıya Batıcı emperyalizmi de ekleyerek kuramlaştırıyor ve zikrediyordu. Doğan Avcıoğlu, yine “Türkiye’nin Düzeni” kitabında komprador burjuvaziyi yıkacak müdahaleci devlet fikrini savunuyor ve devlet kontrolünde milli burjuvazi tezini öneriyordu. İdris Küçükömer ise devletçi bürokratların temsil ettiği kurucu partiyi gerici olmakla, muhafazakâr hizmet anlayışını temsil eden partileri ise üretim ilişkileri bağlamında değerlendirerek ilerici konuma oturtuyordu. Bu örnekleri çoğaltmak ilerleyen yazılarda mümkün olacaktır ancak şimdilik bu katkılarla yetinelim. Üçüncü ve son yaklaşım olan Tarihselci/Yorumsamacı yaklaşım ise gerek Tanel Hoca’nın gerekse benim durduğum yeri daha fazla temsil eden bir yaklaşım. Bu yaklaşımı iki kavramla ilişkilendirmek mümkün: Hermenötik ve Interpretive. Hermenötik yaklaşım dar anlamıyla kutsal kitapların bağlam ve zihniyetle birlikte doğru yorumu ya da yasaların gerçek ruhu ve anlamı nasıl ortaya çıkabilir sorusunu merkeze alan felsefe, din, gelenek ve hukuku ilgilendiren çoklu bir yaklaşımı ifade ediyor. Interpretive yaklaşımlar ise insan ve kültür bilimlerinin doğa bilimleri metotlarıyla incelenemeyeceğini vurguluyor. 

Tarihselci/Yorumsamacı geleneğin en önemli temsilcileri şüphesiz Wilhem Diltey ve Max Weber. Sonrasında Peter Winch, Gadamer ve eleştirel teoriyle bilinen Jürgen Habermas. Foucault ve Derrida’nın da katkılarından bu yaklaşım içinde söz etmek mümkün. 

Bu yaklaşım sosyal ve siyasal bilimlerin kendi bağlamından, geleneğinden, tarihinden ve kültüründen koparılmadan bir zihniyet çerçevesinde incelenmesi gerektiğini söylüyor. Bunu yaparken elbette ampirik verileri yok saymıyor ancak verilerin arka planındaki süreci anlamanın ve açıklamanın önemini vurguluyor. Anlamak için tarihi ve bağlamı yok saymamak, sonrasında ise açıklamak için pozitivisit verileri kullanmanın gerekliliğini ifade ediyor. Ve en önemlisi Amerikan Siyaset Bilimi ve Marksist yaklaşım gibi sosyal pozitivizmden kaçınıyor, genellemeler yapmaya karşı mesafeli duruyor. Davranışı belirleyen unsurlarla birlikte eylemi ona verilen anlam ile yorumluyor, dar bir çerçevede ve daha göreceli alanlar bırakarak sosyal meseleleri açıklamaya çalışıyor. 

Bu geleneğin bizdeki en önemli temsilcileri Sabri Ülgener ve Şerif Mardin olarak karşımıza çıkıyor. Kemal Karpat ise hem ASB hem de Yorumsamacı yaklaşımda izleri görülebilen bir isim. Daha geriye gidersek tarihte Ahmet Cevdet Paşa ve Ziya Gökalp’ı bulmak mümkün. Ülgener, iktisat ve sosyal bilimleri Tarihselci/Yorumsamacı yaklaşımla bir zihniyet çerçevesinde ele alıyor. Şerif Mardin yine meseleleri çözümlerken bu gelenekle yakından ilişki kurabiliyor. 

Sonuç olarak, Türkiye bu üç farklı yaklaşımı ilk kez Tanel Demrel’in “Türk Siyasetini Anlamak” eserinde derli toplu biçimde ve analitik bir perspektifle okuma imkânı buldu. Bu yolun akademimizde ve siyasal geleneğe sunduğu eşsiz katkı bu çalışmaların devamıyla giderek artacaktır. Bu üç farklı yaklaşımı oldukça önemsiyorum ve fakat yorumsamacı geleneği ayrıca önemsiyorum, umarım daha detaylı bir biçimde seri halinde yazmak nasip olur.  

Kutlu Kağan Dalkılıç, Karar, 12.10.2019

Haydi Sınıfsal Analiz Yapın!

Kürt, yoksul ve kanser hastası bir anne çocuğunu dağa göndermeyen HDP’li yöneticiye “Senin oğlun hangi özel okulda okuyor sen bunu desene, fakir fukaranın çocuğu dağa bunlar koltuklarda” diyor ve sol cenahtan çıkıp da tek bir sınıfsal analiz yapan yok!

Analığın, anneliğin yüceltildiği topraklarda yaşıyoruz. Vatanımız anamız, evdeki çorba pişiren anamız, ekinlerini biçtiğimiz anamız toprağımız… Şimdilerde anneliği kutsallaştırmayın diyen kariyeristler de var. Anneliğe vurgunun aslında aileye vurgu olduğunu çok iyi biliyorlar. Neyse ki onlar küçük bir azınlık. Anneler başımızın tacı, yalnızca anneler geçekten gözü yaşlı bir şekilde çocuklarını beklerler. Ana sütü gibi ak olan helâl… İstemek ama anne olamamak, anne olmak ama çocuğun kaybetmek büyük acı…÷

Bir çığlık işitildi HDP binasının önünde. Ve duyuldu o acı sözler; binanın önünde bekleyenlerin ve binaya girip çıkanların kayıtsız kalamayacağı, vatanın evlatlarının, annelerinin ve babalarının duymazlıktan gelemeyeceği, omuz silkip geçemeyeceği… O ses, anne “Yanan yüreği biliyor musun sen? Evladını Allah senin gönlünden koparsın. Sen gel içimdeki yangını gör. Bizim yüreklerimizi yakmak için bir parti kurmuşlar başka hiç bir şey değil” diyor ve millet olarak bizim de içimizi kanatıyordu.

Stalin Rusyası gibi 

“Oğlum HDP binasına girdi ve bir daha çıkmadı.” Sanki Stalin’in Rusyası’yla ilgili bir kitap okuyoruz. Bir binaya giren çocuk bir daha çıkmıyor, adeta sır oluyor. Böyle şeyler ancak Stalin’in Rusyası’nda ya da benzeri rejimlerde olabilir. Ancak şaşırmamak gerek. Karşımızdaki örgüt kendisini Marksist Leninist ideolojiye göre şekillendirmiş bir örgüt. Ne bekleyebiliriz? Henüz reşit bile olmayan çocuklar Diyarbakır’daki o binaya giriyor ve ardından kayboluyor. Binanın içinde, arkasında ne var? Kimse soramıyor. Diğer oğlu da PKK tarafından öldürülmüş olan 70 yaşındaki Hacire ana gözyaşlarıyla karşısındaki devasa örgüte direniyor. Adeta bir miti yıkıyor, büyüyü bozuyor: Kürtlerin kurtuluşu! Eleştirilemez Beyaz Kürtçü etnis“izm”… “-izm”, faşizm, Nazizm, Stalinizm, İslamizm, Kemalizm, yani her türden “–izm” gibi bir “izm”.

Türkiye’de solcular sınıfsal analize bayılırlar. Ne de olsa Marx, tarihsel gelişmeyi sınıf çatışmalarına bağlamış ve bütün bir tarihi sınıf çatışmalarının tarihi olarak okumuştu. Efendi/köle, soylu/serf, burjuvazi ve proleterya arasındaki çatışma tarihin istikametini belirliyordu. Sınıf gerçeği, tarihin biricik gerçekliğiydi. Tıpkı “ırk” kavramının Nasyonal Sosyalistler için biricik olması gibi. Sınıf kavramına yapılan bu vurgu Türk solcusunu da cezbetmişti. Türkiye’de sınıflar var mı yok mu, varsa bu sınıflar Marx’ın söylediği anlamda kendinde sınıf mıdır yoksa kendisi için sınıf mıdır? Türkiye’de gerçek bir sınıf çatışmasından söz edilebilir mi? İşçi sınıfının özellikleri nedir? İşçi sınıfı bilinçli bir sınıf mıdır? Yoksa onları bilinçlendirmek mi gerekir? vb. Bu türden meseleler Türkiye’de sol edebiyata hakim olmuş ve çokça tartışılmıştır. Hem telif, hem tercüme çok fazla eser yayınlanmıştır. Sol cenahtan gelenler bir toplumsal meseleyle karşılaştıklarında hemen sınıfsal analizlere girişirler. Sınıfsal analiz, aynı zamanda sınıf mücadelesinin temelidir. Her meselede bu yönteme başvuran solculardan HDP binasının önünde bekleyen anneler ortaya çıktığında, bu sefer pek ses çıkmadı.

Kürt ana için ‘mesele’

Hasta ve öfkeli anne, HDP’li yetkililere şöyle bağırıyordu: “Diyarbakır’da genç bırakmadınız genç. Ya cezaevinde ya toprağın altında. Başlarım sizin Kürdistan davanıza. Sizin çocuğunuz dağa gitsin kıyameti koparırsınız. Senin oğlun hangi özel okulda okuyor sen bunu desene. Fakir fukaranın çocuğu dağa bunlar koltuklarda. Alıştınız insanları dağa göndermeye. Vermiyoruz size verecek çocuğumuz yok!” Haydi sınıfsal analiz yapalım. Kürt, yoksul ve kanser hastası bir anne çocuğunu dağa göndermeyen HDP’li yöneticiye “Senin oğlun hangi özel okulda okuyor sen bunu desene, fakir fukaranın çocuğu dağa bunlar koltuklarda” diyor ve sol cenahtan çıkıp da tek bir sınıfsal analiz yapan yok! Eğer solda durmak her türden adaletsizliğe karşı çıkmaksa solcuların niye sesleri çıkmıyor. Niye hepsi sus pus. Seslerini çıkaran birkaç kişi ise annelerin ızdırap içinde bekleyişlerinin AKP’nin oyunu olduğunu söyleyecek kadar alçaldı. Cumartesi anneleri için yeri göğü inleten sözde insan hakları ve sivil toplum örgütlerinin çıtı çıkmıyor.

Sol cenah olan biten karşısında sessiz çünkü her sınıflandırma bir iktidar formudur ve toplumu sınıflara ayırmak ve o şekilde analiz etmek de bir iktidar formudur. İktidara karşı çıkan bir iktidar formu. Sınıflandırmak iktidar uygulamaktır. İktidar mümkün mertebe dışlayıcıdır. Kendine taraf olmayanı dışlar. Sol cenah bu konuda sınıfsal analiz yapamaz, yapmaz çünkü ideolojisine, sol elitlerin iktidarına bu durum aykırıdır. Kürt milliyetçi solu, etnik kaygısına göre sınıflandırır, çocuğunu kaybetmiş gözü yaşlı, yoksul, Kürt ana ise Hak’ka göre, ilahi adalete göre. Sol için etnisite, etnik vurguya ters olan ne varsa dışlanmalıdır. Solcu için mesele Kürtlükken, gözü yaşlı Kürt ana için mesele “insan” meselesidir, hatta “Müslüman” ve “insan” meselesi (Benzer şeyleri “seküler Türkçülük” için de söyleyebiliriz. Kuran’ı, ezanı Türkçe okuyalım! Allah’ın kitabını tamamen Türkçeleştirelim! Olmayan Katolik Kilisemizin karikatür Lutherleri. Bu etnik vurgular olsa olsa şirktir. Türk etnisistlerinin Türkçeye yaptıkları lingüistik Nazizmi de isterseniz Hüsamettin Arslan’ın kaleminden okuyun: Jön Türkler, Jön Kürtler, Muhafazakarlar: Meçhul Okurla Söyleşiler). Otantik Kürt halklarını, feodal ve geri kalmış görür sol. Çünkü otantik Müslüman Kürt halkları etnisiteyle değildir. Secdeye varırken etnisite düşünmez. Allah’ı düşünür. Allah’a dönmek etnisiteye arkanı dönmek anlamına gelir. Müslümanlığa vurgu ırkın ve ırkçılığın kesin olarak reddidir. Gözü yaşlı, hasta ve yoksul Kürt anne etnisist beyaz Kürtçü elitlerin çıkarları uğruna masum bir çocuğu kullandıklarının çok iyi bilincindeydi. Hiçbir şeyden haberi olmayan çocuğuna nasıl bir ideolojik ve etnisist bilinç aşılandığının farkındaydı. Ve aynı anda kendisiyle onlar arasındaki ‘sınıfsal’ uçurumun terör sürdükçe kapanmayacağını da anlamıştı. İşte bu yüzden analar isyan ederken Türk solcusu, etnisist beyaz Kürtçü elitler duruma sessiz ve durumu geçiştirmeye çalışıyorlar.

‘Çocuk savaşçılar’ ve sol

Hayat daima insanı paradokslarıyla baş başa bırakır. Entelektüellerin paradoksları sıradan insanlarınkinden fazladır. Türkiye solcuları bir ikilem, paradoks yaşıyorlar: Türkiye’deki çocuk istismarına karşılar ama PKK/HDP’nin dağ ve şehirlerdeki çocuk istismarını görmezden gelip masum çocukların küçük gerillalar adı altında, tam anlamıyla yaşamdan ve ailelerinden koparılarak, eğitim, sağlık imkânları ve gelecekleri ellerinden alınarak istismar edilmesini kutsuyorlar. Kız çocuklarının okumasını ve erken yaşta evlendirilmemesini savunurken, kadına şiddete yüksek sesle karşı çıkarken, aynı kız çocuklarının dağa çıkarılmasını ya da kaçırılmasını, dağda tecavüze uğramasını, şiddet görmesini hiçbir şekilde eleştirmiyorlar. Çocukları kaybolmuş Cumartesi annelerini yüceltirken çocukları HDP binasına girip kaybolmuş anneler söz konusu olduğunda sessiz kalıyorlar. Devlet örgütüne, devasa bürokratik aygıta karşı muhaliflerken başka bir örgüte, binlerce insanın katili olmuş ve bütün Kürtler istesin istemesin şiddet yoluyla devlet olmak isteyen bir örgüte karşı hiçbir eleştiri yok. Sözde Amerikan emperyalizmine karşılar fakat Kürt bölgelerindeki Amerikan varlığına karşı hiçbir protestoları yok. Tek adam yönetimine karşı sabah akşam muhalefet ederler ama tek adamlığı kimseye bırakmayan örgüt liderine söyleyecek sözleri yok. Örgüte karşı her muhalefet edenin hain ilan edildiği, boğazlandığı, kendi mezarının kazdırıldığı, kadınlara örgüt liderleri tarafından tecavüz edildiği (Aytekin Yılmaz’ın kitaplarını okuyun, sahi Sığınamayanlar romanında anlatılan örgüt içi kadın tecavüzlerine kaç feministin sesi çıktı?) gerçek tanıklıklarla belgelenmişken Türk Kürt solcu elitler sessiz. Bu ne paradoks yarabbi! Sabrımız taştı. Bu kadarını şeytan bile kıskanmıştır!  Geçtiğimiz günlerde, daha önceden yazdığı kitaplarla (Yoldaşını Öldürmek, Sığınamayanlar, Ernesto’nun Dağları, İçimizdeki Hapishane, Labirentin Sonu, Dağbozumu) solun ve sol örgütlerin iç yüzünü ortaya çıkaran Aytekin Yılmaz yeni bir kitap daha yayınladı. Kitabın ismi Onlar Daha Çocuktu (İletişim Yayınları). Gerçek çocukların, gerçek hikâyeleri. Sokakta top koşturmak, oyun oynamak dururken, çocuk yaşta savaşmak zorunda bırakılmış çocukların gerçek hikâyeleri. İnfaz kararlarına kurban giden çocuklar, şiddete ve istismara uğrayan çocuklar, gelecekleri ellerinden alınmış çocuklar, dağda bir mezarı bile olmayan çocuklar. “Çocuktan savaşçı yapan sol karanlığı konuşmalıyız” diyor Aytekin Yılmaz. Esasında çocuk savaşçıları cepheye sürmek insanlığa karşı işlenmiş suçlar kategorisine ve temel insan hakları ihlaline giriyor. Örgütün bunu yaptığı bilindiği halde soldan kimse konuşmuyor, kimse onu kınamıyor. Bunun yerine örgütün ne kadar ekolojik bir örgüt olduğu, kadınları ne kadar eğittiği, ne kadar demokratik olduğu yayın organlarında sürekli söylenerek eli kanlı bir örgüt göklere çıkarılıyor.

Güzel günler ve gelecek 

Sol jargonun en önemli özelliklerinden birisi, güzel günleri hep geleceğe bırakmasıdır. “Devlet bir günde ortadan kalkmaz. Devrim sonrası toplumun ilk aşamalarında özel mülkiyet, ancak millileştirme yoluyla “evrenselleştirilir”. (Jeffrey Abramson, Minerva’nın Baykuşu Batı Siyasi Düşünce Tarihi, Dipnot Yay. s. 387) Marx, bunu kaba komünizm diye adlandırsa da asıl devrim sürekli ertelenir. Yaşanan acılar, gerçekleşen yıkım, masum insanların katledildiği cinayetler hep gelecek güzel günler içindir. Böylece zalimlikler meşrulaştırılır. Geçmiş ya da şimdi için değil, bilinmeyen bir gelecek için yaşanır. Gelecekteki cennet uğruna bugünün kötülükleri meşrulaştırılır. Muhalifler ve hainler acımasızca cezalandırılır. Çocuklar ailelerinden kopartılıp katillere ya da kurbanlara dönüştürülür. (İsterseniz Orlando Figes’in Karanlıkta Fısıldaşanlar’ını,  Vasili Grossman’ın Yaşam ve Yazgı ve Her şey Geçip Gider adlı kitaplarını, Svetlana Aleksiyeviç’in kitaplarını okuyun). Hepimiz barışı isteriz ama bu gözyaşlarını kim dindirecek? Kürtlerin cenneti olarak hayal edilen, sözde bir altın çağı başlatacak olan devletin bedeli Türk-Kürt-Suriyeli milyonlarca insanın gözyaşı oldu. Sivil örgütler gerçekten sivil olmadığında, uluslararası kirli işlerin maşası haline geldiğinde devreye devletin kurumları girer. Barışın güçleri değil, savaşın, mücadelenin güçleri işler. Alman Politolog Carl Schmitt’in “dost/düşman” ayrımı tam olarak geçerlilik kazanır. Neticede Türk-Kürt-Suriyeli anaların gözyaşlarını dindirmek ulusal ve uluslararası sahtekâr barış elçilerine değil, bir milletin ordusuna düştü. Allah annelerinin kuzuları Mehmetçiklerimizi korusun, ordumuzu muzaffer kılsın.

Star, Açık Görüş, 19.10.2019

Doç. Dr. Bengül Güngörmez / Bursa Uludağ Üniversitesi

bengulg2000@gmail.com