Ana Sayfa Blog Sayfa 5

İslam Dünyasında Sivil Değerler ve Kurumların Rolü: 11. İslam ve Özgürlük Konferansı

18-19 Ekim 2024 tarihlerinde İslam ve Özgürlük Ağı (Islam and Liberty Network) tarafından düzenlenen 11. İslam ve Özgürlük Konferansı İstanbul’da yapıldı. Konferansta iki gün boyunca çoğunluğu Müslüman ülkelerden olmak üzere çok sayıda akademisyen, araştırmacı ve sivil toplum kuruluşu temsilcisi, halkının çoğunluğu Müslüman ülkelerde sivil değerler ve kurumların yeri ve önemine vurgu yapan konuşmalar yaptılar, bu konularda fikir teatisinde bulundular, bilgi ve deneyimlerini paylaştılar.

İslam ve Özgürlük Ağı 2011 yılında İstanbul’da Istanbul Network for Liberty (İstanbul Özgürlük Ağı) adıyla kurulmuş, daha sonraları adını –daha kapsayıcı olması düşüncesiyle- Islam & Liberty Network (İslam ve Özgürlük Ağı) olarak değiştirmiş bir sivil toplum platformu1. Esas itibariyle İslam dünyasında, nüfusunun çoğunluğu Müslüman ülkelerde sivil haklar ve özgürlüklerin temini, İslam ile özgürlük ve serbest piyasa fikriyatının uyumu, özgürlükçü değerlerin benimsenmesi ve güçlendirilmesi amacına dönük bilimsel, entellektüel, sosyal ve kültürel faaliyetler organize ediyor.  Bu çerçevede Türkiye, Fas, Tunus, Pakistan, Endonezya ve Malezya gibi ülkelerde konferanslar düzenlemiş, çok sayıda kitap yayımlamış, internet üzerinden birçok seminer ve sohbet toplantısı organize etmiş durumda. 18-19 Ekim 2024 tarihlerinde İstanbul’da gerçekleştirilen konferans da artık geleneksel hale gelmiş yıllık konferanslar dizisinin on birincisi.2

Atlas Network, KASAM, Karadeniz Vakfı ve Liberal Düşünce Topluluğu ile işbirliği halinde düzenlenen konferansın ana teması halkının çoğunluğu Müslüman ülkelerde sivil değerler ve kurumlar. İki gün boyunca Türkiye, Malezya, Cezayir, Tunus, Bosna-Hersek, Pakistan, Endonezya, İngiltere, Finlandiya, Çek Cumhuriyeti, İran ve ABD’den çok sayıda katılımcı bu konulardaki düşüncelerini, tecrübelerini ve yaptıkları araştırmaların sonucunu paylaştı. Esasen bu yılki konferansın teması “kurumların rolü” olarak belirlenirken Daron Acemoğlu ve arkadaşları kurumların zenginlik ve refah yaratmadaki kritik rolü konusunda yaptıkları öncü çalışmalardan dolayı henüz Nobel ekonomi ödülüne layık görülmüş değillerdi. Hoş bir tevafuk, İslam ve Özgürlük Ağı İslam dünyasında değerler ve kurumların önemini tartışmak üzere İstanbul’da bir araya gelirken Acemoğlu ve arkadaşlarının tam da bu konuda Nobel ekonomi ödülü almaları hoş bir tevafuk oldu.

Özetle söylemek gerekirse, Acemoğlu ve arkadaşları, gayet isabetli ve ikna edici şekilde, refah, güç ve zenginlik yaratma bağlamında kurumları ikiye ayırıyorlar: kapsayıcı-kucaklayıcı-paylaşımcı kurumlar ve sömürücü-dışlayıcı kurumlar. Birinci kategoriye giren kurumların üç temel özelliği var:

  1. Siyasi gücün, iktidarın dağıtılması, tek elde toplanmaması,

  2. Farklılığın, yenilik, verimlilik ve öncülüğün ödüllendirilmesi,

  3. Zenginliğin paylaşılması.

Buna karşılık ikinci kategorideki kurumların üç özelliği de şu:

  1. Gücün tek elde toplanması,

  2. Yenilik, farklılık ve öncülüğün caydırılması, ödüllendirilmemesi (tektipçilik),

  3. Zenginliğin paylaşılmaması, servetin bir avuç mutlu azınlığın elinde toplanması.

Bu açıdan tarihe ve günümüz dünyasına bakıldığında son derece çarpıcı, düşündürücü, manidar bir tablo ortaya çıkıyor. Dünyada kralın yetkilerini resmi olarak ilk defa sınırlandıran, gücü dağıtan, patent yasalarıyla yenilik ve öncülüğü ödüllendiren, mülkiyet haklarının korunmasına dönük düzenlemeler yapan ülke İngiltere, sanayi devriminin ortaya çıktığı, buhar gücüyle çalışan makinelerin icat edildiği, Milletlerin Zenginliği’ne3 giden yeni yollar keşfedildiği ilk ülke de İngiltere. Buna karşılık Sanayi Devrimi’nden bugüne 250 yıl geçmiş olmasına rağmen, o günden beri yaşanan onca tecrübeye rağmen, İslam dünyasının bugünkü durumuna bakıldığında durum içler acısı: gücün sivil ve askeri diktatörlükler ve hanedanlıklar üzerinden tek elde toplanması konusunda birbiriyle yarışan, farklı olmanın zenginlik olarak değil, bölünme ve parçalanma sebebi ve tehdidi olarak algılandığı, tektipçi, buyurgan, Jakoben yönetimlerin egemen olduğu, gücü ve zenginliği toplumun geri kalanıyla paylaşmayan, servetin toplumun kaymağını yiyen bir avuç mutlu azınlık elinde toplandığı, sömürücü kurumların egemen olduğu bir İslam dünyası. Gerçekten manidar, gerçekten düşündürücü..

Oturum başlıkları esasen 11. İslam ve Özgürlük konferansında konuşulan konular hakkında da bir fikir verir nitelikte: İslam ve liberal demokrasi; İslam ve piyasa ekonomisi; fikir hürriyeti, sivil toplum ve İslami gelenekler; sınırlı devlet, hukukun üstünlüğü, anayasacılık ve İslam; Müslüman çoğunluklu ülkelerde demokratik tecrübeler; Müslüman olmak, fert ve toplum; çoğunluğu Müslüman ülkelerde özgürlük ve kalkınmanın ölçümü. Dolayısıyla söz konusu konferans vesilesiyle iki gün boyunca piyasa ekonomisinden düşünce özgürlüğüne, sivil toplumdan hukukun üstünlüğüne, devletin sınırlarından birey-toplum ilişkilerine pek çok önemli konu konuşuldu, tartışıldı, düşünceler ve araştırma sonuçları paylaşıldı. Her bir konuşmacının katkısı kuşkusuz değerliydi, ama bu yazı kapsamında bizim özellikle üzerinde durmaya değer bulduğumuz birkaçına kısaca değinmekte yarar var.

Boğaziçi Üniversitesi çıkışlı, bir süre Malezya’da bulunmuş, KTO Karatay Üniversitesi’nde çalışmış ve İslam iktisadı ve finansı konusuna katkılarıyla tanıdığımız Prof. Dr. Murat Çizakça’nın “Sivil İslam, Sivil Toplum ve Demokrasi: İslam Demokrasinin Konsolidasyonuna Nasıl Katkıda Bulunabilir?” konulu tebliği çerçevesinde söyledikleri üzerinde durmaya değerdi. Çizakça hoca “emri bil ma’ruf, nehyi anil münker” (iyiliği emredip kötülükten sakındırma) şeklinde ifade edilen İslami düsturun en iyi çoğulcu demokrasi ve düşünce özgürlüğü sayesinde hayata geçirilebileceğini net ve gayet ikna edici biçimde izah etti. Kötülüğe eliyle engel olması gereken merciin devlet, diliyle engel olması gerekenlerin ulema, kalbiyle buğz etmesi gerekenlerin de avam (bireyler) olduğuna vurgu yapan Çizakça, Parlamentonun en uygun şûra organı olması ve serbest seçimlerle adil olmayan yöneticilerin değiştirilmesini mümkün kılması nedeniyle bazı İslami yükümlülüklerin en iyi demokratik bir düzende yerine getirilebileceğinin altını çizdi.

Sivas Cumhuriyet Üniversitesi’nden yine bu konulara kafa yoran hocamız Prof. Dr. Ahmet Uzun da “İslam’da Pazar, Ticari İlişkiler ve Faiz Tartışmaları” konulu tebliğinde Müslüman toplumların İslam tarihinin erken dönemlerinde piyasa ekonomisiyle uyumlu ticari ilişkiler geliştirmiş olduklarının altını çizerek, günümüz dünyasındaki karmaşık finansal kurumlar ve gelişmeler ışığında faiz-riba meselesinin yeniden ele alınması gerektiğine vurgu yaptı.

İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi’nden Prof. Dr. Metin Toprak hocamız güncel makro veriler ışığında Türkiye ekonomisinin performansını değerlendirdiği sunumunda, küresel stratejik gelişmeler ışığında ekonominin başarılı sayılabilecek yönlerinin yanı sıra tekleyen yönlerine de işaret etti.

İslam dünyasının gelişme sorunları üzerine kafa yoran değerli akademisyen, Giresun Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Özgür Kanbir, iki Müslüman araştırmacı Rahman ve Askari’nin 2011’de yaptıkları öncü çalışmanın izinden giderek, İslami değerlere uygunluk bakımından İslam ülkelerinin durumunu karşılaştırmalı olarak ele aldığı sunumunda, ekonomik gelişmenin bileşenleri olan İslami iktisadi, siyasi ve hukuki değerlerin hayata geçirilmesi ve fiilen uygulanan politikaların bir parçası haline getirilmesi bakımdan Batılı ülkelerin İslam ülkelerinden daha iyi performans gösterdiklerini veriler ışığında ortaya koydu. “Kimse ayranım ekşi demez” fehvasınca, söylem düzeyinde Müslümanlığı ve İslamcılığı kimseye bırakmasalar da, nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde uygulama ve eylem düzeyinde durumun hiç de bununla uyumlu olmadığı, İslam ülkelerinin İslami değerleri hayata geçirme bakımından Müslüman olmayan Batılı ülkelerin epey gerisinde kalıyor olması, üzerinde düşünülmesi gereken, çarpıcı bir sonuç. Yine bu kapsamda Bosna-Hersek Uluslararası Sarayevo Üniversitesi’nden genç akademisyen dostumuz Dr. Edo Ömerçevic’in katkıları anılmaya değerdi. Dr. Ömerçevic bir süredir üzerinde çalıştığı dini, siyasi ve iktisadi olmak üzere üç bileşenden oluşan “İslami Özgürlük Endeksi” özgürlüklerin düzeyi açısından İslam ülkelerinin kendi içinde karşılaştırılmasını sağlayan önemli bir çalışmaydı. Konferansın ikinci gününde TBMM eski başkanı Prof. Dr. Mustafa Şentop’un özgürlükler bakımından hukuk-devlet ilişkisi, devlet gücünün sınırlandırılması, hukuk devleti, bu açılardan İslam ve Batı hukukunun karşılaştırılması bağlamında söyledikleri de dikkate değerdi.

Son aylarda bütün dünyanın gündemine oturmuş bir trajedi olarak İsrail zulmünün ve bu zulümlere karşı etkili bir tavır almayan Batılı güçlerin eleştirilmesi de ihmal edilmedi kuşkusuz. Konuşmacıların birçoğu hem İsrail’i kınadılar, hem de İsrail zulmüne karşı çıkmayan, aksine ona destek veren Batılı yönetimleri eleştirdiler, Batının kendi değerleriyle çeliştiğine vurgu yaptılar. Ancak Türkiye’nin siyasi söylem düzeyinde katliamları şiddetle eleştirirken eylem düzeyinde çelişkili bir tutum içinde olmasının (7 Ekim 2023’ten hemen sonra başlayan katliamlara rağmen, sivil toplumun bu yöndeki çağrılarına rağmen İsrail’e askeri malzeme dâhil mal-hizmet ihracatının aylarca devam etmesi, Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı üzerinden hâlâ petrol sevkiyatının devam etmesi, bazı protesto eylemlerinde göstericilerin gözaltına alınması vs.) da “yaman bir çelişki” olarak altı çizildi.

Türkiye ve İslam dünyasının bu konuda neden daha etkili ve caydırıcı bir tepki ortaya koyamadığının anlaşılabilir nedenleri olduğunun vurgulanmasında yarar var. İslam dünyasının kendi içinde yeterince birlik ve beraberlik içinde olmaması, Arap dünyasındaki hanedanlık rejimlerinin ABD koruması sayesinde varlığını sürdürmesi, ayrıca Filistin sorununun bazı İslam ülkelerinin gündeminde öncelikli bir yer işgal etmemesi bunlar arasında sayılabilir. Ama belki de en önemli sebep, nükleer silah ve askeri teknoloji konusunda Müslüman dünyanın caydırıcı bir güce sahip olmamasıdır. Takdir edileceği gibi, sözün kâr ettiği yerde caydırıcı güç diplomasi ve müzakereyle, sözün bittiği yerde ise caydırıcı güç askeri ve teknolojik güçle olur. Bu gücü sağlamak teknoloji üretimi ve mal-hizmet üretim kapasitesiyle olur (GSYH). Üretim gücü AR-GE’ye yatırımla, yeniliklerle, teknolojik icat ve buluşlarla, inovasyonla olur. Bütün bunlar ise, yani araştırma ve geliştirmeye kaynak ayırma, inovasyon, icat, teknoloji üretimi ancak özgür ve çoğulcu bir siyasi-iktisadi-hukuki düzen kurmakla, Müslüman çoğunluklu ülkelerden Batıya doğru beyin göçünü durdurmakla, zeki beyinleri ülkede tutmakla, insanların hayallerinin peşinden gidebileceği bir iktisadi-siyasi ortam yaratmakla mümkün olur. Bunlar da ülke riskini ve belirsizlikleri azaltan, istikrar ve öngörülebilirliği artıran, özgürlüklerin alanını genişleten, devletin gücünü sınırlandıran, siyasi gücü dağıtan, kurumları güçlendiren ve hukuk devletini tesis eden politikalarla olabilir…

24 Ekim 2024, Fikirturu.com

Açık Toplum ve Düşmanları – Liberalizmin Güçlü Bir Savunması

João Carlos Espada Direktör,
Siyasi Araştırmalar Enstitüsü Portekiz Katolik Üniversitesi

Karl Popper, 1902’de Viyana’da doğdu. 1944’te  İngiliz onur ünvanıyla Sir Karl Popper olarak  öldü. Popper, eserlerinin çoğunda bilgi ve bilim felsefesine odaklandı.

Bu çalışmaları, profesyonel filozoflardan çok (özellikle) bilim adamları arasında büyük etki yarattı. Ancak, siyasi düşünceye yönelik kısa ama etkili eleştirileri—1945’te yayımladığı Açık Toplum ve Düşmanları ve 1957’de yayımladığı Tarihselciliğin Sefaleti—ona dünya çapında ün kazandırdı.

Popper, 1938 ile 1943 yılları arasında Avusturya’dan gönüllü olarak sürgüne gittiği dönemde Açık Toplum ve Düşmanları başlıklı eserini yazdı.  Ancak hemen bir yayıncı bulamadı fakat Ernst Gombrich ve F. A. Hayek, Londra’da, 1945’te Routledge & Kegan Paul tarafından yayınlanmasını sağladı.

Karl Popper bu kitabı liberal demokrasilerin savunusu olarak sundu. Popper’a göre, liberal demokrasilerin Nazi ve komünist rejimlerle karşı karşıya olduğu yirminci yüzyıldaki çatışma, Atina demokrasisi ile Sparta tiranlığı arasındaki çatışmaya benziyordu.

Popper, Açık Toplum ve Düşmanları’nın onuncu bölümünde, açık toplum idealinin güçlü ve etkileyici bir savunmasını ele aldı. Bu idealin kökenlerine ve M.Ö. beşinci yüzyıl Atina aydınlanmasının ticari, denizciliğe dayanan, demokratik ve bireyci uygarlığına atıfta bulundu.

Kitapta Karl Popper, açık toplumun esas düşmanları olarak gördüğü üç büyük filozof olan Platon, Hegel ve Marx’a karşı ateşli bir saldırı başlattı.
Açık topluma yönelik saldırılardan sorumlu olan zehirli fikirlerin teşvikini farklı derecelerde onlara atfetti: Tarihsicilik, kolektivizm, etik pozitivizm ve ütopyacılık.

Bu görüşler, Popper’ın açık toplumun temeli olarak tanımladığı özgürlük ve bireysel sorumluluk ilkelerine karşı aynı düşmanlığı paylaşır.

Liberal demokrasinin kararlı bir savunucusu olan Popper, aynı zamanda sözde “halk egemenliği” ilkesinin de güçlü bir eleştirmeniydi.

Demokrasinin, “kimlerin yönetmesi gerektiği” ile ilgili değil, daha temel sorunlarla ilgili olduğunu savundu. Bu temel sorunlar, tiranlıktan nasıl kaçınılacağı ve kan dökülmeden değişimin nasıl sağlanacağıdır.

Batı demokrasileri uzun süren bir güç sınırlama mücadelesinin sonucudur. Hukukun üstünlüğü ve anayasal hükümet bu sürecin önemli unsurları olmuştur.

Federalist Yazılar’da ya da Edmund Burke’ün hesap verebilir hükümete ilişkin görüşlerinde olduğu gibi, Popper’ın temsilî hükümet teorisi onu, bir kişiden ya da birkaç kişiden diğerine aktarılacak mutlak bir güç kaynağı olarak değil, iktidarı sınırlandıran araçlardan biri olarak tanımlar.

Burada bilgi kaynaklarının nihai otoriteyi elinde bulundurmadığını iddia eden Popper’ın bilgi teorisi ile açık bir benzerlik vardır; muhtelif varsayımları karşılıklı çürütme girişiminde bulunan rakip öneriler arasındaki gerilime vurgu yapılmaktadır.

Bundan dolayı Popper, bu demokrasi anlayışı için en uygun seçim sisteminin, parti listelerine dayalı nispî temsil sistemlerine karşı  tek bir meclis üyesi çıkaran seçim bölgelerine dayalı çoğunluk sistemi olduğunu savunur. İlki, Popper’ın modern dünyada özgürlüğün önünde bir tür duvar olarak gördüğü ve İngilizce konuşan milletler arasında yaygın olan sistemdir.

1961’de Karl Popper, Açık Toplum’un 1945 baskısına “Gerçekler, standartlar ve hakikat: İleri bir rölativizm eleştirisi” başlıklı bir ek yapmaya karar verdi.

Bu makalede Popper, “yanılabilir mutlakiyetçilik” teorisini sunar: Nesnel ve mutlak bir hakikat standardının varlığının savunusuyla, hakikati tanımlama kriterlerinin yanılabilirliğinin tanınmasını birleştiren bir görüş. Popper’ın “iyi” veya “adalet” kavramlarının “hakikat” kavramından açıkça daha karmaşık olduğunu kabul etmesine rağmen, bu benzer şekilde ahlâkî alana da uygulanabilir. Ancak ahlâkî standartlar alanındaki hatalarımızdan da ders çıkarabileceğimizi ve daha zorlu ahlâkî standartlar arayabileceğimizi de savunur.

Bunun, özellikle siyaset ve yasama alanında her zaman daha iyi standartları arayan liberalizmin temel bir özelliği olduğuna inanmaktadır.

Çeviren Müşerref Merve Şahin

“A Powerful defense of liberalism: The Open Society and Its Enemies”, Economic Affairs, Spring 2015, Institute of Economic Affairs, s. 47.

Belediyelere Kayyum Ataması Gerçekten Gerekli mi?

CHP’li Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer’in tutuklanması üzerine belediyeye kayyum atandı. Bu atama kayyum uygulamasını bir kere daha Türkiye’nin gündemine getirdi.

Belediyelere kayyum atanmasına ilişkin düzenleme Gülencilerin darbe girişimi sonucu ilan edilen olağanüstü hal döneminde çıkartılan bir kararnameyle Türkiye hayatına girdi. 17 Temmuz 2018 tarihinde olağanüstü hal bitmiş olmasına rağmen, o dönemde kabul edilen kararnameyle yapılan düzenleme devam ediyor. Çünkü kararnameyle Belediye Kanununa yeni bir hüküm eklendi. Yani Belediye Kanunu değiştirildi. Bu değişikliğe göre “terör veya terör örgütlerine yardım ve yataklık suçları sebebiyle görevden uzaklaştırılması veya tutuklanması ya da kamu hizmetinden yasaklanması veya başkanlık sıfatı veya meclis üyeliğinin sona ermesi hallerinde” yerlerine vesayet makamlarınca görevlendirme yapılır. Sadece kayyum atanmamakta. İlgili belediyelerde bütçe ve hesap işleri tamamen yerel özerkliğe aykırı bir şekilde merkeze devredilmekte. Seçimle iş başına gelen bütün organların görevleri durabilmekte. Belediye tamamen kayyumun inisiyatifine geçmektedir.

Düzenlemenin terörle mücadelede bir araç olarak kullanılması, terör gibi haklı ve meşru gerekçelerin olması düzenlemeyi yine de tartışmaktan alıkoymamalıdır. Aksine terörle etkin mücadele adına düzenlemenin tartışılması gerekmektedir. Uygulamanın temel hak ve hürriyetler, demokratik teamüller ve Türkiye’nin tarafı olduğu uluslararası sözleşmeler çerçevesinde diğer taraftan terörle mücadelede bu uygulamanın başarılı ve gerekli olduğu, terörle mücadelede etkin bir sonuç verdiği tartışılmalıdır.

KCK-PKK ve onun meşru görünen “sivil-siyasi” yapılanmaları demokrasinin kurumlarını, imkân ve fırsatları istismar ettiği açıktır. Burada önemli olan şey böylesi bir istismarın olması demokrasinin kurumlarından vazgeçilmesini veya rafa kaldırılmasını anlamlı ve gerekli kılıp kılmadığıdır. Gereklidir diyenlerle tartışılacak bir şey yok. Bana göre gerekli ve anlamlı kılmamaktadır. Aksine demokratik teamüllere, hak ve özgürlüklere, hukuk ilkelerine daha fazla riayet etmek terör örgütleriyle etkin bir mücadelenin gerekleri arasında görülmelidir. Terör örgütleri istismar ediyor ya da edecek diye demokrasinin kurumlarından neden vazgeçilsin!

Kayyum düzenlemesi öncelikle Türkiye’nin tarafı olduğu Avrupa Yerel Özerklik Şartı’nın anlam ve ruhuna aykırıdır. Söz konusu sözleşmeye Türkiye taraftır. Sözleşme yerel özerkliklerin geliştirilmesini demokrasinin önemli bir unsuru olarak görmektedir. Ak Parti hükümeti “çıraklık dönemi” denilen süreçte birçok alanda olduğu gibi Belediye Kanunu ve Büyükşehir Belediye Kanunu’nda sözleşmenin anlam ve ruhu çerçevesinde önemli değişiklikler yapmıştır. Düzenlemeler ile belediyeler nispeten daha demokratik kurumlar haline gelmiştir. Kayyum düzenlemesi ise ifade edilen bu demokratik ve özgürlükçü ruhta geriye gitmektir. Bu düzenleme askeri vesayetin mimarı olduğu 1982 Anayasasına bile uymamaktadır. Anayasa idarenin yerelden ve merkezden ve yerel organların seçimle belirlenmesi gerektiğini ifade etmektedir.

Kayyum uygulaması olağanüstü hâl sürecinde çıkartılmıştır. Bu durum demokratik hukuk devleti açısından ayrıca ele alınması gerekmektedir. Zira olağanüstü hâl kararnamesiyle yasalarda kalıcı düzenlemeler yapılması olağanüstü hâl sürecinin yürütmeye verdiği istisnai yetkinin amacının dışında kullanılması sonucunu getirmektedir. Olağanüstü hâl kararnameleri olağanüstü durumun gerekli kıldığı konularda ve süreçte uygulanması gereken istisnai bir yetki ve amacı bir an önce normal döneme dönmektir. Böylesi bir çerçevesi bulunan kararnameyle yasalarda kalıcı değişikliklerin yapılması demokratik hukuk devletinin ruhuna uymayacaktır. Kayyum düzenlemesine ihtiyaç varsa dahi bunun usulü Mecliste tartışılması olmalıdır. Kayyum düzenlemesi bu açıdan demokratik teamüllere uymamakta ve Mecliste olması gereken bir yetkinin istisnai bir dönem ve yetkiyle çıkartılan kararnameye dayanmaktadır.

Peki, kayyum uygulaması gerekli midir?

Türkiye terörle mücadelede büyük bedeller vermiş ve bununla mücadele etmesi gerektiği konusunda bir şüphe yoktur. Bu mücadele açısından kayyum uygulamasının gerekli olmadığı gibi etkin bir sonuç verdiği kanaatinde değilim.

Öncelikle seçilen belediye başkan veya meclis üyeleri birer devlet memuru statüsündedirler. Bütün memurlar gibi onların da görevlerinde terörle ilişki kurmaları, imkân ve fırsatları terör örgütleri lehine kullanmaları memurluktan alınmalarını gerekli kılar. Devlet Memurlar Kanunu, Ceza Kanunu, Terörle Mücadele Kanunu ve Belediye Kanunu gibi genel hukuk ilkeleri çerçevesinde zaten terörle ilişkili olan kişilerin görevden alınmaları ve cezalandırılmaları mümkündür. Nitekim bir dönem bazı belediye başkanları KCK-PKK’nın çağrısıyla özerklik ilanlarına girişmiş ve hendek süreçlerinde terör örgütlerine yardım etmişlerdir. Bütün bu ve benzeri girişimler karşısında genel hukuk çerçevesi ilgililer ile mücadele etmeye yetmiştir. Yani kayyum düzenlemesine ihtiyaç olmadan teröre bulaşan belediye başkanlarıyla mücadele edilebilmektedir. Türkiye terörle mücadelede uzun bir geçmişe sahiptir. Bu geçmişte kayyum uygulamasına ihtiyaç duyulmadı.

Belediye başkan ve meclis organlarının seçimle iş başına gelmesi gerekmektedir. Bir sebeple boşalan başkanlıkların yerine ivedi bir şekilde yeniden seçimlerin yapılması demokrasinin gerekleri arasındadır. Ancak kayyum uygulamasıyla seçimler yapılmamakta ve belediyenin mali işleri ve yönetim süreci tamamen vesayet makamına geçmektedir. Seçimlerin yapılmaması, kayyumlarla belediyenin yürütülmesi beraberinde başka riskler taşımaktadır. Seçmenlerin seçimlere yabancılaşması ve seçimlere güven algısının düşmesi. Böylesi bir sürecin kendisi uzun vadede terör örgütlerine söylem üstünlüğünün verilmesi riskini getirebilir. Daha birkaç ay önce gerçekleşen yerel seçimlerde HDP ya da DEM partisi belediye seçimlerinin propagandasını “irade” söylemi belirlemiştir. Neredeyse hiçbir söylem geliştirmeyen parti seçimlerde “irademizi geri alacağız” söylemini geliştirdi. Sadece bu söylemle birçok belediyeyi yeniden kazanmayı başardı. Kayyumlar atanmasaydı HDP/DEM’in seçimlerde başarılı olup olamayacağını bilemiyoruz. Ancak her halükârda ilgili partinin halkı ikna etmek için başka şeyler ifade etmesi gerekecek idi. Belki de seçmenlerin oy verdikleri partiyi cezalandırma hakkı kayyumlarla elinden alındı.

Bu köşe yazısında birçok boyutu bulunan bu uygulamayı tartışmak mümkün değil. Bu konuda daha detaylı ele aldığım bilimsel bir makaleyi bitirip yayına gönderdim. Burada sonuç olarak belirtmek istediğim kayyum uygulamasının terör gibi meşru ve haklı bir gerekçeye dayanıyor olmasına rağmen bu uygulamanın demokratik teamüller ve hukuk ilkelerine uymadığı gibi terörle mücadele açısından gerekli ve anlamlı da durmadığıdır. Genel hukuk çerçevesi terörle mücadeleye çeşitli imkanlar vermesine rağmen yerel demokrasiyi rafa kaldıran böylesi bir süreç Ak Parti’nin belediyelerde gerçekleştirdiği demokratikleşme adımlarına da zarar vermektedir. Kayyum uygulamasında seçmenlerde gelişecek yabancılaşma ve güven algısı terör örgütlerinin kitlelere ulaşma ortamı riskini artırabilecektir. Her halükârda kayyum atandığında halkın kendi seçtiklerini cezalandırması imkânı da elinden alınmaktadır. Birçok açıdan riskler barındıran böylesi bir uygulamadan bir an önce vazgeçmek ve düzenlemeyi belediye kanunundan çıkarmak gerekmektedir.

Bahçeli’nin Feraseti

Bu ülkeye FETÖ mü daha çok zarar verdi, PKK mı? Benim bu soruya cevabım, hiç şüphesiz FETÖ şeklinde…

PKK bu ülkeyi bölmeye çalıştı, FETÖ sinsice ele geçirmeye… PKK emellerini gerçekleştirmek için silah kullandı. FETÖ insanların haysiyetine göz dikti. Ruhunu teslim alamadığı insanları yalanla, iftirayla, tehditle, şantajla dize getirmeyi denedi. Netice alamadığı hallerde silah kullanmaktan çekinmedi. Hanefi Avcı, Nedim Şener, Türkân Saylan, Necip Hablemitoğlu, Muhsin Yazıcıoğlu ve Hırant Dink gibi nice isim FETÖ’nün ya gadrine uğradı veya kumpasına kurban gitti.

PKK’ya katılanlar ne yaptığını, neye hizmet ettiğini az-çok biliyordu. FETÖ içinde yer alanlar ise -en tepedekileri saymazsak- neye hizmet ettiğinin farkında bile değildi -ta ki 15 Temmuz’a kadar. Bu tarihten sonra FETÖ’ye hâlâ sempati duyanları, irtibatını kesmeyenleri iyi niyetli bulmuyorum.

Hain emellerini gerçekleştirmek için dini peçe olarak kullanan FETÖ sayesinde, öteden beri dindarlara önyargıyla bakan kesimin eline büyük bir koz geçti. O günden beri, cemaatlerin ne kadar tehlikeli olduğunun veya olabileceğinin delili olarak 15 Temmuz’u işaret ediyorlar. Onlara kalırsa her dindar riyakâr, her cemaat tehlikeli. Bu yüzden bütün dindarlara (hele hele oy isteyenlerine) ihtiyatla yaklaşılmasını istiyor, bütün cemaat ve tarikatların yasaklanmasını savunuyorlar.

Yanılıyorlar elbette… 15 Temmuz bir cemaatin değil, cemaat kisvesi altında örgütlenen bir suç ve terör şebekesinin işiydi. PKK’nın eylemlerinden nasıl ki bütün Kürtler mesul tutulamazsa, DHKP-C’nin eylemlerini bütün solculara teşmil etmek nasıl yanlışsa, FETÖ’nün vebalini dindarların ve tarikatların üstüne yıkmak da öyle yanlış.

Buna mukabil, altı çizilmesi gereken bir husus var: FETÖ’nün bir millî güvenlik meselesi olduğunu Ak Parti değil de CHP ilan etse ve FETÖ’yle dört koldan mücadeleyi CHP başlatsa/yürütse “CHP dindarları ezmek mi istiyor” sorusu zihinleri bulandırmaya devam ederdi. CHP’nin bu konuda sicili öylesine bozuk ki, CHP iktidarda iken yapılmış olsa 15 Temmuz’un arkasında Gülenistlerin olduğuna dindarları zor ikna ederdi. 15 Temmuz’un muhafazakâr bir hükümeti hedef alması, FETÖ’yle mücadelenin toplumsal desteğini de ahlakî meşruiyetini de artırdı.

Aynı ölçü, MHP lideri Bahçeli’nin geçen hafta Öcalan’a yaptığı “silah bıraktığını açıklayacaksan, gel Meclis’te konuş” mealindeki çağrısına da tatbik edilebilir bence. Bu çağrıyı Bahçeli’den başka kim yapsa ya ciddiye alınmaz yahut bölücülük ve teröre destek vermekle suçlanırdı. Devlet Bahçeli söz konusu olunca, kimsenin aklına bu ihtimaller gelmedi.

PKK ve Öcalan’la başlatılacak bir diyalog sürecine en büyük tepkinin ülkücü ve milliyetçi cenahtan geleceği hesaba katılacak olursa, hem Bahçeli’nin fedakârlığının boyutu hem de Bahçeli’nin bu çağrısının önemi daha iyi anlaşılır. Dahası, silah bırakma şartıyla müzakerelere başlanabileceğinin Bahçeli tarafından ifadesi, FETÖ’yle mücadeleyi muhafazakâr bir partinin yürütmesine benzer bir etki yaratarak muhtemel bir diyalog sürecine gelecek itirazları hafifletebilir de.

İyi Parti ve Dervişoğlu’ndan yükselen itirazı saymazsak, Bahçeli’nin çağrısı genel olarak müspet karşılandı. 2009-2015 yıllarını kapsayan ‘çözüm süreci’ni baltalamak için elinden geleni ardına koymayan CHP, bu defa diyalogdan yana tavır alarak çözümün adresini TBMM olarak gösterdi. Devletle kaynaşmış iki partinin (CHP ve MHP’nin) Ak Parti’yle aynı noktada buluşması ‘acaba bu defa durum farklı mı’ dedirtiyor insana. Durum farklıysa, sonuç da farklı olabilir.

Çözüm süreci olarak adlandırılan bir önceki tecrübede Ak Parti tek başına inisiyatif aldığından, sürecin başarıya ulaşması yahut çökmesi bütünüyle Erdoğan’ın hanesine yazılacaktı. Bu yüzden, Cumhuriyet tarihinin bu en önemli projesinin başarıya ulaşmaması için çok şey yapıldı.

Süreç devam ederken şehirlere silah ve bomba yığarak terörü yeniden başlatacağı günlerin hesabını yaptığı sonradan ortaya çıkan PKK, 22 Temmuz 2015’te Ceylanpınar’da yeniden silaha sarılarak çözüm sürecini fiilen çökertti. Kürt siyasal hareketinin o dönemki amiral gemisi olan HDP’nin PKK’yı durdurmaya gücü yetmezdi belki, fakat kınayabilir, şiddete son verilmesi çağrısında bulunabilirdi. Yapmadı.

Çözüm sürecinin akamete uğradığı günlerde, terörü ve şiddeti pazarlık gücünü artıran bir seçenek olarak masada tutmaya çalışan PKK/KCK’nın mı; hak ve hürriyet talebini demokratik yollarla hayata geçirmek isteyen, çoğunluğu Kürtlerden müteşekkil insanların mı temsilcisi olduğuna karar vermesi gereken HDP’nin yerinde bugün DEM Parti var.

Halihazırda DEM Parti’nin temsil ettiği Kürt siyasal hareketi ile PKK/KCK çizgisi öteden beri iç-içe geçmiş durumda. Bu ilişkide DEM’in öne çıkması, PKK/KCK’nın ise geriye çekilip kendini lağvetmesi gerekiyor. Acaba öyle olacak mı? PKK’nın ne düşündüğünden bağımsız olarak, DEM Parti bunu istiyor mu?

DEM’e düşen bir başka şey, Kandil’in söz ve eylemlerini mütemadiyen tasdik eden bir pozisyondan Kürt meselesinde asıl söz sahibinin kendisi olduğunu gösterir bir pozisyona doğru ilerlemek ve bu pozisyonunu başta Kandil olmak üzere bütün paydaşlarına kabul ettirmek… Bu esnada PKK/KCK’yı dağdan inip ‘temelli’ olarak silah bırakmaya, Kürtler ve bölge adına her ne talep ediliyorsa bunu elde etmenin hem en makul, hem de tek meşru yolunun demokratik siyasete sarılmak olduğuna ikna etmeli. DEM buna hazır mı?

Bu beklentilere vaktiyle HDP cevap verememişti. Bakalım DEM Parti verebilecek mi? Samimiyetlerine inanıp ciddiye alabilmemiz için bu soruların cevap bulması lâzım. Sanırım biraz zamana ihtiyaçları var.

Avrupa’da Laikliğin İflası(mı)?

0

İsrail’in 1948’den itibaren uyguladığı politikaların ahlâkî olarak hiçbir meşruiyeti olmadığı gibi rasyonel olarak da ikna edici argümanlar üretemediği görülüyor. İşlediği suçlar, soykırım politikaları ve en önemlisi Batı’nın desteği İsrail’e alan açıyor gibi görünse de İsrail’e dönük öfke ve nefreti çoğaltıyor. Görünen o ki, İsrail işgal ettiği coğrafyalarda binlerce insanın ölümüne neden olurken geride kalanların ve gelecek nesillerin zihninde büyük bir İsrail karşıtlığının doğmasını engelleyemeyecek.

O halde İsrail bu irrasyonel ve gayrıahlaki politikaları uygulamada neden böylesi bir ısrar içinde olabilir? Genel olarak İsrail siyasetini açıklarken teopolitik kavramı kullanılıyor. Siyasetin belli bir inanç ekseninde yorumlanması olarak ifade edilen teopolitik kavramı aynı zamanda İsrail’in irrasyonel durumunu işaret ediyor. İsrail başbakanı Netanyahu da dönem dönem kendileri açısından kutsal görülen öğretilere atıfta bulunarak teopolitik tutumu gözler önüne seren açıklamalarda bulunuyor. İsrail’in Gazze saldırılarının devam ettiği günlerde  İsrail Maliye Bakanı Bezalel Smotrich de Ortadoğu’da Ürdün, Suudi Arabistan, Mısır, Irak, Suriye ve Lübnan’ı kapsayan bir Yahudi devleti kurmayı hedeflediklerini söyleyerek gerçek hedefin ne olduğunu göstermiş oldu.

Hatırlanacağı gibi İsrail’in Gazze’de başlattığı işgalin gerekçesi olarak Hamas’ın 7 Ekim’de düzenleği saldırılar gösterildi. Ancak Smotrich ve Netanyahu yaptıkları açıklamalarla İsrail’in işgalci politikalarının asıl nedeninin 7 Ekim olmadığını bilakis kendi teopolitik kurguları olduğunu gösterdi. Zaten 7 Ekim öncesinde ve sonrasında İsrail’in yaptıklarına bakıldığında İsrail’in niyetinin Smotrich’in sözleriyle bağdaştığı görülüyor. İsrail, Filistin’de bir soykırım gerçekleştirirken işgal edip kendi topraklarına katmak istediği Suriye, Yemen, Lübnan ve İran’a da dönük saldırılar gerçekleştiriyor.

Vadedilmiş toprak meselesi Yahudi teolojisinin bir konusu olmanın yanında Yahudilerin bir devlet kurma planıyla da doğrudan ilgilidir. Siyonizmin hedefleri arasında Yahudilerin birlik içerisinde yaşayacağı bir devlet kurma hayali önemli bir yer tutar. 20. Yüzyılın başında devletin nerede kurulacağı konusunda Filistin’in haricinde Arjantin ve Uganda da alternatifler arasındaydı. Arjantin ve Uganda’nın seçenekler arasında bulunması Yahudilerin önceliğinin aslında güvenlikli bir bölge arayışı olduğunu gösterir. Fakat Filistin’de karar kılınması siyonizmin planından bağımsız değildir. Çünkü Filistin tercihinin temelinde vadedilmiş topraklar inancını da geliştiren siyonist paradigma belirleyici olmuştur. Siyonizmin teopolitik tutumuna göre Tanrı, bu toprakları Yahudilere vadetmiştir, Yahudiler kendileri için ayrıcalıklı görülen bu topraklarda yaşamalı ve kimse buna itiraz etmemelidir.

Fakat burada daha mühim olan husus İsrail’in tüm siyasetini inanç temelinde meşrulaştırmasına karşın, modern düşünceyi ve dolayısıyla siyaseti laiklik ekseninde geliştiren Batı’nın buna itiraz etmemesidir. Unutulmamalıdır ki aydınlanma ile birlikte siyasal alandaki en önemli tartışmalarından biri din ve devletin birbirinden ayrıştırılması oldu. Laiklik, devletin tarafsızlığı açısından bir zorunluluk olarak görüldü. Avrupa’da din ve kilise arasında uzun yıllar gerilim yaşandı. Filozoflar, bilim insanları ve sanatçılar bu gerilimde çoğunluklu olarak kilisenin karşısında yer alarak, dinin egemenliğine karşı mücadele ettiler. Sonuçta, kilise kaybetti. Laiklik ilkesi Avrupa’nın temel dinamiklerinden biri haline gelerek kamusal alanda dinin dışarda tutulması sonucunu doğurdu. Öyle ki, Avrupa’nın siyasal ve ekonomik üstünlüğü ele geçirmesiyle laiklik dünyanın dört bir yanına ihraç edilmeye başlandı.

Batı medeniyeti, gelişmenin, aydınlanmanın ve zenginleşmenin ön şartı olarak laiklik ilkesini işaret etti. Bir toplumun yahut devletin din ve devlet işlerini birbirinden ayırmamasını, dini hükümlere göre politika geliştirmesini demokrasi karşıtı bir tutum olarak kusurlu bir davranış olarak gördü. Laikliğin ihlalini demokrasiye karşı işlenmiş bir suç hatta bir ‘günah’ olarak değerlendirdi. Dine dayalı yönetim biçiminin insan hak ve özgürlüklerine aykırı olduğu vurgulandı.

Dünya tarihinin son 250 yılına damgasını vuran Avrupa düşüncesinin laikliği en temel değerlerden biri olarak kabul etmesine karşın bugün varlığını teolojik bir kurguya dayandıran siyonizme destek olması ise Avrupa’nın kendi iddiasından vurulmasının ötesinde lailklik ilkesini ayaklar altına aldığını da göstermektedir. Uluslararası silahlı müdahalelerine dahi teokratik rejimleri gerekçe gösteren Avrupa/ABD, bugün dünyanın en vahşi katliamlarını gerçekleştiren ve bu soykırım politikalarını teopolitik kurguya dayandıran İsrail’e silah desteği sağlamakta. Ayrıca bu katliamları meşru bir eylem olarak desteklerken İsrail’e koruma kalkanı oluşturuyor. İsrail, bebekleri, sivilleri öldürüyor, hastaneleri, ibadethaneleri vuruyor. Başka ülkelerin egemenlik hakkına saygı göstermeden bu toprakların kendilerine ait, vadedilmiş topraklar olduğunu söyleyip işgal ediyor ve bunları sapkın bir dini inançla meşrulaştırmaya çalışıyorken ‘laik Batı’ yaşananlara destek oluyor.

Hal böyleyken hem felsefi hem de siyasi olarak laikliklik ilkesinin çağdaş toplumun vazgeçilmez bir unsuru olduğunu belirten Batı’nın, bugün tüm dünyanın gözleri önünde İsrail’in bu ilkeye aykırı davranmasına ses çıkarmaması her zaman sorgulanacak bir samimiyetsizlik örneği olarak görülecektir.

 

Bize Neler Oluyor?

0

6 ay evvel kaleme aldığım “Türkiye: Gelecek 20 Yılda Bölgenin Yeni Lideri” başlıklı yazımda, Türkiye’nin belli başlı adımları atması halinde bölgenin tartışmasız lideri olacağını kaleme almıştım. Bu öngörüde, Türkiye’nin tarihî dinamikleri, coğrafi-demografik avantajları, savunma sanayi atılımları, NATO standartlarındaki güçlü ordusu etkili olduğu kadar bölgedeki diğer ülkelerin akıbeti ve bölgedeki olası çatışma öngörüleri etkiliydi. Son gelişmeler ise gerçekten de bu öngörülerin gerçekleşebileceği yönünde.

Aynı yazıda, Türkiye’nin atması gereken adımlardan da bahsetmiştim:

“Geriye dinamik nüfusu ile artan askerî teknolojisi, NATO’nun en büyük 2. kara ordusu, istikrarlı demokrasisi (aynı partinin kazanmasından bahsetmiyorum, güvenli ve demokratik şekilde tekrarlanan seçimlerden bahsediyorum), Gabar civarında çıkan petrolü, yenilenebilir enerji yatırımları, Kalkınma Yolu Projesi, Afrika’da gerçekleştirdiği hamleler ile Türkiye kalmaktadır. Türkiye, kısa-orta vadede bölgede ve ilerleyen süreçlerde küresel ölçekte hegemon güç olmaya adaydır ancak dört önemli sorunu çözmesi gerekmektedir: Ekonomik İstikrarsızlık, Kürt Sorunu, Tarım-Hayvancılık Sorunu ve Düzensiz Göç Sorunu.” Haldun Barış, Türkiye: Gelecek 20 Yılda Bölgenin Yeni Lideri (1)

Türkiye’nin bu dört sorununu çözebilmeden güvenli, istikrarlı ve potansiyelini gerçekleştirebilmiş bir ülke olabilmesi çok zordur. Bu nedenle bu konularda bir an evvel vizyonunu ortaya koymalı ve gereken adımları atmalıdır. Örneğin Türkiye’nin artık dünyanın güvenli gıda üreticisi olmayı hedeflemesi gerekmekte veya Kürt sorununa ilişkin daha yapıcı ve cesur hamleleri tartışarak bölgede önemli bir aktör haline gelen Kürtleri safına çekmeyi hedeflemesi gerekmektedir. Bunun için bazı adımlar atılması gerekiyorsa bu adımlardan çekinmemek gerekir. Yine göçmen sorununa ilişkin ülkedeki göçmenlere Türkçe öğretilerek ve diğer temel uyum süreçleri ile geç kalınan entegrasyonu hızlandırmak için ve yerleşim yerlerinin stratejik olarak düzenlenmesine ilişkin adımlarla başlangıç yapılabilir.

Ekonomik sorunların çözümü ise en önemli konulardan biridir. Ancak bugüne kadar atılan adımların bir kısmı işe yarasa da sürekli dile getirilen ancak bir türlü hayata geçirilmeyen “yapısal reformların” bir an evvel yapılması gerekir. Bu önemli adımlar yerine neden yapıldığı anlaşılamayan hamlelerin yapılması ise güven sarsıcı olmaktadır. Örneğin geçen yıl yayınlanan tasarruf tedbirlerinin ve sık sık vergi konusundaki iki yüzlülüğün ekonomi yönetimine güveni azalttığını söylemeliyim. Tasarrufu “memur servislerini kaldırmak gibi” göz boyayıcı ve aslında hiçbir faydası olmayan şekilde değil; gerçek ve etkili kalemlerle yapmak gerekir. Bir yandan senede milyon dolarlar kazanarak yatırım yapmak yerine parayı ülkeden çıkaran iş adamlarına sık sık vergi affı getirirken diğer yandan fırıncıların vergi ödeyip ödemediğini tartışmak ise doğru bir yaklaşım değildir.

Devlet vergiden gelirini artırmak istiyorsa herkesin bildiği gibi vergi toplamanın yolu vergileri düşürmekten geçer. Türkiye’de ise vergiler çok yüksektir. Bu haliyle daha da vergi yüklemek vatandaşa eziyettir, büyümeyi de engeller, vergiden kaçınmayı da teşvik eder. Oysa mantık basittir, vergiler yük olmazsa herkes vergi öder, daha çok vergi toplanır. Az olan vergiler vatandaşın yükünü azaltır, yeni yatırımlar gelir, girişimler büyür. Bir süre sonra nüfus artış hızı artar. Ekonomi büyür. Bu nedenlerle vergileri psikolojik eşikleri de gözeterek makul seviyelere çekmek gerekir.

Son dönemlerde ekonomiyi önemseyen yönetimin artık bu gerçekleri de görerek bazı yapısal (vergi, ihale, bütçe konularında) adımları atması önemlidir. Ayrıca bölgesel bazı gerçeklerin de göz önünde bulundurularak “altın” rezervlerine yatırım yapılması da önemli olabilir.

Bütün bunların ve yukarıda belirttiğim dört sorunun da çözümü aslında düzgün işleyen, adaletli bir hukuk sisteminden geçmektedir.  (Bu konuda da daha evvel Daktilo 1984’te “Türkiye’nin Hukuk Problemi” başlıklı yazıyı kaleme almış, birtakım önerilerde bulunmuştum.) (2)

Adalet bir toplumun temeli olduğu kadar bireyler için de vazgeçilemez bir duygudur. Bu duygunun kaybedilmesinin sonuçları genellikle ağırdır ve bireyi olduğu kadar çevresindekileri de etkiler. Ülkelerde ise hukuk olmazsa yozlaşma ve çürüme başlar, yolsuzluklar artar, insanlar başka yerlerde ve şekillerde adalet aramaya başlarlar veya adalet duygusunu yitiren bazı kimseler habisleşmeye başlar. Kısacası toplum çürür.

Tam bu noktada şunu kabul etmek gerekir; Türkiye bir sosyal çürüme içerisindedir ve bunu kabul etmeden buna bir çözüm bulabilmemiz de mümkün değildir. Kötülüğü nehyedip aramızda yaymamamız gerekir belki ancak kirleri halı altına itmek de doğru değildir:

Sadece son birkaç haftada Türkiye’de bebeklerin öldürüldüğü, satanist yapılanmaların olduğu ortaya çıktı. Birkaç aydır siyasilerin bazı “çocuk ölümlerinin” üstünü örttüğü iddiaları tartışılıyor. Kadınlar ölüyor. Tacizler artıyor ve kadın bedeni sömürüsü yaygın bir hal almaya başladı. Raporlarda uyuşturucu bağımlılığının çok küçük yaşlara kadar düştüğü ifade ediliyor. Kaçak silah satışları patladı, her köşe başında bir kafe var bu kafelerin sayısındaki artış kesinlikle normal değil. Eğitim sistemimiz belki de cumhuriyet tarihinin en kötü durumunda. Ülkede adaleti ve güvenliği sağlamakla yükümlü olan kimselerden bazıları bizzat suç işliyorlar ve bunu yapmaktan çekinmiyorlar. Çeteleşme  ise yaygınlaştı.

Bunların yanı sıra dilimizin çoraklaştığını, sanat ve edebiyat konusunda maalesef önemli değerleri yitirdiğimizi ve üretkenliğimizin azaldığını belirtmem gerekiyor. Elbette iyi şeyler de oluyor ve ülkemizde umudumuzu yeşerten gelişmeler de var. Ancak yukarıda bahsettiğim hiç de küçük olmayan bu konuları da artık tartışmalı ve toplumsal bozulmayı durdurmanın yollarını aramaya kafa yormalıyız. Tarihin, coğrafyamızın ve zamanın bize yüklediği sorumluluğa karşı bunu bir an evvel yapmak zorundayız.

İlk olarak, Türkiye’de bir sosyal çürümenin var olduğunu kabul etmekle işe başlamamız gerekir ve sonrasında bunun nedenleri üzerine yoğunlaşıp çözüm yollarını aramak gerekir. Ancak böylesi bir meselede çözümün ne olduğuna ilişkin öneriler ortaya koyabilmek de kolay değildir. Belki akıllara ilk gelen daha sert yasalarla veya daha sert bir infaz sistemiyle bu çözümün sağlanabileceği olsa da bu yöndeki adımların çözümü sağlayıp sağlayamayacağı konusunda endişeliyim. Elbette, daha evvel de pek çok kez ifade ettiğim üzere infaz yasası değişmeli ve ceza sistemimiz bazı yönleriyle yeniden ele alınmalıdır ancak bu çözüm tek başına istediğimiz yararı sağlamayabilir. En nihayetinde her şeyi yasalarla düzenlemek de doğru değildir veyahut yasalarla düzenlenen her sınır “ahlâkî ve vicdani” olarak arzu ettiğimiz seviyede sonuçlar elde etmemize fayda sağlamayabilir. Dolayısı ile yasalar, belki de oluşturmaya çalıştığımız “düzenin” sağlayıcısı değil de koruyucusu olabilirler. Yine de Türkiye’de bir hukuk reformuna ihtiyaç olduğu ve bu reformun katılımcı esaslı, çoğulcu bir yapı ile yapılması ve bir “mutabakat” ile yürütülmesi elzemdir.

Burada bir parantez açmak ve yukarıdaki haberleri buraya not düşerken aklıma Medyen Şehri ile Hz. Şuayb Kıssası’nın geldiğini belirtmek ve bu kıssaya kısaca değinmek istiyorum.

Hz. Şuayb kıssası Kuran’da Araf ve Hud Suresinde geçmektedir. Hud Suresi 85. ayette ölçüde hile yapan, yol güvenliğini bozan, birbirlerini dolandıran Medyen halkına Hz. Şuayb’in şu uyarıyı yaptığı nakledilir:

“Ey kavmim! Ölçüyü ve tartıyı adaletle tam yapın. İnsanların eşyalarını (mallarını ve haklarını) eksiltmeyin. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.” (11;85)

Hz. Şuayb’ın bu uyarılarına kulak asmayan ve H. Şuayb’a inanları da tehdit eden Medyen halkı helak edilmiş kavimlerden birisidir.

Medyen halkına ilişkin ilginç bir bilgiye ise 2022 yılında, Prof. Dr. Mete Gündoğan Independent Türkçe’de yazdığı “Medyen Halkı ve biz” başlıklı yazısında değinmiştir. (4) Gündoğan bu yazısında, Medyen kelimesinin “sürekli borçlanmanın olduğu mekan ve zaman dilimi” anlamında kullanılmış olabileceğinden bahsetmektedir. Gündoğan, yazısında sürekli borçlanmaya dayanan kötü bir ekonominin Medyen halkının sosyal çürümüşlüğünde etken olmuş olabileceğini belirtmiştir. Bu yönüyle aslında sosyal çürümenin sebeplerinden birinin de “ekonomik sebepler” olduğu gerçeğine buradan değinebiliriz. Ancak belirtmek gerekir ki sosyal çürüme-bozulma yalnızca ekonomik sebeplere bağlı değildir ve ekonomik sebeplerin düzeltilmesi ile düzelecek bir durum ne yazık ki değildir.

Peki ne yapılabilir?

Konuya ve soruya ilişkin 2017 yılında ABD’nin bir sosyal çöküş içerisinde olduğunu düşünen ve çözüm arayışına giren, Johns Hopkins Üniversitesi’nden Seth D. Kaplan,  “A System Approach to Social Disintegration” başlıklı makalesinde; hükümet, dinî kurumlar, STK’lar, özel sektör, yerel topluluklardan geniş bir yelpazeden aktörler ile “mevcut gerçekliğin” ortaya çıkarılmasını, sorunların neden devam ettiğine ve hatta arttığına ilişkin fikirlerini sunmalarını, daha evvel iyi niyetle yapılan ancak durumu kötüleştiren önerilerin neler olduğunu ve bu verilerle sistemde nasıl bir değişiklik yapılması gerektiğine ilişkin önerilerin sunulmasını öneriyor. Seth D. Kaplan, sorunlara yönelik eş zamanlı bir liderlik geliştirilmesi gerektiğini ve bunun ticarî-dinî-siyasî-sivil kombinasyon ile olması gerektiğini savunuyor. Amacı ise şu şekilde açıklıyor:

“Amaç, bir topluluğu rahatsız eden kısır döngüleri, onu güçlendiren erdemli döngülere dönüştüren olumlu bir eşik noktası yaratmaktır.” Seth D. Kaplan, “A System Approach to Social Disintegration”, National Affairs, 2017) (3)

Sosyal çürümeye ilişkin çeşitli örnekler de veren Seth D. Kaplan, bir örnekte Community Renewal International’ın “Dostluk Evleri” çalışmasından bahsediyor:

“Community Renewal International yüksek suç oranına sahip mahallelerde Dostluk Evleri inşa ederek toplumsal çöküşü tersine çevirmeye yardımcı olmak için çalıştı. Bunlar mahalleler arası ilişkilerin doğasını dönüştürerek sistematik olarak “güvenli ve şefkatli topluluklar” başlatmayı amaçlıyor.” (a.g.e. 3) 

Seth D. Kaplan’ın önerileri oldukça önemli ve değerli. Hiç şüphesiz Türkiye’nin bu “mutabakata” ve yukarıdaki kombinasyonun da içinde bulunduğu oluşumlara ihtiyacı var. Belki de bunu yerel mecralarda sağlamak daha kolay olabilir. Daha açık ifade etmem gerekirse, ülkemizde Türk milliyetçileri ile Kürt milliyetçilerini; Suriyelilerle Zafer Partilileri, Çağdaş Yaşam Derneği yetkilileri ile tarikat temsilcilerini aynı masada oturtup “Gençliğin En Önemli 5 Sorunu Nedir? Gençlik için Neler Yapabiliriz?” diye sorulması veya örneğin “Bağımlılıklarla Mücadele” için ortak platformlar kurulması artık şart. Bu tarz girişimlerin etkisinin ise sanıldığından çok daha büyük olacağı aşikâr.

Öte yandan ben, bu denli girişimler olmasa dahi birkaç öğrenci için bile çabalamanın ne kadar değerli olduğuna inanıyorum. Nitekim bunu nispeten deneyimlediğimi ve deneyimliyor olduğumu da rahatlıkla söyleyebilirim. Bu durumu bir örnekle açıklamam gerekirse üniversitede son sınıftayken, 2020 yılında, arkadaşlarımla organize ettiğimiz Türkmen Çocuklar Eğitim-Kültür Atölyesi Projesinde, eğitim fakültesi son sınıf öğrencileriyle birlikte çocuklara etkinlikler düzenlemiş, derslerinde yardımcı olmaya çalışmış, drama dersleri verip filmler izletmiş, küçük tiyatro gösterileri hazırlamıştık. 10 öğrenci ile başladığımız etkinliklere katılım kısa zamanda ailelerin “lütfen bizim çocuğumuzu da alın” ısrarları ile 30-40 öğrenciye kadar çıkmıştı. Kimseden destek almamıştık, çocuklara vereceğimiz sandviçleri dahi sabah erkenden bizler hazırlıyorduk. Ailelerden gelen geri dönüşler o kadar güzeldi ki gerçekten mutlu olmamak elde değildi. O dönem, o proje bana aslında değişim ve dönüşümün bu şekilde başlayabileceğini göstermişti: Gönüllü olarak, hevesli olarak, merhametli olarak, işe başlayarak…

Açıkçası fakülte yıllarımdan beri içinde bulunduğum sivil toplum kuruluşlarında bunun için çabaladım ve çabalamaya devam ediyorum. Bu krizin çözümünün de siyaseten bir tarafın arka bahçesi olmayan “sivil toplumun” gücünden geçtiğine inanıyorum.

Tam olarak burada yazıyı evirmek ve siyaseten bir örnek vermek istiyorum. Vereceğim örnek Amin Maalouf’un Labirent adlı kitabından bir örnek. (5) Maalouf, kitabında 12. bölümde Deng Xiaoping’i ve ülkesinde açtığı sessiz, derin, mütevazı  dönüşümü şöyle anlatıyor:

“Bir ülkenin derinlemesine dönüşümünü, özellikle de ülke bu boyutlardaysa tek bir kişiye mal etmek her zaman tehlikeli bir yaklaşımdır. Ama bir yönetici gereken vizyona, iradeye, otoriteye ve beceriye sahipse tarihteki rolü belirleyici, hatta yeri doldurulamaz hale gelir.  

 Deng örneğinde durum hiç tartışmasız böyleydi. Kaidesinden paldır küldür devrilen ve bunun bilincine varıp yeniden ayağa kalkması asırlar süren Orta İmparatorluğun engebeli güzergâhında, farkı Siçuanlının müdahalesi yarattı. Ülkenin başındaki varlığı kısa sürse de koşulları geri dönülmez biçimde değiştirdi.” (5)

İşte belki bu krizi aşabilmek için bizlerin de ihtiyacı olan anahtar kelimeler bunlardır: Sessiz, mütevazı, derin…

Son olarak yazıyı Beyaz Zambaklar Ülkesinde adlı eserde, adeta sosyal çürümüşlüğün reçetesi olan şu ifadelerle sonlandırmak ve hepimizi ülkemizdeki bu sosyal krizi aşabilmek için düşünmeye, gönüllü olarak, hevesli olarak, merhametli olarak, küçük adımlarla, sessiz, mütevazı ve derin şekilde işe başlamaya davet ediyorum :

“Finlandiya’nın bugünkü hâliyle, çocukluğumdaki durumunu kıyaslarken, şöyle bir tablo tasavvur ediyorum: Büyük bir harabe ev… Bütün pencereleri örtük… Dışarıdan bakıldığında metruk bir ev izlenimi veriyor… İçerisi karanlık, boğucu, rutubetli ve ağır havası olan bu ev, büyük bir mezarlığı andırıyor. Ama birtakım genç, korkusuz ve güçlü insanlar çıkıp geliyor. Çok neşeli ve zeki insanlar… Hemen evin perdelerini çekip, pencerelerini açıyorlar. Evin içine gün ışığı, temiz hava ve çiçek kokuları doluşuyor. İçeriye canlılık katıyor. Binanın dışı da onarım görüyor, yenileniyor. Çevredeki insanlar da artık cinli-perili bir evden kaçar gibi bu evden uzaklaşmıyorlar. Yanına gelip, yenilenen binayı hayranlıkla seyrediyorlar. İşte böyle bir değişim, her ülkede, her kentte, her ilçede ve unutulmuş, terkedilmiş her köyde yaşanabilir. Bunun için yalnızca dinamik fikirli, uyanık ruhlu ve uygarlık yolunda çalışmaktan yorulmayan, usanmayan; aksine heyecan ve zevk duyan insanlara ihtiyaç vardır.”(6)

Av. Haldun Barış

Sonnotlar

(1) Haldun Barış, “Türkiye: Gelecek 20 Yılda Bölgenin Yeni Lideri“, hurfikirler.com, 3 Nisan 2024.

(2) Haldun Barış,”Türkiye’nin Hukuk Problemi” , daktilo1984.com, 12 Mart 2024. 

(3)Seth D. Kaplan, “A System Approach to Social Disintegration”, National Affairs, n. 61, Fall 2024. 

(4) Prof. Dr. Mete Gündoğan, “Medyen Halkı ve biz”, Independent Turkçe, 10 Ocak 2022.

(5) Amin Maalouf, Labirent: Batı ve Hasımları, Yapı Kredi Yayınları, 2024, s. 200.

(6) Grigory Petrov, Beyaz Zambaklar Ülkesinde .

 

Davutoğlu

0

Ak Parti’den kopan kırgınların toplandığı Gelecek ve DEVA Partileri hakkında birşeyler yazmayı ne zamandır düşünüyordum. Abdulkadir Pekel’in Davutoğlu hakkındaki yazısı, çoktandır ertelediğim bu yazı için hoş bir vesile teşkil etti.

Hemen belirteyim ki Davutoğlu ve partisiyle ilgili beklentilerim Pekel’inki kadar yüksek değil. Hiçbir zaman da olmadı. Lâkin saygın, ciddi, dürüst ve çalışkan kişiliğini hep teslim ettim. Mamafih, bu durum Davutoğlu’nu tenkide mani değil. Bu yazıda bir zamanlar CHP’lilerin, sonrasında Ak Partililerin yaptığı gibi ifrada düşmemeye çalışacak, somut örnekler üzerinden ilerleyecek ve olabildiğince tarafsız kalacağım.

Davutoğlu’nun en çok eleştirildiği konuların başında, Başbakan olduğu dönemde Şehir Üniversitesi’ne tahsis ettiği arazi ve imkânlar geliyor. Bu meselede onu töhmet altında bırakmak isteyenlerin iyi niyetli olmadığını düşünüyorum. Vaktiyle Koç Üniversitesi, Galatasaray Üniversitesi ve Kadir Has Üniversitesi gibi diğer vakıf üniversitelerine de benzer tahsisat yapıldı. Şehir Üniversitesi’nin talihsizliği, Erdoğan’la siyasî kavga hâlindeki Davutoğlu’na yakın olmaktı sadece. Filler tepinirken olan çimenlere oldu ve Şehir Üniversitesi kapatıldı. Bu yanlıştan dönülmeli, Şehir Üniversitesi’nin tüzel kişiliği ve geçici olarak kullanımına tahsis edilen memalik iade edilmeli.

Bir başka eleştiri konusu, Davutoğlu’nun Başbakan olduğu dönemde AB ile yaptığı ‘düzensiz göçmenlerin iadesi’ antlaşması idi. Reisin ve reisçilerin şiddetle karşı çıktığı bu antlaşmaya göre Türkiye’den AB ülkelerine yasadışı yollarla girdiği tespit edilen göçmenlerin tamamı Türkiye’ye iade edilecek, buna mukabil Türkiye kendi belirleyeceği aynı sayıdaki göçmeni AB ülkelerine gönderecekti. Ayrıca Türkiye’ye malî yardımda bulunulacak, Türk vatandaşlarının AB ülkelerinde serbest dolaşımı için müzakereler başlayacaktı.

Davutoğlu’nun ‘diplomatik bir başarı’ olarak gördüğü ve gösterdiği bu antlaşma, özü itibariyle doğruydu bana göre. Ne var ki gıdım gıdım ve gecikmeli olarak gönderilen malî yardım dışındaki hükümleri uygulanmadı. Serbest dolaşım başta olmak üzere diğer hükümleri AB tarafından açıkça ihlâl edildiği halde, bu ihlâl hiçbir sonuç doğurmadı. Zira antlaşmanın ihlâli halinde bir müeyyide öngörülmemişti. Antlaşma fevkalâde idi, fakat sadece kâğıt üstünde!..

Danışmanlık, Bakanlık ve Başbakanlık yaptığı dönem boyunca dış politikanın tayininde müessir olduğuna göre, Erdoğan’a yöneltilen oklardan bir kısmının Davutoğlu’na yönelmesi beklenir. Âdil olan bu. Hal böyleyken, doğru tercih ve kazanımların tamamı Davutoğlu’na, kayıp ve yanlışlar Erdoğan’a yazılıyor. Bunun en tipik örneği, Suriye politikasına yönelik eleştirilerde karşımıza çıkıyor. Hükümeti ‘Suriye batağına girmek’le itham eden muhalifler bu politikanın banisi Davutoğlu’na tek laf etmedikleri gibi, 2023 Mayıs seçimlerini kazansalardı onu Cumhurbaşkanı Yardımcısı ve muhtemelen yeniden Dışişleri Bakanı yapacaklardı.

İster Erdoğan’a, ister Davutoğlu’na mal’edelim, hükümetin Suriye politikası ahlâkî bir zemine oturuyordu ve doğruydu. Ne var ki bu politikayı sahaya aktaracak siyasî ve ekonomik güce sahip değildi. Bu açığın, ABD ile işbirliği yapılarak kapatılması planlanmıştı. O dönem ABD ile Türkiye’nin bu konuda anlaştığına dair çok şey yazılıp çizildi. Lâkin Afganistan ve Irak’tan asker çekerek o yılki Nobel Barış ödülüne bir adım daha yaklaşmayı planladığı bir dönemde Suriye’de yeni bir cephe açmak istemeyen Obama son anda çark edince, Türkiye sahada yalnız kaldı.

Dediğim gibi, Ak Parti’nin Suriye politikası yanlış değildi. Lâkin bu politikayı hayata geçirebilmek için ABD’nin desteğine ihtiyaç duyduğunu unutarak (ve Obama’nın kaypaklık yapacağını hesaba katmayarak) siyasî ve ekonomik kapasitesinin ötesinde bir işe girişti. Mamafih, Obama sözünde dursa veya ABD’nin elindeki güç ve imkân Türkiye’de olsaydı, Suriye’deki zulüm çoktan bitmişti.

Dış politik çizgisine hâkim olan aşırı özgüven ve emperyal lisanla Davutoğlu, Erdoğan’a göre daha radikal bir isim, hatta bir nevi neo-Osmanlıcı. Lâkin aynı özgüven ve kararlılığı, Başbakan olduğu dönemde Süleyman Şah türbesini korumakta gösteremedi. IŞİD saldırısına uğramasını engellemek için Halep civarındaki bu türbenin (anakaramızın dışındaki tek vatan toprağının yani) sınır hattına yakın bir yere taşınması emrini bizzat verdiğini, operasyonun gerçekleştiği sabah gururla açıklamıştı!… Halbuki büyük (emperyal) devletler, kaç kilometre ötede olursa olsun vatan toprağını korur, gelecek her saldırıya ânında mukabele edeceğini duyurur ve dahi eder. 1982 yılında İngiltere, taa Arjantin kıyılarındaki Falkland Adaları için bunu yapmıştı. Biz de böyle yapmalı ve Suriye içindeki bu vatan toprağına dokunana dünyayı dar edeceğimizi duyurmalıydık.

Dünyada IŞİD karşıtı bir kamuoyu zaten vardı. Daha önemlisi, uluslararası hukuk da bizden yanaydı. Türbeyi taşımasak, asker değişimi ve lojistik destek vermek üzere sınırımızla Halep arasındaki sahada muntazaman devriye atarak IŞİD ile birlikte PKK/YPG güçlerini de bu bölgeden uzak tutabilecektik. Bugün bunun için Suriye ve Rusya’yla anlaşmak zorundayız. Halep’te ne işiniz var derlerse, şu an verecek cevabımız yok. Ama o gün vardı.

Halep’le Türkiye’yi uluslararası hukuk çerçevesinde birbirine bağlayan hayatî bir koridorun kontrolü, Stratejik Derinlik peşinde koşan Davutoğlu’nun emriyle yapılan bir operasyonla elimizden çıktı. Davutoğlu’nun en büyük hatalarından birisi olan Şah Fırat operasyonu asla yapılmamalı, o bölgedeki Türk varlığı her türlü çatışma riski göze alınarak korunmalıydı. Bu tür koridorların tesisinin ve elde tutulmasının zorluğu, Zengezur koridoru için on yıllardır mücadele verdiği halde istediği sonuca hâlâ tam olarak ulaşamayan Azerbaycan’ın hâline bakarak daha iyi anlaşılabilir. Ne yapıp edilmeli, Süleyman Şah türbesi eski yerine taşınarak Halep’le aramızdaki koridoru yeniden faal hâle getirilmeli.

22 Kasım 2015 tarihinde, hava sahamızı ihlal ettiği gerekçesiyle Rus savaş uçağı düşürülmüştü, hatırlarsanız. Dönemin Başbakanı Davutoğlu, uçağın düşürülme emrini de bizzat kendisinin verdiğini açıklamıştı. Ağızından düşürmediği bu “bizzat”, “emir” ve “talimat” vurguları, Erdoğan’la arasının açılacağı dönemin işaret fişekleriydi, bir bakıma.

Sonradan yaşanan gelişmeler, Rus uçağının iki ülke arasında kavga (hatta belki savaş) çıkararak Ak Parti’yi zora sokmak isteyen çevreler tarafından hükümetin bilgisi ve izni dışında düşürüldüğüne dair şüpheler uyandırdı. 15 Temmuz sonrasında FETÖ üyeliğinden tutuklananlar arasında Rus uçağını düşüren pilotun da bulunması vaziyete açıklık getirdi: Vur emrini FETÖ vermişti.

At izinin it izine karıştığı, FETÖ’nün devletin her kademesine sızdığı bir dönemde yanlış istihbaratla beslenerek yanıltılması pekâlâ mümkün olan Davutoğlu’nu da, bu meselede onu destekleyen Erdoğan’ı da suçlamıyorum. Ancak bu aceleci açıklamalar yüzünden Rusya ile harbe bile girebilirdik. Neyse ki Putin bu meselede daha aklıselim ile davrandı.

Ak Parti’yi popülizm girdabına sürükleyen ilk hamleler de Davutoğlu’nun Başbakanlığı döneminde geldi. Kılıçdaroğlu’nun bol keseden vaatlerine kayıtsız kaldığı Haziran 2015 seçiminde Meclis çoğunluğunu kaybeden Davutoğlu, hükümetin kurulamaması üzerine aynı yılın Kasım ayında yapılan ikinci seçim öncesinde popülizm rüzgârına teslim oldu ve asgari ücret üzerinden vites yükseltmeye başladı.

Popülizm mikrobu Ak Parti’nin bünyesine Davutoğlu döneminde girdi. O güne kadar popülizme bulaşmayan Ak Parti, yasak elmanın tadını almıştı bir kere. Davutoğlu’nun 2015’te yuvarladığı ilk kartopu zamanla büyüdü ve 2023 seçimleri öncesi çığ olup başımıza düştü. Vebalini birkaç nesil boyunca ödeyeceğimiz EYT, Ak Parti’nin ve Erdoğan’ın en popülist hamlesi olarak tarihe geçti.

Cumhurbaşkanı Erdoğan gündelik işleri kendi adına yürütecek, saygın ve güvenilir bir çalışma arkadaşı arıyordu. Bu ismin Davutoğlu olabileceğini düşündü. Cumhurbaşkanına saygıda kusur etmeyen, hatta onunla istişareye açık bir isim olan Davutoğlu ise işleri kendi nâmına ve kendi bildiğince yürütmek, yani hakiki bir Başbakan olmak istiyordu. Bu, aynı ipte iki cambazın oynamaya çalışması demekti.

Davutoğlu talebinde haklıydı. Lâkin Erdoğan, şu an çok azımızın havsalasının aldığı kadar tarihî bir şahsiyet. Halen yaşıyor ve aktif siyaset yürütüyor olması, bu hakikati tespitten çoğumuzu alıkoyuyor. Atatürk hayatta iken İnönü’nün, Ecevit’in, Baykal’ın, Kılıçdaroğlu’nun yahut Özel’in onun önüne geçmesi, ona rağmen Başbakanlık yapması ne kadar mümkünse, Davutoğlu’nun Erdoğan’a rağmen veya onu atlayarak Başbakanlık yapması da o kadar mümkündü. Davutoğlu bu hakikati görmedi veya değiştirebileceğini zannetti.

Peki Davutoğlu bundan sonra ne yapmalı?…

Bana göre yapabileceği en iyi ilk şey, bilgi ve birikimini gelecek kuşaklara aktaracağı bir enstitü kurup başına geçmek. İkincisi ise hatıralarını yazmak. Bu ikisi, siyasetçilerimizde ender görülen hassalar.

Peki Erdoğan ne yapmalı?…

Bilindiği üzere Erdoğan’ın siyasetteki son düzlüğü bu. Önümüzdeki ay toplayacağı olağan kongrede tarihî bir çağrıda bulunarak çeşitli sebeplerle Ak Parti’den kopan yol arkadaşlarını yeniden partiye davet etmeli. Davutoğlu, siyasî hayatını eski Başbakan ve partinin muteber isimlerinden biri sıfatıyla Ak Parti’de noktalamalı.

Erdoğan sonrası dönem mi? Onu o zaman düşünür…

Ulusların Hayali Düşüşü: Kitap Eleştirisi

Bu hafta başında Daron Acemoğlu, Simon Johnson ve James Robinson’un Nobel iktisat ödülünü aldıklarını öğrendik. Bu araştırmacılar ciddi bir literatür yaratmayı başardıkları için epeyce zamandır da bekleniyordu. Aynı zamanda akademideki üretkenliklerinin de inanılmaz bir boyutta olduğunu söyleyebilirim. Örneğin Acemoğlu’nun Google Scholar’da sıraladığı 2024 yılında yayınlanan çalışmalarına bakmak istedim. Bir yılda tam 25 adet. Bunların çoğunluğu working paper statüsünde bile olsa aşağı yukarı aynı zaman aralığında yirmiye yakın farklı konuya odaklanabilmek büyük çaba gerektiren bir iştir. Zaten Acemoğlu’nun da çok çalışkan olduğunu ve gününün çok büyük kısmını çalışarak geçirdiğini yıllardan beri duyarız, biliriz. Bu yüzden de pek garipsemedim. Bu üç bilim adamının da kariyerlerindeki en çok atıf alan çalışmalarının “Why Nations Fail” isimli kitap ve bu kitabın öncüsü olan “The colonial origins of comparative development: An empirical investigation” başlıklı makale olduğunu gördüm. Dolayısıyla kariyerlerindeki en kuvvetli fikri içeren çalışmanın “Why Nations Fail” isimli kitap olduğu açıktır ve bu meslektaşlarımızın ne anlattığı, nasıl anlattığı, nasıl örnekler verdiği ve hatta neleri anlatmayı es geçtikleri tabi ki yıllardan beri dikkatimizi celp etmiştir.

Bu kitabın akademik dünyamızda on yılı aşkın bir geçmişi var. Kitap yıllar içinde çok tartışıldı. Beğenenler çoğunlukta oldu. Zaman zaman da ciddi eleştiriler aldı. Fakat son yıllarda benim hatırımda kalan ise Acemoğlu’nun 14 Mayıs 2023 seçimleri öncesinde sık sık Türkiye’ye davet edilmesi oldu. Türkiye hakkında somut ifadeler kullanmamakla birlikte (muhtemelen Türkiye’nin güncel verilerini de takip etmiyordu) bu kitabındaki iddialarını tekrarlaması ve Türkiye’yi uyarması oldu. Örneklerini çok açık ifade edemese de Türkiye’de dışlayıcı kurumların hâkim olmaya başladığını anlatmaya çalıştı. Oysa bu kitabında Osmanlı’dan bile bahsederken modern Türkiye hakkında hiçbir şey söylememişti. Madem söyleyecek sözü vardı, neden yazmamıştı?  İlginç bir şekilde CHP’nin bir toplantısında ekonomi danışman kadrosunda yer aldığını öğrendik. Çok şaşırdığımı hatırlıyorum. Çünkü akademiden bildiğimiz Acemoğlu’nun bildiğimiz kadarıyla siyaset yapma hedefi yoktu. Bu tarz işlere de vakti olmaması gerekiyordu. Ardından diğer bir muhalefet partisinin lideri Ali Babacan her gittiği yerde bu kitabı örnek gösteriyordu. Bu kitap o kadar önemliydi ki, bu aralıkta altılı muhalefet masasının resmi ideoloji kılavuzu haline geldi. Muhalefetin temel yönetim kaynağı olma ihtimali olan bu kitabı yeniden değerlendirmek biz Türk sosyal bilimcileri için farz olmuştu. Fakat bu kitap yurtdışında neredeyse literatür oluşturacak kadar değerlendirildiği halde Türkiye’de de çok satmasına rağmen pek ciddi değerlendirme yapılmadı. Birkaç tane tanıtım yazısı. Birkaç tane gazeteden eleştiren köşe yazısı var. Üstelik Şükrü Hanioğlu gibi birkaç tarihçi dışında Türkiye’den hiçbir iktisat tarihçisi fikir beyan etmedi. İlmine güvendiğim Türkiye’deki iktisat tarihçiliğinin büyük hocalarını bekledim. Bu kadar uzun zaman içinde fikir beyan etmediklerine göre artık hak bana düşmüştür diye düşünerek fikirlerimi yazmaya karar verdim. Bu yazının geç kalmışlığının sebebi budur.

Bu kitap çıktığında doktora öğrencisi idim. Henüz çevirisi bile çıkmadan iktisat tarihçilerinden oluşan okuma gruplarında parça parça okuyup her bir chapter’ı aramızda tartıştığımızı hatırlıyorum. Kitap anlatım tarzı ile okuyucuyu büyüleyici bir tarafa doğru çekmekteydi. Son derece akıcı ve profesyonelce yazılmıştı. Kitapta Adam Smith’ten Dani Rodrik’e kadar yapılan göndermeler ilgi çekici idi. Editör desteği almış olmaları da çok muhtemeldir. Çünkü Acemoğlu’nun makaleleri bu derece akıcı değildi. (Daha önce de okuma grubumuzda Kenneth Pomeranz’ın “The Great Divergence” kitabını okumaya çalışırken işkence çektiğimizi hatırlıyorum. Hatta bir arkadaşımız hocaya mail atmıştı. Bu metni nasıl bu kadar anlaşılmaz yazdınız diye). Kitabın ilgi çekme sebeplerinden biri de “grand theory” türünde bir eser olması idi. Büyük soruları sistemli açıklayabilme iddiasını taşıması. Artık günümüzde bu tarz tezler akademik camiada pek görülmüyor. Akademisyenler artık riske girmeden, büyük zaman harcamadan hızlı ve küçük uygulamalardan neden/sonuç üretiyorlar. Büyük soruları parlak sosyal bilimciler sormuyor veya sorulanları cevaplamıyor. Ben de o dönem böyle bir ortamda Why Nations Fail isimli kitaptan etkilendiğimi hatırlıyorum. Fakat alanda deneyim kazandıkça kitabın içeriği gözümde giderek küçülmeye başladı. Birçok hatası ve eksikliği gözüme çarpmaya başladı. Bu kitap öyle bir eser ki içeriğinde bulunan örnekler Britannica ansiklopedisi gibi!  Kitabın içinde Peru’dan Jamaika’dan Grönland’dan bile örnekler var. Tabi ki kitapta yer alan Grönland’daki siyasal sistemleri yorumlayabilecek kadar bilgi sahibi veya ansiklopedi okuyucusu değilim! Ama en azından konuyu nasıl ele aldıklarını, bir problemi nasıl çözmeye çalıştıklarını yorumlayabilirim. Amacım kendilerinin Nobel İktisat ödülü başarısına okuyucu nezdinde gölge düşürmek değildir. Sadece ve sadece aklıma yatmayan konuları tartışmaya açmak içindir. Stephen Hawking’in, Albert Einstein’ın bile yanılabildiği bilimsel dünyada herkes yanılabilir. İddia sahipleri ne kadar şöhretli olurlarsa olsunlar eleştiriden muaf değiller. Çünkü hakikate tartışarak varacağız.

Kitabın yazarlarının bir kabahati olmasa bile kitabın Türkçe’deki başlığı hep gözüme batmıştı. “Why nations fail” başlığını “Ulusların Düşüşü” şeklinde çevirmek bence yanlış bir tercihti. Aslında çeviri yapmanın temel bir kuralı yoktur. Mot a mot çeviriler bazen çok tatsız gelebiliyor. Bu yüzden çevirmen anlamı daha iyi ifade edebilecek kelimeleri kullanmayı tercih edebilir. Buraya kadar kabul edebilirim. Fakat Ulusların Düşüşü ifadesi anlamca da kitabın içeriğini karşılamıyor. Bu ifade belirli bir ekonomik başarı elde eden milletlerin bu seviyeden geriye düşmesi izlenimini yaratıyor. Halbuki yazarlar bir gerileme hikayesi anlatmıyor. Doğrudan başarısızlık hikayesi anlatıyorlar. Bu yüzden başlık kelimesi kelimesine çevrilmeliydi diye düşünüyorum. Dil uzmanı değilim fakat kitabın içindeki bazı özne-yüklem uyumsuzlukları ve bazı kavramların karşılıklarının tuhaf sözcüklerden seçilmesi de dikkatimi çekmişti. Yazarlardan Acemoğlu’nun Türkçe biliyor olmasına rağmen bu başlığa ve içeriğine müdahale etmemesine şaşırdığımı da ifade etmeliyim. Türkiye’deki muhalefet partilerine danışmanlık yapacak zamanı vardı. Fakat en önemli fikrini anlatan kitabın Türkçesini okuyacak zamanı bulamamıştı!

Bu uzun girişi yaptıktan sonra artık kitabın içeriğine dair fikirlerimi sıralamak isterim. Bu kitap temelde iktisat tarihçiliğinin en kadim konusunu sorgulamaktadır. Bu da neden bazı ülkelerin zengin, bazı ülkelerin daha yoksul olduğudur. Bu soru iktisat biliminin ortaya çıkmasıyla hemen hemen aynı yaştadır. Son 250 yılda bu soruya çokça cevaplar verildi. Literatürdeki cevapları ırk, coğrafya, kültür, cehalet, şans, emperyalizm vb. birkaç kategoride toplayabiliriz. Bu kitap ise bunun gibi görüşlerin yanlış olduğunu ve en temel faktörün kurumlar olduğunu açıklamıştır. Kurumlar iddiası aslında Acemoğlu’nun tezi değildir. Kurumsalcılığı Veblen’e kadar dayandırmak mümkün iken Acemoğlu’nun katıldığı yeni kurumsalcığın temelleri 1940’larda Ronald Coase ile atılıyor. Zaman içinde de Oliver Williamson, Douglass North gibi birçok büyük iktisatçı bu fikri teorik olarak geliştiriyor. Bu kitabın teorik olarak yaptığı ek ise kurumları kapsayıcı ve dışlayıcı olarak ikiye ayırması oldu. Aslında bu noktada North’un benzeri söylemini ufak da olsa revize etmeyi başardıklarını kabul etmek gerekir. Bunun dışında kendilerinden önceki kurumsalcılardan pek farklı bir teorik yaklaşım getirmedikleri açıktır.

Kitap en çok coğrafyanın kader olduğu ön kabulüne vurgu yaparak eleştiri getirmiş. Yazarlar en kuvvetli yumruklarını kitabın ilk bölümünde atmaya karar vermişler. Önce teoriyi açıklayıp ardından kanıtlarını vermek şeklinde ilerleyen akademinin klasik üslubu yerine önce örneği verip oradan teoriye ulaşmayı tercih etmişler. Kitabın ilk cümlesinde verdikleri örnek de bütün kitabın özetini oluşturmuştur. Kitap adını daha önce hiç duymadığım Nogales adında bir kent ile başlıyor. Bu kent bir çitle ikiye ayrılmış. Kuzeyi ABD, güneyi ise Meksika sınırları dahilindeymiş. Dolayısıyla aynı coğrafyada iki farklı kurum inşa edilmiş. Aralarında oluşan ekonomik başarı farkını teorilerinin kanıtı olarak gösteriyorlar. Bu açıdan bakınca da gerçekten mantıklı görünüyor. Peki neden sadece fiziki coğrafyayı dikkate almalıyız? Siyasi coğrafyayı oluşturan sınırlar da coğrafyaya dahil değil midir? Coğrafyanın kader olduğunu iddia edenler belki de sınırın 200 metre ötesindeki ülkede doğmuş olsalardı daha refah içinde yaşayabileceklerini ifade etmek istiyorlardır. Nedense coğrafyayı dar anlamıyla değerlendirmeyi tercih etmişler. Coğrafyanın önemli bir faktör olduğunu dile getiren Jared Diamond’un “Guns, Germs and Steel” isimli bestseller kitabından sayfa 55’te bahis açılıyor. Konuya girerken Diamond’un çevrebilimci ve evrim biyoloğu olduğunu vurgulayarak başlıyorlar. Halbuki Max Weber’i veya Karl Marx’ı tanımlarken mesleklerini söyleme gereği duymamışlardı. Sanırım eleştirecekleri kişinin iktisatçı veya sosyal bilimci olmadığını vurgulayıp daha kolay dövebilmek için ifade etme gereği duymuşlar. Diamond’un iddiasının Nogales kentini veya Kuzey-Güney Kore ikilemini açıklayamadığını söylüyorlar. Yazarlar bu konuda haklı olabilir fakat Diamond’un kitabının hatırladığım kadarıyla böyle modern dünyanın çelişkilerini açıklama hedefi yoktu ki. O bu işin nasıl başladığını yani kökenlerini merak etti. Diamond’un anlatımına göre binlerce yıl önce Yeni Gine’de yaşan insanlar beslenebilmek için ağaç kabukları arasındaki özü günlerce uğraşarak kullanmak zorunda iken, Bereketli Hilal bölgesinde buğday ve arpa bulunmaktaydı. Bu iki farklı bölgeden çıkan avcı-toplayıcı toplumlar arasındaki refah farkında gerçekten coğrafyanın etkisinin olmadığı söylenebilir mi? Peki Diamond’un örnek verdiği tarihöncesi toplumların gelişmişlik farklarını incelerken kapsayıcı kurum aramak için patent kanunlarına mı bakacağız! Aslında modern dünyada bile coğrafi şartların zenginlik üzerinde hiç etkisinin olmadığını söyleyemeyiz. Örneğin petrol bölgesinde yaşamak tabi ki bir bölgenin zenginleşmesini garantilemez. Günümüzün Venezüela örneğinden biliyoruz. Fakat Moğolistan’a göre avantajlı değil midir? Aslında kitabın yazarları Diamond’u da destekler nitelikte hakkını verip modern dünyada siyasal kurumlar coğrafi şartları yenmeye başladı deseydi kabul edilebilir bir sonuca ulaşmış olurdu. Fakat bu sefer de Diamond’u çürüttüğünü iddia edemeyeceği için kitap çok satamayacaktı. Tahta oturmak için kralı indirmek gerekliydi! Popüler olmak uğruna kendi tezlerini destekleyen örnekleri öne çıkarıp diğer her şeyi yanlışlama yoluna gitmişler. Ekonomik gelişmişlikte din, kültür ve ahlak gibi belirleyicileri de toptan reddetmişler. Bu başlıkta Weber’in meşhur tezine yüklenilmiş. Peki inanç ve kültürün hiç mi etkisi yoktur? Faiz’in yasaklandığı Ortaçağ Katolikliğinde bu inancın hiç mi ekonomiye etkisi olmamıştır? Ardından Cehalet hipotezi adıyla yeni bir başlık açılmış. İktisatçı ve siyaset adamlarının piyasa başarısızlıklarıyla nasıl baş edilebileceğini bilememelerinin yarattığı iktisadi başarısızlığın abartılmış olduğunu ifade etmişler. Peki 1923 yılında ortaya çıkan Alman Hiperenflasyonunu rasyonel iktisatçılar, siyasetçiler mi ortaya çıkardı? ABD gibi büyük bir ülkede bile 1929 Buhranının kimine göre 3 yıl kimilerine göre 7 yıl gibi uzun sürmesinin nedeninin daralan para arzına müdahale edilmemesi olduğunu 40 sene sonra öğrendik. Bu iki örnekteki başarısızlık karar alıcı aktörlerin cehaletinden kaynaklanmadı mı? Tabi ki ne kültür ne cehalet ne coğrafya ne de kurumlar tek başına dünyanın her yerinde ve her zaman diliminde geçerli olabilecek bir zenginliğin veya başarısızlığın formülünü bizlere veremez. Tarihin akışı içinde hepsinin az ya da çok etkisi olmuştur. İlginç bir şekilde ciddi akademik çevrelerde pek itibarı kalmayan Marksist-Leninist emperyalizm iddiasına değinmemeyi tercih etmişler. Daha doğrusu 5. bölümde Sovyet Rusya konusunu açmışlar. Konuyu Sovyet rejiminin dışlayıcı kurumlarına bağlıyor ve politik tercihin başarısızlık sonucunu doğurduğunu ifade ediyorlar. Yazarlar bu çerçevede haklı da olabilir. Sonuç olarak İkinci Cihan Harbi’nin bile yıkamadığı Sovyet rejimini ekonomik başarısızlık yıktı. Bu sonuca bakınca Sovyet kurumlarını dışlayıcı olarak tanımlayıp boş kaleye gol atmak kolay görünüyor. Peki ya kendi temel iddialarını Sovyet rejiminin temel argümanı olan emperyalizm düşüncesiyle neden imtihan etmiyorlar? Halbuki Marksist-Leninist emperyalizm iddiası devlet kurabilecek kadar güç kazanabilmiş bir fikirdi. Max Weber’in veya Jared Diamond’un böyle bir fırsatı veya gücü hiç olmadı! Peki bağımlılık teorisi veya Wallerstein’ın merkez-çevre tezi nerede? Peki bu kitabın yazarları aynı iktisat tarihine aynı soruyu soran bu teorilerle neden kendi fikirlerini test etmez? Kitabın ruhunu anladığımız kadarıyla bu konulara değinseydi de yanlışlamaya çalışacakları açıktır. Fakat artık 1970’li yıllarda yaşamıyoruz. Bu alanda zaten kuvvetli eleştiriler yapıldı. Marksist-Leninist temelli görüşlere hücum etmek artık herhangi bir popülerlik de getirmeyecekti. Belki de bu yüzden değinmemişlerdir.

Kitap genel okuyucu kitlesini hedeflediği için bolca tarihsel örneklere yer veriyor. Farklı yüzyıllardan farklı toplumlardan bir sürü örnekler sıralanıyor. Yazarlar oradan oraya atlıyorlar. Kitap bu örnek bolluğu içinde çorbaya dönüyor. Çoğu zaman da tekrara düşüyor. Bu yüzden kitap akıcı bir üslupla yazılmasına rağmen okuyucuyu yoruyor. Kitap iyi bir editörün eline teslim edilseydi belki de daha rafine hale getirilebilirdi. Fakat bundan daha sıkıntılı olan şey ise verilen hiçbir tarihsel örneğin derinlemesine incelenmemesidir. Tarihsel bir örnek verilirken Wikipedia seviyesindeki bilgiler kronolojik olarak sıralanıyor (Bu eleştiri başkaları tarafından da yapıldı). Ardından ilgili örnek kendi iddialarını desteliyor. Bu yöntemde üç temel problem var. Birincisi araştırmacı körlüğü meselesidir. Kötü niyetli (iyi niyetli ise özensiz) araştırmacılar teorilerini destekleyen örnekler seçme eğiliminde olurlar. Bu bazen bilinçli olur. Bazen de bilinçsizce araştırmacı körlüğü yüzünden olur. Örneğin ben bu hataya düşmemek için literatürü taramaya çok zaman ayırırım. Yazarken de birkaç gün arayla tekrar tekrar okurum. Emin olamazsam başkalarına okuturum. Yazarların bu endişeyi taşıyıp taşımadıklarını bilmiyoruz. Fakat insanlığın en temel sorununa örnek seçerken binlerce yıllık insanlık tarihinden sadece kendi iddialarını desteleyenleri seçmiş olmaları ve bunu defalarca tekrarlamaları artık araştırmacı körlüğünü de aşan bir boyutta etik bir probleme işaret etmektedir. Seçtikleri bu anlatım tarzının ikinci problemi ise tarihsel örnekleri derinlemesine incelememeleri veya örnek sıralamaktan derine inmeye fırsat bulamamalarıdır. Bu hata daha vahimdir. Bunun çokça örneği var fakat ne demek istediğimi kitaptaki Osmanlı örneği üzerinden anlatmak isterim. Kitapta Osmanlı örneği dışlayıcı kurumlara örnek vermek için yer alıyor. Örneğin sayfa 59’da şu cümleyi yazmışlar; “Ortadoğu’yu fakirleştiren de coğrafyası değildi. Bunun nedeni Osmanlı İmparatorluğu’nun genişleyip güçlenmesiydi ve bugün Ortadoğu’nun fakir kalmasının nedeni de bu imparatorluğun kurumsal mirasıdır.” Şimdi bu çok büyük bir iddiadır. Sadece bu iddiayı kanıtlamak için yıllarca araştırma yapmak gerekebilir. Kendimden vazgeçtim, Osmanlı arşivlerinde ömrünü tamamlayan hocalarımız bile böylesine bir iddiada bulunmadı. Kitabın yazarları pek tabi alanın deneyimli hocalarının göremediğini görmüş olabilirler. Peki bu iddialı fikirlerinin kaynağı nedir? Yok. Hatta büyük harflerle yazıyorum: YOK. İnanılır gibi değil. Bakın! Bilimsel temelli bir tez öne sürmek savcılık iddianamesi yazmaya benzer. Bir tez öne sürüyorsanız kanıtlarını yazmak zorundasınız. Ortaya laf atıp kaçamazsınız. Kanıtı bulunmayan bu iddia ile ilgili birçok soru da akla gelmektedir. Osmanlı’nın genişlemesi, güçlenmesi ne demektir? Coğrafi genişlemeden bahsediyorsa hani coğrafyanın etkisi yoktu? Bugün Ortadoğu’nun fakir kalmasının sebebi Osmanlı kurumları ise Ortadoğu’nun Osmanlı hakimiyetinde olmayan kısmındaki fakirliğin sebebi nedir? Dünya haritası içinde adı duyulmadık Nogara kentini bile bulup cetvelle ayırıp açıklarken koskoca Ortadoğu’yu niye Osmanlı’ya ait olan ve olmayan kısmı ile açıklamıyorsunuz? Ayrıca Osmanlı homojen, stabil bir yapı değil ki. Osmanlı’nın hangi yüzyılından bahsediyorsunuz? Peki; İstanbul, İzmir ve Trabzon gibi liman kentlerinde iktisat tarihçileri tarafından ekonomik büyüme tespit edilebiliyorken aynı kurumlar Ortadoğu’da mı başarısız olmuş? Şayet bir başarısızlık varsa (bu arada Osmanlı Ortadoğu’sunun başarısız olup olmadığı da test edilmiş değildir) başka bölgede başarı görüldüğünde genelleme yapılabilir mi? 19. yüzyıl Osmanlı’sındaki Tanzimat reformları, hukuk kodifikasyonları, çıkarılan marka tescili ve patent kanunları neden kapsayıcı kurum olmasın? Bunlar ilgili cümleyi okuduğumda hızlıca aklıma gelen ilk sorulardı. Araya bir sürü farklı toplumlardan farklı yüzyıllardan tarihsel örnekler boca edildikten sonra sayfa 116 ve 117’ye gelindiğinde tekrar Osmanlı bahsini açıyorlar.  Bir önceki paragrafta II. Dünya Savaşı’ndan, Japonya’dan ve Sovyetlerden bahsettikten sonra ardındaki paragrafta Osmanlı’nın 15. yüzyılına atlıyorlar. Bir önceki konuyu tam algılayamadan okuyucunun kafasında yeni sorular açıyorlar. Tercih ettikleri bu anlatım tarzı belki de tarihsel örnekleri derinlemesine inceleyemediklerini gizleyebilmek içindir. Tekrar kitabın Osmanlı örneğine dönersek sayfa 116-117’de sayfa 59’da bahsettikleri ve yukarıda yazmış olduğum cümleyi açıklamaya karar verdiklerini görüyoruz. Ben de tamamen merakla yazdıklarına odaklanıyorum. İlk cümlede şöyle yazmışlar; “Nasıl Latin Amerika’nın siyasal ve ekonomik kurumları 500 yıl boyunca İspanyol sömürgeciliği tarafından şekillendirildiyse Ortadoğu’nunkiler de Osmanlı sömürgeciliği tarafından şekillendirildi.” Aynı iddiayı bu sefer daha ileri taşımışlar. Osmanlı kurumlarının dışlayıcı/sömürgeci olduğunu ifade etmişler. Hangi yüzyılın Osmanlısı olduğu yine belli değil tabi! Bu sefer cümlenin devamını da getirmişler. Merakla okumaya devam ettim. Sömürgeci olmasının kanıtları ne idi acaba? 1453’te II. Mehmet, Konstantinopol’ü (İstanbul’u değil!) ele geçirmiş ve başkent yapmış. Yüzyılın geri kalanında Balkanların ve Türkiye’nin geri kalanını fethetmişler. Oradan Ortadoğu’ya oradan da Afrika’ya yayılmışlar. Arada Muhteşem Süleyman gelmiş, o öldüğünde devletin coğrafyası bilmem nereden bilmem nereye kadar uzanıyormuş. İlgili paragrafın girişinde yazıkları iddialı cümleye bakın. Devamında yazdıkları Wikipedia benzeri incelemeye bakın. İNANILIR GİBİ DEĞİL. Aynı paragrafta şöyle devam etmişler: “Osmanlı Devleti mutlakiyetçiydi. Sultanlar çok az kişiye karşı sorumlu idi ve gücü kimse ile paylaşmıyorlardı.” O halde aynı paragrafta verilen örneklere bakarak şu soru sorulur: İstanbul fethedilirken dünyada demokrasi mi vardı? Avrupa’da parlamento vardı da Osmanlı’da mı yoktu? İşte kitabın en önemli problemlerinden bir diğeri de budur: Tarihsel örnekleri zamanın ruhuyla, dönemin şartlarıyla açıklayamamak. Buna benzer hataların kitapta onlarca örneği var maalesef.

Acaba Osmanlı’yı nereden öğrenmişler diye merak ettim. Bu kanaate varmalarını sağlayan kaynaklar ne idi. Bu yüzden kaynakçasını inceledim. Etiyopya, Özbekistan tarihine dair bile makale/kitap incelemişler. Koca Ortadoğu’yu sömürdüğünü iddia ettikleri Osmanlı üzerine yazılmış tek bir kaynak incelememişler. Dolayısıyla Osmanlı’nın Ortadoğu’nun geri kalmasına neden olduğu iddiasının yazarların fantezi dünyasından kaynaklandığını artık rahatlıkla söyleyebiliriz. Üstelik diğer ülke örneklerinde bile olsa ikincil kaynaklarla “Grand Theory” yapılamayacağını düşünüyorum. Bilim insanları için her zaman aslolan ana kaynağı inceleyerek yorumlamaktır. Makale/kitap gibi ikincil kaynaklardan literatür taranabilir. Fakat ana bilgiyi birincil kaynaktan alıp teorinizi öyle kurabilirsiniz. Çünkü incelediğiniz ikincil makale ve kitaplar da yanılabilir. Tarih metodolojisi bunu yapmayı gerektirir.

Tüm bu anlattıklarımı kitabın yazarlarına sorsak, amacımız Osmanlı’yı açıklamak değildi diyeceklerdir. O halde bilmediğiniz ve araştırmak da istemediğiniz konularda niye büyük laflar ediyorsunuz. Hadi yaptınız. Gelecekte Nobel iktisat ödülü alacak olan büyük fikrinize nasıl kanıt diye bunları gösteriyorsunuz? Hadi onu da gösterdiniz. Biz iktisat tarihçileri desteksiz, kanıtsız iddiaları nasıl ciddiye alalım. Neyse ki yazarların bizim ilgimize ihtiyacı yok. Google scholar’a göre bu kitap 17bin kere atıf almış. Benim nazarımda atıf sayısının kıymet belirteci vasfı kalmamıştır. Çünkü bu reyting ne kadar popüler iş olduğunu gösteriyor. Ne kadar kıymetli olduğunu değil. Bilim insanlarının amacı da popülerliğe öncelik vermek olmamalıdır.

Sonuç olarak bu kitap aşırı genelleştirici, kendi amacına hizmet etmesi için tarihi manipüle eden, taraflı örnekler seçen, karmakarışık ve birbiriyle alâkasız yüzlerce örneği okuyucunun önüne boca eden, hiçbir örneğini derinlemesine inceleyemeyen, zaten bildiğimiz kurumların önemini aşırı abartan bir çalışmaya dönmüştür. Kurumların ekonomik başarıda etkili olması fikri şüphesiz iken kitabın bu hali çalışmayı benim nazarımda kıymetsiz hale getirmiştir. Mutlaka daha iyisi yapılabilirdi fakat bu sefer de genel okuyucu kitlesini arkalarına alıp bestseller olamayacaklardı. Popüler olmak uğruna konunun manipüle edilmesinin oldukça üzücü olduğunu düşünüyorum. Acemoğlu, Johnson ve Robinson’un Nobel iktisat ödülünü hak etmediklerini söylemek de biraz ağır olabilir.  Bütün bir kariyerlerini tek bir kitapla yerle yeksan etmek de haksızlık olabilir. Zaten ödül de genellikle tek bir çalışmaya verilmez. Bu kitaptan sonra içime şüphe düştü. Yazarların aynı çerçevedeki iddialı makaleleri de değerlendirmeye alınmalıdır. Fakat Coase kadar veya North kadar devrimci görüşlere sahip olmadıklarını düşünüyorum. Bu insanlar iktisat ilminin yüzlerce yıl anlayamadığı kurumların iktisadi etkisini keşfederek hiç yoktan iktisat ekolü yaratmışlardı. Yapıdaki bu tuğlayı çektiğimiz vakit Acemoğlu, Johnson ve Robinson’dan geriye sadece güzel bir matematik ve istatistik kalır.

Sokak Köpekleri

0

Liberal Düşünce Topluluğu’nun 2024-2025 dönemi İstanbul buluşmalarının ilki, geçtiğimiz hafta sonu yapıldı ve bir süredir gündemi işgal eden sokak köpekleri meselesi ele alındı. Panelin ilk konuşmacısı, bu konuyu yazılarında da sık sık işleyen Prof. Dr. Atilla Yayla idi.

İnsanlar ile hayvanların eşdeğer tutulmasını yanlış bulduğunu söyleyen Yayla “hak” kavramının sadece insanlar için kullanılabileceğini, hayvan haklarından bahsedilemeyeceğini belirttikten sonra, sahipsiz köpek sayısındaki artışın insan ve çevre sağlığına olumsuz etkileri üzerinde durdu, milyonlarca köpeğe barınaklarda bakmanın yükleyeceği maliyete dikkat çekti.

Panelin ikinci konuşmacısı Dr. Hakan Olgun insan-hayvan ilişkisini felsefî boyutta ele aldığı konuşmasında, insanın hayvana üstünlüğü görüşünün karşısına 1970’li yıllarda “hayvan hakları”ndan söz eden yeni bir tezle çıkan Singer, Regan ve Francione’un görüşlerini özetledi.

Panelin son konuşmacısı Doç. Dr. Sibel Doğan’dı. İnsanın duygusal gelişimi üzerinde son derece olumlu etkilere sahip hayvan sevgisini ihmal ederek konuyu sadece ‘sorun’ boyutuyla ele alan bir yaklaşımın tek yönlü ve yanlış olduğunu vurgulayan Doğan, sokak köpekleri sorununa daha vicdanî çözümler üretmenin hem mümkün hem de gerekli olduğunu söyledi, diğer ülkelerin bu soruna yaklaşımıyla ilgili örnekler verdi.

Dinleyicilerin söz aldığı katkı ve soru-cevap bölümü, en az panel kadar renkli tartışmalarla geçti. Söz alanların tamamına yakını sahipsiz sokak köpeklerinden az veya çok şikâyetçi idi. Katılımcılardan biri, komşusunun köpeğinin havlamaları yüzünden geceleri uyuyamadığından dert yandı. Köpek korkusu olan kimi katılımcılar “sahipli köpeklerin de kendilerini ürküttüğünü” dile getirince, birkaç sene önce hava almak için gittiğim parkta şahit olduğum şu hadiseyi hatırladım.

Yanımdaki bankta iki hanım oturuyordu. Bağıra çağıra konuşan bir grup genç geldi ve öbür yanlarındaki banka oturdu. Gençlerin birinin yanında buldog tipi iri bir köpek vardı. Hanımlardan biri, korktuğunu söyleyip köpeği uzaklaştırmalarını istedi. “Korkma abla, dedi çocuk, hiçbirşey yapmaz”. Kadınlar ısrar edince “Bu köpek de bu mahallede oturuyor. Bu parkta oturmaya sizin kadar hakkı var. Çok rahatsız olduysanız siz kalkın”. Daha ötedeki bank boşalınca kadınlar oraya geçti.

Bu saygısızlık köpek sahiplerinin veya hayvanseverlerin hepsine mal edilemez elbette. Fakat bilhassa sokak köpekleriyle ilgilenenlerin ekseriyeti hırçın ve saygısız tipler. Köpeklerin psikolojisini ve ihtiyaçlarını bu kadar önemseyenlerin, insanların ‘köpek korkusu’ dahil olmak üzere duygularını, temiz bir çevrede yaşama, yollarda emniyet içinde yürüme, parkta huzur içinde dinlenme gibi ihtiyaçlarını da önemsemesi gerekmez mi?

Parkta gördüğüm gibi iri ve yırtıcı köpeklerin şehir içinde sahiplenilmesine kesinlikle müsaade edilmemeli, meskun mahaldeki iri ve yırtıcı köpekler derhal itlaf edilmeli. Keza sahipli de olsa bütün köpekler, ağızlık ve tasmayla dolaştırılmalı. Sahipli köpeklerin tamamına, üçüncü kişilerin canına ve malına vereceği zararı karşılayacak şekilde sigorta mecburiyeti getirilmeli. Bu önerinin köpek sahipliğini caydıracak bir maliyet artışı getireceğinin farkındayım. Fakat nasıl ki araç sahipleri trafik sigortası yaptırmadan yola çıkamıyorsa, köpek sahipleri de bu tür bir sigorta giderine katlanmalı. Sigorta şirketleri bu yönde bir kanun çıkartılması için lobi yapmalı.

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın yayınladığı bir rapora göre sadece İzmir’de 500 bin sokak köpeği var. Bu köpeklerin sokağa bıraktığı dışkı pek çok hastalığa davetiye çıkarıyor. Başıboş köpek sayısına bağlı olarak kuduz vakalarında yaşanan artıştan söz etmiyorum bile. Sineklerle mücadeleyi herkes desteklerken, sokak köpeklerinin yaydığı hastalık riski niçin görmezden geliniyor?

İnsan hayatıyla başka bir canlınınkinin karşı karşıya geldiği her durumda, insan hayatı tercih edilmeli. Bu can Hitler ve Netanyahu gibi bir caniye, bir hayduta yahut Öcalan ve Gülen gibi bir teröriste ait olsa bile… İnsanın menfaatiyle hayvanınkinin çeliştiği durumlarda ise insanın çıkarına öncelik tanınmalı fakat bu öncelik, sınırsız ve kuralsız olmamalı.

İnsanın menfaati öncelikli olmasa ne ata binebilirdik, ne et yiyebilirdik, ne tarla sürebilirdik. Medeniyet şu an bulunduğu yerde olmazdı. Buna mukabil, bütün bunları hayvanlara eziyet etmeden yapmak gibi ahlakî bir sorumluluğumuz var.

İnsanın menfaatine öncelik tanıma kuralının geçerli olmadığı yerler de var. Meselâ dağ başına çıkmışsanız yahut bir ormanın ortasında veya Afrika’da bir savanada yaşamaya karar vermişseniz burada ne çok vahşi hayvan var diye şikâyet edemezsiniz. Vahşi hayvanlar saldırmamışsa, hayatta kalmak için avlanmak dışında onları öldüremezsiniz. Buna mukabil yerleşim yerlerinde yaşayan hayvanlar da insanların koyduğu kurallara tâbi olmalı. Zira her horoz kendi çöplüğünde öter.

Şahsiyet Dizisi ve Narin Cinayeti

Küçüktüm; fakat şu sahneyi yine de hatırlıyorum: Saçı sakalı birbirine karışmış, berduş kılıklı bir adam (Müşfik Kenter), gecenin bir vakti kendini denize atmak üzere olan bir kadına (Zuhal Olcay) yaklaşıp “Ateşin var mı ateşin?…” diye soruyor.

Adam, cebinden çıkardığı çakmakla sigarasını yakan kadına “Madem ateşin var, ne duruyorsun karanlıkta? Hadi koş hayata…” diye sesleniyor. “Gelmiyorum Karacaahmet, boşuna bekleme beni!..” diye bağırarak gözden kayboluyor sonra da.

Firuzan’ın aynı isimdeki romanından beyazcama uyarlandığını sonradan öğrendiğim Gecenin Öteki Yüzü adlı diziden, her bölümünün başında tekrar oynatılan bu sahne dışında çok az şey aklımda kalmış. Bunlardan biri de, oyunculuğunu İngiltere’de sürdüren Haluk Bilginer’in sırf bu dizide oynamak için muvakkaten Türkiye’ye döndüğü halde, sette tanıştığı Zuhal Olcay’la evlenip Türkiye’ye yerleşme kararı aldığı.

Haluk Bilginer’i ilk bu dizide görmüştüm. Fakat onu takip etmeye, benden başka izleyenine rastlamadığım Gülşen Abi isimli saçma-komediyle başladım. Gülşen Abi’nin internete yüklü bölümlerine bakarsanız, Bilginer’in sadece oyunculuğunu değil ses rengini bile değiştirerek zaman içinde kendini adeta yeniden inşa ettiğini görürsünüz. Öyle ki, Bilginer’in oyunculuğu Şahsiyet dizisindeki rolüyle 2019 yılında kazandığı EMMY ödülüyle uluslararası alanda da tescillendi ve bu prestijli ödülü kazanan ilk Türk oyuncu olarak tarihe geçti (Başarının tek kriteri olarak görmesem de, bu tür prestijli ödülleri önemli buluyorum).

Geçtiğimiz gün önüme düşen bir haber, Bilginer’in bu yıl EMMY’ye yine aday gösterildiğini yazıyordu. Hem de aynı dizi ve karakterle. Haberin devamını okuduğumda, Şahsiyet dizisinin ikinci sezonunun çekildiğini öğrendim. Birazdan yazacaklarım, dizinin ilk sezonuyla ilgili.

Şahsiyet, bunama nedeniyle hafızasını kaybetmeye başlayan eski bir adliye memuru olan Âgâh Beyoğlu’nun gündelik hayatının tasviriyle başlıyor. Karısını kaybetmiş, kızı evli ve çoktandır yurt dışında. Âgâh Bey, tek başına hayat mücadelesi veriyor. Neyse ki maddî sıkıntısı yok. Hatta epeyce birikimli. Bu sayede rahat bir hayat sürüyor. Her geçen gün ilerleyen unutkanlığı da olmasa, fazla bir şikâyeti yok aslında. Bazen arabasına benzin almayı unutup yolda kalıyor, bazen de benzin aldığını unutuyor. Mama vermeyi unuttuğu için kedisi açlıktan ölünce gittiği doktor “gün gelip hiçbir şey hatırlamayacaksınız” deyince, beyninde bir ışık yanıyor: Madem hiçbir şey hatırlamayacağım, vicdan azabı da çekmem!

O saatten sonra bambaşka bir adam oluyor Âgâh Bey. Soğukkanlı bir seri katile dönüşüyor. Bu cinayetleri araştıran dedektif, maktullerin hepsinin aynı kasabadan (Kambura) olduğunu yahut yollarının bir şekilde Kambura’ya düştüğünü fark ediyor. Esasen dedektif de Kamburalı. Bu sayede katil ve polis şefi arasında özel bir iletişim gelişiyor. Katil, işlediği her cinayette polis şefi Nevra’ya bir mesaj bırakıyor, Nevra da sık sık Kambura’ya giderek bu mesajın anlamını çözmeye çalışıyor.

Her bölümde tek tek verilen parçaların birleşmesi sonucu, Nevra’nın ilkokuldan arkadaşı Reyhan’ın oniki yaşından itibaren iki yıl boyunca tecavüze uğradığı ortaya çıkıyor. Üstelik tek kişinin işlediği bir suç değil bu. Kasabanın neredeyse bütün erkekleri bu işin içinde. Bu yüzden herkes susuyor. Reyhan, başına gelenleri tek tek anlattığı bir defter bırakarak intihar etmiş. Bu defter, adlî mercilere intikal etse de, hasıraltı edilmiş. Hâkimi, polisi, öğretmeni… kısaca herkes (tam elliüç kişi) bu pisliğin içinde çünkü. Hepsi, iki yıl boyunca tecavüz etmişler Reyhan’a.

Adliye memuru Âgâh Bey (seri katilimiz yani), muhtemelen kendi çıkardığı bir yangın ile Kambura adliyesinin arşivini yok ederken Reyhan’ın dosyasını “intikamı ileride alınmak üzere” bir kenara ayırmış. Bu intikam sırasında kullanacağı silah ve mermileri de (her cinayet için ayrı bir silah kullanmak gibi bir prensibi var katilimizin) adliyenin deposundan araklayıp saklamış. Çıkan yangında ‘zayiat’ yazıldığından kimse peşine düşmemiş bunların. Yıllar önce çıkan bir yangında ortadan kaybolan silahlarla öldürdüklerinin her birini, Reyhan’ın vaktiyle tuttuğu defterde bahsi geçen isimler arasından seçerek adaleti tecelli ettirmeye çalışan bir katil var karşımızda!..

Narin cinayeti bana bu diziyi hatırlattı. Bu cinayette de bir köy, toplu halde susuyor. Tıpkı Kambura gibi, Kamburalılar gibi…

Cinayette olmasa bile yardım ve yataklıkta, delillerin karartılmasında birden fazla kişinin dahli olduğu belli. Fakat hiç mi temiz, vicdanlı biri yok aralarında? Kamburadakiler gibi, hepsi mi bir köşesinden karıştı bu suça?

Şahsen, kolluk güçlerinin vakayı büyük ölçüde çözdüğünü tahmin ediyorum. Ne var ki vakayı çözmekle delillendirmek farklı şeyler. Muhtemelen bu noktada sıkıntı yaşanıyor.

Bu tıkanıklık iki şekilde aşılacak. Ya Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sındaki Raskolnikov gibi vicdanına yenik düşen biri çıkacak ve ‘Elinizde beni hapse atmaya yeterli delil olmadığını biliyorum. Fakat suçlu benim’ diye itiraf edecek yahut “mahkûmların açmazı”nı izleyeceğiz.

Mahkûmların açmazı teorisine göre, organize biçimde işlenen bir suça bulaşan herkes susarsa, kimse ceza almaz veya küçük bir cezayla dosya kapanır. Suça bulaşanlardan biri veya birkaçı indirimli ceza alma vaadiyle itirafa ikna edilirse düğüm çözülür: Ben itiraf etmesem bile suç ortağım itiraf edecek ve daha az ceza alacak. Öyleyse önce ben itiraf etmeliyim!…

Bakalım, bu düğüm çözülecek mi yahut nasıl, ne zaman çözülecek?