Ana Sayfa Blog Sayfa 430

Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru: Çekinceler ve beklentiler

Avrupa’da; Almanya, Avusturya, İsviçre, Belçika, İspanya, Rusya, Polonya, Portekiz, Makedonya, Hırvatistan, Slovenya, Macaristan, Çek ve Slovak cumhuriyetlerinde, Latin Amerika’da; Meksika, Arjantin, Brezilya ve Kolombiya’da, Uzakdoğu’da; Güney Kore’de mevcut olan ve uygulamaya devam edilen “bireysel başvuru”, ülkemizde de 12 Eylül 2010 tarih ve 5982 sayılı anayasa değişikliği kanunu ile anayasal düzenlemeye kavuşturuldu.

Bu değişiklik üzerine Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) yağmur gibi bireysel başvuruda bulunuldu. Fakat o dönemde uygulamaya ilişkin kanuni düzenleme yapılmadığı için, AYM, yapılan müracaatları işleme koymadı. Daha sonra 30 Mart 2011 tarih ve 6216 sayılı kanunla bireysel başvurunun esasları düzenlendi. Ayrıca bu kanunun geçici 1/(8.) maddesine konulan AYM, “23 Eylül 2012 tarihinden sonra kesinleşen nihai işlem ve kararlar aleyhine yapılacak bireysel başvuruları inceler” hükmü ile bireysel başvuru için ileri bir tarih belirlendi. Bu hüküm sebebiyle o tarihlerde AYM’ne yapılan bütün müracaatlar geçersiz hale geldi.

Bireysel başvuru için beklenen büyük gün geldi. Artık kişiler, 23 Eylül 2012 tarihinden sonra kesinleşen nihai işlem ve kararlar aleyhine bireysel başvuruda bulunabileceklerdir. Tabii ki kamuoyunda iyimser bekleyişler yanında bireysel başvuruya ilişkin ciddi tereddütler de mevcuttur. Önce tereddüt ve endişe kaynağı olan bazı hususlar üzerinde durmak istiyorum.

Birincisi, AYM’ne yüksek sayıda müracaat olacağı, bunun da AYM’nin çalışmalarını tıkayabileceği yönündedir. Yargıtay ve Danıştay’daki toplam dosya sayısının iki milyon civarında olduğu belirtilmektedir. Bu dosyaların belli bir kısmı muhtemelen bireysel başvuru yoluyla AYM’nin önüne gelecektir. Bunların ne kadarının bireysel başvuruya konu olacağı bilinmez ise de, muhtemeldir ki sayının bir hayli kabarık olacağı tahmin edilebilir. Yüksek sayıda müracaat beklentisinin en büyük sebebi, yargı organları tarafından verilen kararların, birçoğu sağlam ve ikna edici gerekçelere dayanmadığı için, davanın taraflarını tatmin etmemesi ve bunun neticesinde de, insanların sahip oldukları tüm hukuki başvuru haklarını sonuna kadar kullanmak istemeleridir.

ŞU ŞARTLAR OLURSA: OLUMLU SONUÇ

İkincisi, alt mahkemelerle Yargıtay ve Danıştay yanında AYM’nin de hak ve hürriyetler aleyhine ideolojik eksenli kararlar vermede ısrarcı olabilmesi ihtimalidir. Maalesef gerek AYM’nin, gerekse diğer mahkemelerin geçmiş yıllarda sergilemiş oldukları performans hiç de iç açıcı değildir. AYM’nin bireysel başvuru konusunda başarılı bir performans sergilemesi, bu Mahkemenin hak ve hürriyetler lehinde istikrarlı bir tutum izlemesine ve yetkilerini hukuk devletinin gereklerine uygunluğun sınırları içerisinde kullanmasına bağlı bulunmaktadır. Ne var ki, AYM, gerek 1982, gerekse bazı kesimlerce çok daha hürriyetçi ve liberal olduğu sıkça vurgulanan 1961 Anayasası döneminde hiç de iyi imtihan verememiştir. AYM’nin eski kararlarında benimsediği insan hakları aleyhine olacak şekilde resmi ideolojik kararlarında ısrarcı olması halinde, bireylere bir de bireysel başvuru yolunun tanınmasının hiçbir anlamı olmayacaktır. Kişilere AYM’ne bireysel başvuru yolunun açılmasının en temel gerekçesini, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) Türkiye’den yapılan müracaat sayısının azaltılması amacı teşkil etmektedir. Eğer AYM, bireysel başvuru yoluyla hak ve hürriyetlerin etkili bir şekilde korunması konusunda yeterince başarılı olmazsa, Azerbaycan örneğinde olduğu gibi, bu yol, AİHM tarafından “etkili bir başvuru yolu” olarak kabul edilmeyebilecektir. Bunun neticesinde ise, kişiler bu yola başvurma zorunluluğu olmaksızın doğrudan AİHM’ne müracaat hakkını elde edeceklerdir. Bu durum, bir ülke için bireysel başvuru mekanizmasının hiç getirilmemiş olmasından çok daha kötüdür. Diğer yandan, her ne kadar bu mekanizma, AİHM tarafından etkili bir başvuru yolu olarak kabul edilse bile, ülkemizin kronik sorunlarından birisi olan uzun dava sürelerinin AYM’nin bu denetim yolunda da kendisini göstermesi halinde, Türkiye, bu sefer de AİHM önünde uzun dava süreleri sebebiyle ihlal kararlarına maruz kalabilecektir. Bütün bunlar, ümit kırıcı gibi görünmektedir. Fakat ben bu mekanizmanın bazı şartlara bağlı olarak olumlu sonuçları olacağı kanaatindeyim. Bu iyimser beklentiler bazı ön-şartlara bağlı bulunmaktadır. Müracaatların çokluğunun AYM’nin çalışmalarını kilitleyeceği yönündeki kötümser beklenti, belki ilk başlarda bu kesimi haklı çıkarabilse de, orta ve uzun vadede ben bu sorunun aşılabileceği kanaatindeyim. Bir zamanlar 1987 ve 1989 yıllarında AİHM’ne müracaat ve yargılama yetkisinin kabul edilmesinde de benzer endişeler dile getirilmişti. Ama zamanla korkulan olmadı. Ben benzer durumun, ilerleyen yıllarda bireysel başvuru için de söz konusu olabileceğini düşünüyorum.

Burada belki de en kritik konu halka ideolojik bir deli gömleği giydirmeyi amaçlayan ve bu özelliğinden pek fazla bir şey kaybetmeyen 1982 Anayasası’nın yürürlüğünü sürdürmesidir. Bu Anayasa yerine hukuk devleti ve hak ve hürriyet eksenli yeni bir Anayasa yapılmadıkça, AYM’nin hukuk devleti ve insan hakları aleyhine kararlar verme riski varlığını devam ettirecektir. Bu vesileyle yeni Anayasa’nın yapılması hayati önemi haiz bulunmaktadır.

Diğer yandan, AYM’nin son yıllarda, hem de 1982 Anayasası yürürlüğünü sürdürdüğü bir dönemde, özellikle siyasi partiler hakkında verdiği hak ve hürriyet eksenli kararlar, bireysel başvuruya yönelik beklentileri bir nebze de olsa olumlu yöne kaydırmaktadır.

Şayet AYM’nin, değişen üye profilinin de bir yansıması neticesinde, AİHM içtihatları ile uyumlu yönde kararlar vermesi halinde, hukuk devletinin tesisi yönündeki en büyük dönüşüm o zaman gerçekleşecektir. Sirayet ve etkileşim yoluyla, başta Yargıtay ve Danıştay olmak üzere diğer Yüksek Mahkemeler ile alt mahkemeler, bu içtihatlardan olumlu yönde etkileneceklerdir. Bu etkileşim neticesinde, diğer mahkemelerce verilen kararlar tarafları tatmin edeceği için bireysel başvuru sayısı azalacaktır. Bunun neticesinde de, hem AYM’nin yükü, hem de AİHM’ye müracaat sayısı azalacaktır. Bundan herkes kazançlı çıkacaktır.

Burada bu iyimser görüşleri destekleyen AYM Başkanı Haşim Kılıç’ın konuyla ilgili sözlerinin hayata geçirilmesi için içtenlikle temennide bulunmak istiyorum.

23.09.2012

Tapuda bir gün

Yıllar önce Alper’le (Görmüş) birlikte bir alım satım işi için İstanbul’daki tapu dairelerinden birine gitmiştik.

Ortalık ana baba günüydü. Tapu dairelerinde çekilen çileyi biliyorduk. Bütün gün bekleyip satışı bitiremeden ayrılmak, ertesi günü aynı çileyi bir daha çekmek çok olağan bir durumdu. Umutsuz bir biçimde beklerken çevremizdekilerden birileri -bizi pek acemi gören birileriydi herhalde- evrakın arasına makul bir bahşiş sıkıştırmamızı tavsiye etti. Biz de biliyorduk bunu. Tapu dairelerinde işlerin böyle yürüdüğünü bütün Türkiye vatandaşları biliyordu zaten. Bilmediğimiz şey, yolu yordamıydı. Hangi aşamada, nasıl yapılacaktı bu iş; “makul”un rayici neydi?..

Sağ olsunlar bilgilendirdiler. Biz de öyle yaptık… Ama gelin görün ki, işimizi gören memur bizim gazeteci olduğumuzu çıkarıverdi. Birden telaşlandı, muhtemelen gazeteci tuzağı sandı. Evrak tomarının arasındaki parayı ortaya çıkarıp yüksek sesle azarladı bizi: “Bu da ne böyle; siz beni ne sanıyorsunuz?”
Tabii yerin dibine girdik…

Sürpriz!

Önceki gün yine tapudaydım. Bodrum Tapu Dairesi’nde. Hani şu 2010’da basına da yansıyan rüşvet skandalının yaşandığı yerde…

Bodrum Tapu Müdürlüğü’nün Türkiye’nin iş hacmi en yüksek müdürlüklerinden biri olduğunu biliyorduk. Kendimizi korkunç bir güne hazırlayarak gitmiştik. Ama az rastlanır güzel bir sürprizle karşılaştık. Girişte, hiç bekletmeden evraklarımızı kontrol ederek teslim aldılar.
“Tamam” dediler “Gidebilirsiniz…”
“Nereye” dedik.

“İstediğiniz yere” dediler. “Az sonra size işleminizin başladığı dosya numaranızla birlikte bir SMS’le bildirilecek. İşlem hazırlandıktan sonra ise ikinci bir SMS’le tapu harcını bankaya yatırmanız istenecek ve bir randevu saati verilecek.” 
“Peki ne kadar harç yatıracağız?”

“Tapu harcı bilgileri Ziraat Bankası’na online olarak iletileceği için size orada söyleyecekler.”
Gerçekten de dedikleri gibi oldu. Oturduğumuz kafede daha çayımızı yeni bitirmiştik ki birinci SMS geldi. İki saat kadar sonra da Ziraat Bankası’na başvuru için gereken işlem numaramızı ve randevu saatimizi bildiren ikinci SMS… Randevumuz saat 13.30’daydı. Saat 14.00’te bütün işimiz bitmişti.

Mesele sadece bir sistem kurmak

İşin sırrını sonradan öğrendik. Meğerse Bodrum Tapu Müdürlüğü’nde temmuz ayı başında yeni bir sistem uygulamaya konmuş.

Sistemin birinci amacı, insanları kapı önüne yığıp ve orada saatlerce bekletmek yerine serbest bırakıp SMS’le yönlendirmek; ikincisi ise işlemi yapan memurla iş sahibini hiçbir şekilde yüz yüze getirmeyerek bahşişi, rüşveti, torpili önlemek ve iş takipçilerini aradan çıkarmak.

Bu sistemle ne işlemi yapan memur kimin işlemini yaptığını biliyor ne de işi yapılanın memura herhangi bir şey teklif etme imkanı oluyor; çünkü hiç karşılaşmıyor. İşler de tıkır tıkır ve hızlı bir şekilde yürüyor. Ve böylece halk dilinde “tapularda sürünmek” denen işkence de son bulmuş oluyor.

Ve tabii, insanın aklına hemen “Madem bu kadar kolaydı da şimdiye kadar neden yapılmadı” sorusu geliyor. Böyle bir sistem kurmak neden daha önce gelmedi devletin aklına?

Sistemi kuracak akıllı adamlar her zaman vardı. Ama sistem kurma ihtiyacı yoktu. O akıllı adamlara vatandaşın işini kolaylaştıracak bir sistem kur diyen kimse yoktu. Çünkü devlet insanların saatler ve hatta günler boyu kapısında beklemesinde bir beis görmüyordu. Vatandaş dediğin, devlet kapısında beklemek için yaratılmıştı. Hatta ne kadar beklerse, o kadar burnu sürtülür, devletin yüceliğini ve erişilmezliğini o kadar iyi anlardı. Ayrıca, o çaresiz bekleyişten yararlanıp üç beş kuruşunu tırtıklamak da hiç fena olmuyordu.

Sanırım devreye giren bu SMS’li sistemlerin arka planında teknolojik bir değişiklikten çok zihniyet değişimi yatıyor. Devletin yavaş yavaş da olsa “vatandaş velinimetimizdir” anlayışına doğru evrilmesiyle; ulu katlardan inip bir hizmet örgütü gibi davranmaya başlamasıyla birlikte aslında hep mümkün olan yaratıcı çözümler devreye girebiliyor.

O zaman da bize böyle takdir yazıları yazmak düşüyor.

Bugün, 21.09.2012

7 adımda çözüm planı

Yıldıray Oğur Taraf’taki köşesinde PKK sorununun 1 yıllık bir süre içinde çözümü için 7 maddelik bir yol haritası açıkladı.

Formül, 1998-2004 arasındaki ateşkesin arabulucularından olan İlhami Işık’a (Balıkçı) aitmiş. Ben de dikkatle okudum. Ölenlerin arkasından ağlamanın ya da hedefsiz “şiddete son” çağrıları yapmanın hiçbir derde çare olmadığı düşünülürse, böyle somut çözüm önerileri üzerinde tartışmak ya da yeni çözüm paketleriyle ortaya çıkmak çok daha anlamlı.

Evet, zaman herkesin çözüm önerisini ortaya koyma zamanı…
Mademki “Balıkçı” kendi önerisini koymuş ortaya, bize de planın şansı konusunda düşündüklerimizi söylemek düşer.
Sıralanan maddelerin 5 tanesi Meclis’in ve hükümetin, 2 tanesi de PKK’nın atması gereken adımları içeriyor.

Önce hükümetinkilere bakalım 

1) Meclis açılır açılmaz Meclis’teki partilerin yeni anayasada vatandaşlık tanımı konusunda tam mutabakat sağlandığıyla ilgili ortak bir deklarasyon yayınlaması. MHP böyle bir deklarasyona katılmayacaktır ama AK Parti, CHP ve BDP’nin imzaları yeter.

Oğur’un da belirttiği gibi, Anayasa’nın vatandaşlığı düzenleyen 66. maddesinde Türklük kelimesi yerine Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı kelimesinin geçmesi konusunda zaten AK Parti, BDP ve son dönemde CHP hemfikir olduğuna göre, bu gerçekleşmesi pekâlâ mümkün bir adım.

2) Hemen ardından hükümetin, şiddete bulaşmışlar dışındaki tutuklular için Ceza Kanunu’nda değişiklik yapılacağını ilan etmesi.
Ben bunun da zemini hazır bir adım olduğunu düşünüyorum. Yıllardır kan ve gözyaşında boğulan bu toplum, yeni anayasayla birlikte yeni bir sayfa açma konusunda hazır ve affedici bir ruh hali içinde olacaktır. Zaten iktidarın da daha önce bu yönde zemin hazırlayıcı açıklamaları olmuştu.

3) Hükümetin Avrupa Yerel Yönetimler Şartı’ndaki çekincenin kaldırıldığını duyurması.
Aslında, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi Türkiye açısından vakti çoktan gelmiş, hatta geçmiş bir reform. Bu büyüklükte bir ülkeye bir zamanlar biçilmiş olan idari yapının artık çok dar geldiğini yıllardır söyleyip duruyoruz. Ayrıca, böyle bir reformun Kürtler’le gönüllü bir birlik içinde bir arada yaşayabilmek için önemli bir araç olabileceğini düşünen çok geniş bir kesim var. AK Parti’nin zaten daha önce hazırlanmış bir reform taslağı var. CHP de Avrupa Yerel Yönetimler Şartı’nı desteklediğini söylüyor. İki partinin birleşip bu reformu çıkarması işten bile değil.

4) Hükümetin, anadilde eğitimin 2018 yılında yürürlülüğe gireceğini ilan etmesi. O tarihe kadar da bu konuda yetkin öğretmenler yetişmesi.
AK Parti şu anda “anadilde eğitim” hakkını tanımak noktasından oldukça uzak duruyor. Bu adım iktidar için atılması en güç adım gibi görünmekle birlikte, sorunun çözümünün önündeki tek engel haline geldiği takdirde atılması imkansız değil.

5) Ve nihayet 2013’te Öcalan’ın ev hapsine çıkarılması.
Öcalan’a ev hapsi seçeneğinin, daha şimdiden AK Parti’nin önde gelen bazı isimleri tarafından telaffuz edildiğini düşünürsek, bu adımın da mümkün olduğunu söyleyebiliriz.

Ya PKK’ya düşenler?

Balıkçı’nın planında, Meclis ve hükümet 1, 2 ve 3’üncü adımları attıktan sonra PKK’nın da şartsız olarak silahlı mücadeleyi bitirdiğini açıklaması. (Burada istenen silahları teslim etmek, teslim olmak da değil, siyasi olarak silahlı mücadeleden vazgeçtiğini açıklamak.) 4 ve 5’inci adımlardan sonra da PKK’nın tüm güçlerini sınır dışına çekmesi öngörülüyor.

İşte problem de burada başlıyor.

Zira ben vatandaşlık tanımı değişti, yerel yönetim reformu çıkarıldı, anadilde eğitim hakkı verildi diye hatta şiddete bulaşmayanlara kısmi af çıkarıldı diye PKK’nın herhangi bir adım atacağına inanmıyorum. Eğer atsalardı, bundan önceki reformlardan sonra atarlardı. Tam tersine, yapılan reformlardan hiç hoşlanmadıklarını ve terörü gitgide şiddetlendirdiklerini gördük.

PKK’nın çözümden anladığı tek şey, bölge yönetiminin kendisine verilmesi. “Demokratik özerklik” adı altında Güneydoğu’da PKK’nın iktidarda olduğu bir devletçik kurulması… Statü deyip durdukları bu… Ve bunun dışında hiçbir “adım” kesmiyor terör örgütünü. Zaten bunu da açıkça ifade ediyor; Avrupa Yerel Yönetimler Şartı bize yetmez diyor.

Peki o zaman Meclis kendisine düşen adımları atmamalı mı?

Tam tersine hükümet bu adımları bir an önce atmalı. PKK’yı çözüme razı etmek için değil, Kürt vatandaşlara karşı borcu olduğu için, tek taraflı olarak atmalı.

Atılan bu adımlar dolaylı olarak PKK’yı zayıflatacak; kitle temelini daha da erozyona uğratacaktır. Ama hayal kurmamalı, bu adımların PKK’yı bitirmeyeceğini ancak marjinalleştireceğini de görmeliyiz.

Bugün, 21.09.2012

Mesele dershaneler değil, devlet

“Devlet yakın tarihimizde hiç bu kadar muktedir olmamıştı” sözü durduk yere söylenmedi. Bugün iktidar, vesayet dönemlerinde ikiye ayırdığımız, birine ‘devlet’ ötekine ”hükümet’ dediğimiz güç unsurlarını birleştirdi.

 

Devletle hükümetin izdivacından devasa bir güç doğdu. Topluma, ekonomiye, siyasete mutlak hakim olan bir güç… Önümüzdeki günlerde herkesin kafa yorması gereken soru bence şu; böyle bir güç temerküzünün oluştuğu bir ülkede nasıl özgür kalınır?

Birine ‘sen işine bak’, ötekine ‘sen kim oluyorsun’ demek, dershanecileri ‘para tatlı geliyor’ diye azarlamak güç algısıyla alakalı; biraz da kendinizi devletin ‘hakiki sahibi’ görmekle…

Böyle bir psikolojiyle ‘dershaneleri kapatıyoruz, kapattık’ demek yetiyor kapatmak için. “İyi de neden, o kurumlar zaten devletin değil vatandaşın özel işletmeleri; onlar sorun değil devletin çözemediği bir soruna piyasanın yarattığı bir çözüm.” itirazlarının hiçbir anlamı, karşılığı yok. Güç ‘onda’ ve o da kapatmak istiyor, bu kadar basit…

Gülay Göktürk boşa izah etmeye çalışsın durumu; “İhtiyaç ortadan kalkmadıkça siz dershaneleri kapatırsanız, bu defa özel ders piyasası patlar. Üstelik de o piyasa, kollamaya çalıştığınız o yoksul ailelerin asla ulaşamayacağı bir piyasa olur. Bugün Anadolu’nun en ücra köşesine kadar yaygınlaşmış dershane ağı sayesinde bir ölçüde sağlanmış olan fırsat eşitliğini de tarumar etmiş olursunuz.”

Dershaneler kalkacak, çünkü üniversite sınavsız olacakmış. Bunun nasıl olacağını bilmiyoruz, kimsenin de bildiğini sanmıyorum. Adaletinden kuşku duyulmayan ve kırk yıldır da iyi kötü işleyen bir sistemi popülizm veya inat uğruna içinden çıkılmaz bir hale getirmek işten bile değil. İnsanların emeğine ve tercihine devlet saygı duymak zorunda. Saygı duymak zorunda olduğu bir diğer şey de teşebbüs özgürlüğü.

Yani olayın bir de dershane işletmecileri ve piyasa tarafı var. Öncelikle sorulması gereken soru şu; ‘devlet nasıl kendisine ait olmayan, vatandaşlarına ait özel işletmeleri nasıl kapatabilir ki? Liberal akademisyen Atilla Yayla’nın dediği gibi, ‘devlet kapatacaksa dershaneleri değil okulları kapatsın’. Kazancının vergisini vermek koşuluyla toplumun ek eğitim talebine karşılık verecek kuruluşlar elbette olacaktır. Bunu yasaklasanız bile engelleyemezsiniz. Tevhid-i Tedrisat Yasası en koyu Kemalist dönemlerde bile eğitimde devleti bu denli ‘tekelleştirmeye’ kalkışmadı.

Ama biliyoruz ki sonuçta devlet ‘zor kullanma tekeli’ olan bir şey. Dershaneleri de kapatıp yasaklayabilir tabii, eğer memleketin ekonomik rejiminin adı piyasa ekonomisi değil de ‘kumanda ekonomisi’ ise. Bildiğim kadarıyla bu, vesayet rejimi döneminde sıkça eleştirdiğimiz ulusalcı solcuların ekonomi modeliydi.

İbrahim Öztürk söylenecekleri söylemiş;

‘Hani Türkiye’de bir serbest piyasa ekonomisi, girişimcilik özgürlüğü vardı! Birileri şartlarına uyarak ‘isteyene bilgi satmak’ istiyorsa, birileri de gelip bu hizmeti satın almak istiyorsa, buna engel olmaya kalkmak neyin nesi? Buna göre ‘Halk Ekmek’e rakip oluyor diye fırınlar, TOKİ’ye rakip diye inşaat firmaları da kapatılsın. Öyle mi?’

Projenin sahipleri kapatacakları dershanelere bir de öneride bulunuyor; ‘Özel okullara dönsünler, biz de onlardan hizmet satın alalım’. Süper fikir, eğer özel okulları da devlet tarafından finanse edilen, dolayısıyla kendi ayakları üzerine duramayan, devlete ve iktidara muhtaç hale getirmekse niyetiniz. Bu projenin gözden kaçan en önemli yanı bence bu.

Dershaneler özel girişimler. Başarılı olan, piyasada tutulur ve kazanır. Devlete, devletin teşvikine, alacağı hizmete ihtiyaçları olmaz. İşte kendi kendine yeten ‘özel kurumları’ kapatıp okul yaptığınızda bunları ‘devlete-hükümete muhtaç’ hale getireceksiniz. Piyasa aktörleri hükümet kapısında teşvik, destek arayan, bağımlı, besleme ekonomik aktörlere dönüşecek.

Sivilliği önemsediğini düşündüğümüz bir hükümet döneminde sivil alan işte böyle ‘devletin şefkatli kollarına düşürülecek. Yani mesele dershaneler değil devlet; dershaneleri yasaklayan bir devletin ‘nasıl bir devlet’ olacağı.

Zaman, 21.09.2012

Kimin Suriye politikası yanlış?

0

Hükümetin Suriye politikasına yönelik eleştiriler birçok kesimden geliyor: CHP’den, Kemalist köşe yazarlarından, nasyonal sosyalistlerden ve asla liberalim demiş olmayan ama, ne hikmetse, sık sık “liberal” olduğu söylenen akademisyen ve gazetecilerden.

Suriye’de diktatörlük rejimine muhalefet eden ve ordunun katliamlarından kendilerini ve akrabalarını korumaya çalışan silahlı güçleri (Hür Suriye Ordusu’nu) ve canlarını kurtarmak için evlerinden kaçıp çadırlarda zor şartlarda yaşamaya çalışan zavallı mültecileri “terörist” diye adlandıran; Suriye’de, hiçbir problem yokken, bize hiç yabancı gelmeyen bir söylemle, “dış emperyalist” güçlerin komplolar tezgâhladığını iddia eden çevreleri ciddiye almak, hem zaman ve düşünce israfı yapmak hem de bu tuhaf kimselere hak etmedikleri seviyede ilgi göstermek anlamına gelir. Bu yüzden, onları bir yana bırakalım. CHP etrafında yoğunlaşan veya CHP çizgisiyle paralel düşen eleştiriler üzerinde odaklanalım.

CHP lideri, Başbakan’a hitap ederek mealen diyor ki, “İki sene önce neredeyse ‘kanka’ olduğumuz Esed ile, ne değişti ki, kanlı bıçaklı oldunuz?” Tuhaf, ancak dünyayla temasını kaybetmiş bir kimseden gelirse şaşırtıcı olmayacak bir soru. En iyisi bu soruya yine karşı sorularla cevap vermek. Son iki senede Suriye’de hiçbir şey olmadı, hiçbir olay yaşanmadı, hiçbir şey değişmedi mi? CHP bugünkü Suriye ile iki yıl önceki Suriye’de her şeyin tıpkısının aynısı olduğunu mu düşünüyor? Başbakan ve hükümet anlatamıyor veya siyasî hasımlık yüzünden sözleri dinlenmiyor olabilir. Öyleyse, bir sade vatandaş olarak ben söyleyeyim. İki sene önce değişme, demokratikleşme, despotizmi gevşetme sinyalleri veren, bu istikamette vaatlerde bulunan, siyaset bilimi terminolojisiyle istikrarlı bir otoriter siyasî sistem vardı. Sistem hem bir ölçüde halkın dolaylı (pasif) rızasına sahipti hem de potansiyel muhalefeti, baskı ve yıldırmayla, daha açık söylersek, polis devleti yöntemleriyle gözünü açamayacak ve asla sesini yükseltemeyecek derecede sindirmişti. Arap Baharı kaçınılmaz olarak bu ülkeyi de etkiledi. Kafalarında umutlar yeşeren geniş halk kitleleri büyük, barışçıl sokak gösterileriyle rejimin açılmasını, demokratikleşmesini, siyasi katılma haklarının verilmesini ve demokratik özgürlüklerin tanınmasını istedi. Esed rejimi inandırıcı bir takvim açıklayıp hemen adımlar atmaya başlamak yerine bu gösterileri silahla bastırmaya çalıştı. İşlettiği her cinayet muhalefeti artırdı ve sonunda muhalif kitleler on yıllar içinde zihinlerinde kurulmuş olan korku barajlarını yıktı. Olan bu ve özü itibarıyla ne Türkiye hükümetinin ne de bir başka hükümetin eseri. Suriye halkının kendi bekleyişlerinin ve tavırlarının sonucu.

CHP ve ona paralel yollarda koşanlar soruyor: Türkiye niçin tarafsız kalmadı? Neden bu kadar müdahil oldu? Neden silahlı eylem yapmış olma şüphesi bulunan mültecileri kabul etti? Yoksa hükümet mezhepçilik mi yapıyor? Yine aynı yöntemle, sorularla devam edeyim: Türkiye niçin tarafsız kalsın? Bir komşu rejim halkını katlediyorsa, Türkiye’ye düşen, her türlü insanî endişeyi göz ardı edip, realist dış politika adına vahşete göz yummak mıdır? Türkiye’nin millî menfaatleri nelerdir? Onları tanımlama yetkisine kim sahiptir? Bugün millî menfaat denilecek şeyin yarın millî zarara dönüşmemesinin garantisi var mıdır? Türkiye en uzun kara sınırını paylaştığı komşusundaki problemlere kayıtsız kalabilir, bu problemlerin yansımalarından etkilenmeden yaşamaya devam edebilir mi? Hayatlarını kurtarmak için sınırlarımıza dayanan, Türkiye’ye sığınan mültecilere kapılarını kapatabilir mi? Bunu yaparsa dünyada nasıl muamele görür? Böyle bir davranışı hangi ahlâkî ilke ile izah edebilir ve haklılaştırabilir?

Hükümetin mezhepçi bir politika izleyip izlemediği konusunda hassas olmak gayet yerinde bir tavır. Hükümeti böyle bir hata yapmaması için sürekli gözetim altında tutmak lâzım. Ne var ki, bu tür iddialar spekülasyondan ibaret kalmamalı, somut delillere dayandırılmalı. Nerede bu deliller? Hükümet Kaddafi’ye, Bin Ali’ye ve Hüsnü Mübarek’e de cephe almıştı. Mezhepçi dış politika izliyorsa tam tersini yapması gerekmez miydi? Hükümetin Suriye politikası değil, CHP’nin Suriye politikası yanlış olmasın? CHP genel başkanı ve partinin önde gelenleri niçin Baas rejimini ve katliamlarını açıkça eleştiremiyor? Yarım ağızla, ne anlama geldiği belli olmayan şeyler söylemekle yetiniyor? Yoksa CHP’nin Baas zihniyetiyle tarihsel ve güncel bağları mı var? Silahlı bir azınlığın silahsız çoğunluğa tahakkümü CHP’nin klasik ideolojisinin özü olmasın? Ya CHP’lilerin mülteciler aleyhine faaliyetlerine ne demeli? Dünyanın en kırılgan insanları olan mültecileri şeytanlaştırmak, onlara karşı kampanyalar düzenlemek doğru bir davranış mı? CHP iktidarda olsaydı mültecileri sınır dışında mı tutacaktı? CHP’lilerin Hatay’da kapı kapı dolaşıp halka “mültecilere kiralık ev vermeyin” çağrısı yapması hangi insanî değerle uyuşur? Nasyonal sosyalistlerin peşine takılarak mazlum ve mağdur insanlara karşı gösteri yapmak, Allah’ın adıyla Esed’in adını aynı seviyede ululayan sloganlara katılmak CHP’ye yakışıyor mu? Daha doğrusu CHP yönetimi bunu partiye yakıştırıyor mu?

Bir ülkenin “soft” gücünün “hard” gücünden daha önemli ve fonksiyonel olduğu, millî çıkarlara daha çok hizmet ettiği, bir sürü örnekle kanıtlandı. Türkiye hükümeti, Suriye vakasında doğru yerde duruyor. Hem aklın hem vicdanın gösterdiği istikamette hareket ediyor. Hükümetin detaylarda ve teknik meselelerde ne kadar başarılı olduğu tartışılır. Muhakkak ki eksikleri ve hataları vardır, olacaktır. Ama, izlediği politika genel olarak doğru. Suriye’de sorun eninde sonunda, umarım çok uzak olmayan bir gelecekte, çözülecek ve yeni bir Suriye doğacak. Bu ülkenin eskiye dönmesi artık imkânsız. Yeni Suriye veya yeni bölge haritası ortaya çıktığında, Türkiye doğru olanı yapmış olmanın haklı gururunu da taşıyacak, avantajlarından da yararlanacak. Bence hükümet asla tek başına, uluslararası toplumun ortak hareket etmediği bir askerî operasyona girişmeden, kapımızdaki insanlık dramına merhem olmak ve vahşet rejimini zayıflatmak için siyasî ve diplomatik yollarla elinden geleni yapmalı. CHP’ye gelince… Suriye politikası asıl yanlış, gayri insanî ve millî menfaatlere aykırı olan, bu yüzden tavrını gözden geçirip düzeltmesi gereken CHP. Umarım, CHP liderliği, hatasını düzeltecek feraset ve cesarete sahip olur ve Menderes’in kabrini ziyaret ederek yaptığı gibi, bizi şaşırtır.

Zaman, 21.09.2012

“Küçük Güzeldir” ama “Büyükşehir daha güzeldir!”

0

E. F. Schumacher’in “Küçük Güzeldir” başlıklı bir kitabı var. Yazar, ölçek olarak küçük olana övgü yağdırır bu kitabında. Ama gerçek hayatta kimse küçük olana itibar etmez. Çocuk bile dilinin bağı çözülür çözülmez hep büyüdüğünü söyler durur. “Büyük” şehir olmanın da bu türden Freudyen bir temeli var, belki de. Zira soracak olsanız, hemen her belediye büyükşehir olmak isteyecektir.

***

Türkiye’de Ankara’nın başkent olmasıyla başlayan ama 1950’li yıllardan itibaren artan bir şehirleşme sürecinden söz edilebilir. Şehirleşme biçimimizin en ayırt edici yanlarından biri de, hiç kuşkusuz, bazı şehirlerin diğerlerinden daha büyük şehirler olarak gelişme göstermiş olmasıdır. Nitekim bu eğilim fark edilmiş, 1984 yılından itibaren büyükşehirler için ayrı bir yönetim biçimi öngörülmüştür. İlk başta 3 olan büyükşehir sayısı, değişik tarihlerde yapılan düzenlemelerle artırılmış, 16’ya çıkmıştır.

Adalet ve Kalkınma Partisi, 2011 seçimlerine giderken daha önce kendisinin çıkarmış olduğu Büyükşehir Belediyesi Kanunu’nda değişikliğe gideceğini vaat etmiş, en kısa zamanda, il nüfusu 750.000’i geçen illerde de büyükşehir belediyesi kuracaklarını belirtmiştir. Şimdilerde ise –basına yansıyan bilgiler doğru ise- bu vaadin gerçekleştirilmesinin hazırlıkları yapılmakta ve önümüzdeki yasama döneminde yeni büyükşehirlerin kurulması gündemdedir. Basına yansıyan bilgilerden hareketle, yeni düzenlemeyle 13 ilde daha büyükşehir kurulabileceği söylenebilir.

***

Peki, bir şehir büyükşehir olmayı niçin ister? Bunun pek çok sebebi var. Ama galiba “büyük” sıfatı, büyükşehir belediyesi olmanın en önemli gerekçesi. Düşünsenize, artık, A Belediyesi Başkanı değil de A Büyükşehir Belediyesi Başkanı oluyorsunuz. Bu, büyükşehir olmanın psikolojik gerekçesi.

Büyükşehir olmanın ekonomik gerekçelerinden de söz edilebilir. Örneğin, her belediyenin bir araç parkının olması anlamlı olmayabilir. Onun yerine, geniş bir araç parkından büyükşehir bünyesindeki bütün belediyeler yararlandırılabilir. Buna biz, ölçek ekonomisi diyoruz.

Büyükşehir olmanın siyasetle ilgili gerekçelerinden de söz edilebilir. Bu kararın iktidar açısından önemi var; zira bir yeri büyükşehir statüsüne sokmak, o iktidar açısından oy getiren bir karar olabilecek potansiyele sahiptir. Buna genellikle diğer partiler de karşı çıkamazlar; zira muhalefet de, o yerin büyükşehir olmasını engelleyen konumuna düşmek istemeyecektir.

İşin maliyeyle ilgili bir yanı da bulunmaktadır. Bugünkü mahalli idareler mali sisteminde büyükşehirler, gelir kaynakları bakımından, diğer belediyelere göre daha avantajlı durumdadır. Bu, daha önce yapmakta zorlanabileceğiniz pek çok hizmeti yapabileceğiniz anlamına gelir.

Büyükşehir belediyeleri, plânlama disiplini açısından da önem arz eder. Zira bugünkü imar düzenibakımından, her bir belediye kendi imar düzenini oluşturabilmektedir. Bu da yan yana duran iki belediyede çok farklı imar haklarının verilmesi anlamına gelebilmektedir. Büyükşehir belediyesi, kendi sınırları içindeki yerleşim yerlerine bir bütün olarak bakabilme imkânına sahiptir. Bu da büyükşehir sınırlarında tek bir imar düzeninin olmasına fırsat verecektir.

***

Ak Partinin yeni büyükşehir belediyeleri oluşturması büyüyen şehirlerimizin sorunları çözmeye yeter mi? Bu soruya “Evet çözer” diyerek cevap vermek kolay değil. Gerçi, kamuoyuna yansıyan bilgiler doğruysa, iktidar, büyükşehir belediyelerine çok geniş yetkiler aktarmayı da vaat ediyor. Ama ben yine de büyükşehir belediyelerine aktarılacak bu yetkilerde “merkeziyetçilik” hastalığımızdan kurtulamadığımızı gösteren kılçık düzenlemelerin yer alabileceğini kanaatini taşıyorum. Yani demem o ki, merkez, merkezin dışındaki yönetim birimlerine güvenmemeye devam eder. Niçin mi? İki sebepten dolayı:

Bir:Terör olaylarının tırmandığı bir dönemde bu türden bir düzenlemeyi yapıyorsanız, bu dediğim merkeziyetçi refleksin daha da yüksek olacağını tahmin etmek zor olmasa gerekir.

İki:Ak Parti, iktidara geldiği ilk yıllardaki kadar yerinden yönetim yanlısı değil artık. Kanaatim şu: Ak Parti o zamanlar yerel yönetimlerde güçlüydü. Merkezi idarede ise sadece iktidardı, muktedir değildi. Şimdi ise merkezi idare hem iktidar hem de muktedir. Bu yüzden, büyük bir ihtimalle merkeziyetçi refleksi yüksek bir düzenleme yapılacaktır. Bunun kanıtı, son yıllarda Çevre ve Şehircilik Bakanlığına aktarılan yetkilerdir.

***

Peki, Türkiye’nin şehirlerini Ankara’dan yönetmek ne kadar mümkün? Bu soru, yeni bir soru değil, aslında. Osmanlı Devletinin son dönemlerinde de İstanbul’un örneğin Bolu’ya bile yetişemediği belirtilerek adem-i merkeziyetçi (yerinden yönetimci) bir anlayışla ülkenin yönetilmesi gerektiği belirtilmiştir. O zaman da, bugün de, bu türden beklentilere “bölünme korkusu”yla karşı çıkılmıştır. Kanaatim o ki, yeni düzenleme de “bölünme korkusu”nun gölgesinde çıkacaktır. Dolayısıyla “dağ fare doğurdu” tarzında bir düzenleme çıkabilir.

Yeni düzenleme, 13 şehrin “büyük” şehir olmasına ve buralardaki yerel idarecilerin biraz şişinmesine katkı sağlamaktan öte bir amaca hizmet edemeyebilir.

Tersi olursa ne olur? Yanılmış olurum. İyi de olur.

Rotahaber, 21.09.2012

Muhafazakâr hegemonyaya doğru mu?

 

Son günlerde hükümet çevresinden ve bürokrasiden gelen bazı işaretler iktidar partisinin muhafazakâr otoriteryenizme doğru gittiği suçlamasında haklılık payı olduğu kanaatini yaygınlaştırıyor. Eğer bu yargı doğruysa, bunun sadece kategorik AKP karşıtlarını değil, AKP iktidarının Türkiye’nin demokratik dönüşümüne yaptığı katkıyı takdir etmekte şimdiye kadar bir beis görmemiş olan -liberali, solcusu ve muhafazakârıyla- bütün demokratları endişeye sevk etmesi gerekir.

Önce şunu teslim edelim: Muhafazakâr bir tabana dayanan ve kimliğinde dini-muhafazakâr değerlerin öncelikli yer tuttuğu bir partinin iktidarında muhafazakârlığın görünürlüğünün artacağı ve bunun kamu alanına da yansıyacağı tabiidir. Böyle bir iktidar döneminde yer yer muhafazakâr değerleri referans alan toplumsal-kültürel baskıların ortaya çıkması da beklenebilir.

Ancak, temel hakların genel hukuki rejiminde bir kısıtlamaya yol açmaması ve “muhafazakâr şiddet”i teşvik etmemesi kaydıyla, bu durumun demokrasi bakımından itiraz edilecek bir yanı olmasa gerektir. Çünkü, bu sınırlar içinde kalması halinde, yarışmacı-demokratik bir sistemde bu gibi dönemler geçici ve değişken olacaktır. Ayrıca, ifade ve örgütlenme özgürlükleri bu muhafazakâr “hegemonya”yı dengelemek ve toplumun çoğulcu yapısını korumak bakımından işlevsel olacaktır.

Bugün karşı karşıya olduğumuz mesele, halihazırdaki siyasi durumun bu sınırları aşmış olup olmadığıdır. Son günlerde olanları hatırlayalım: “Milli ve manevi değerler”le bağdaşmaz bulunan bir televizyon dizisine RTÜK’ten uyarı cezası geliyor, içki tüketimini neredeyse “içki yasağı” olarak yorumlanabilecek katı kurallara bağlayan idari düzenleme yapılıyor, Başbakan beğenmediği bir sanat eserinin yıkılması emrini veriyor. Bir de bunun daha geniş bir arka planı var: Başbakan Arap dünyasında “sultan” muamelesi görmekten hoşnut duruyor, kendisine “mümtaz şahsiyet” ödülü verenlerin önünde İslâm dünyasının “kendisine yeter” olduğunu söylüyor ve buralardaki konuşmalarında doğruluk ve adaletin referansları hep İslâm oluyor.

Ben şahsen halihazırda muhafazakâr-otoriteryen bir rejim altında olduğumuz kanaatinde değilsem de, bu durumu rahatsız edici buluyorum. Çünkü, bu görüntü, kendisini “rahat” hissetmesi halinde AKP iktidarının muhafazakâr-otoriteryenizm yönünde adımlar atmaya istekli olduğunu gösteriyor. Türkiye’nin siyasi sistemini liberalleştirmek ve demokratikleştirmek yönünde hatırı sayılır adımlar atmış olan bir partiye böyle bir isnatta bulunmanın tutarsız ve haksız olduğu söylenebilirse de, sanıyorum ki bu konuda tutarlı bir açıklama yapılabilir.

Şöyle ki: AKP iktidarının AB referanslı liberal-demokratik açılımlarının, kendi muhafazakâr tabanını genel bir özgürlükler rejimi içinde rahatlatma saikiyle yakın bir ilişkisi var. Bunu, hükümetin geniş dindar-muhafazakâr kesimleri özgürleştirme ve sistemin eşit ve katılımcı özneleri haline getirme çabasında bir yanlışlık gördüğümden söylemiyorum. Sorun, AKP’nin kendi tabanının muhafazakâr değerlerini bütün toplum için “normal” olan gibi algıladığı izlenimi de vermesinden kaynaklanıyor.

Bu algıyı, özellikle Başbakanın demokrasiyi “çoğunluğun iradesi”yle özdeşleştirme eğilimiyle birleştirirseniz, ortaya çıkacak “Türkiye tasavvuru”nun nasıl bir şey olacağını kestirebilirsiniz. Böyle bir tasavvurun sözde demokratik meşruluğunun, onun arkasındaki çoğunluğun mümkün olduğunca genişlemesine de bağlı olduğu gerçeği, Başbakanın seçmen tabanını % 50’nin üstüne çıkarma projesini de daha anlamlı kılabilir.

Neyse ki, Türkiye’nin iyi-kötü çoğulcu yapısı ve uluslar arası bağlantıları, bunu AKP önderliğinin “gönlünde yatan” bir tasavvur olarak kalmaya mahkûm ediyor.

Star Gazetesi, 15 Ocak 2011

 

Sahiden de ortada konuşulmayan bir şey var

Aysel Tuğluk’a baktığımda, adeta 70’li yılların siyasetinden zamanımıza ışınlanmış bir figür görüyorum. Haklılığını her şeyi açıklama gücüne sahip teorisinden alan kesin inançlı bir fanatiğin zamanını şaşırıp günümüze düşmüş görüntüsü bu.

Ama ne yazık ki gerçek.

Ve devletin kirli sicili, ona 70’li yılların Türk solunun hep hayalini kurup hiç sahip olamadığı bir “nimet” bağışlamış; geniş bir kitleye dayanma gücü vermiş.

Tam da bu yüzden, onun hep haklı, hep mağdur, haklılığını mağduriyetinden alan, hayatın sırrını çözmüş bir teorisyen edasıyla, kısa ve kesin hüküm cümleleriyle söylediklerini, bir totaliterin siyaset okumaları olarak tanımlayıp bir kenara koyamıyoruz.

Yıldıray Oğur’a yazdığı açık mektup, Spinoza’yla bezenmiş olsa da, enikonu diğer bütün milliyetçilikler kadar coşkulu ve yine onlar kadar bayağı bir perspektif ve dili ifade ediyor. Ve sorunun hala çözülememiş olmasında Kürt milliyetçilerinin payına dair ipuçları veriyor.

“PKK, son ferdine kadar direnir, savaşır ama teslim olmaz” diyor Tuğluk. Aslında “son neferine kadar Türk vatanının her karışını…” söylemini tekrarlıyor “tespit”inde.

“PKK’nin kullandığı şiddet” Tuğluk’a göre “politik karşı şiddet”miş. Böyle bir kavram olur mu, şiddet varsa orada politika kalır mı, Arendt neden “siyasal şiddet bir oksimorondur” demiş, burada o tartışmalara girmeyelim. Ama söyler misiniz, yola mayın döşemeyi, asker, polis ve sivil siyasetçi öldürmeyi “politik şiddet” sayacaksak, JİTEM’in yargısız infazlarını da “devlet terörü” yerine aynı sempatik “politik şiddet” kavramının içine koyacak mıyız?

Yoksa, ister devlet tarafından işlensin ister PKK, cinayete cinayet mi diyeceğiz?

***

“Ezenin şiddetiyle ezilenin şiddetini aynı kefeye koyup değerlendiremeyiz” diyor Tuğluk. Sahi nedir bu ayrımın hikmeti? Şiddetin meşruluğunun temel kriteri bu mudur, yoksa “ezen”i ve “ezilen”i aşan daha üstün başka bazı değerler mi? Örneğin evrensel hukuk, adalet ve insan hakları mı? Neden Uluslararası Af Örgütü gibi insan hakları örgütleri, Tuğluk’tan farklı olarak, muhalif silahlı gruplardan gelen insan hakları ihlallerini de aynı şekilde mahkum ediyorlar da “ama onlar ezilen, onlarınki mubahtır” demiyorlar?

Tuğluk, PKK’nın yürüttüğü şiddeti ulusal ve politik olanın ötesinde, kabul edilebilir bir ahlaki zemine dayandırmak için herhangi bir düşünsel çaba içine girmiyor. Örneğin İngiltere’ye karşı başkaldıran Amerikalıların yaptığı gibi bunu “doğal hukuk” veya “direnme hakkı” gibi felsefi bir zemine oturtma gereği duymuyor.

Çünkü içinden geldiği geleneğin böyle bir ahlaki zemin iddiası hiç olmadı; tıpkı aynadaki suretini taşıdığı Kemalistlerin olmadığı gibi. Olan zeminden de çıka çıka totaliter “KCK Sözleşmesi” çıktı.

***

Tuğluk’un dili, kınadığı Çiller’inkine benziyor aslında. O da “devlet uğruna kurşun atanı ve yiyeni” kahraman görüyor.

Oslo sürecine ve bugünkü duruma dair söylediklerinin çoğu doğru değil. Ama bunun çok da önemi yok. Çünkü asıl konuşulması gereken bu değil.

Tuğluk bir konuda haklı.

Gerçekten de ortada söylenmeyen bir şey var: Bu da onun ve siyasi çizgisinin kötülüğü mahkum etmeyi başaramadığı.

Söylenmeyen, onların “yüce ulusal bir dava” adına kan dökmeyi mubah gördükleri ve bunu barış ve demokrasi söylemiyle meşrulaştırılmaya uğraştıkları. Asker, polis veya sivil, masum insanları sinek öldürürcesine kolay katleden bir örgütün işlediği kötülüğü izah etmeye, mantığa büründürmeye, hatta yüceltmeye çalıştıkları.

Yine söylenmeyen, bir kısım demokratın da utanç verici bir sessizlikle bu kötülüğü görmezden geliyor olduğu.

Asıl söylenmeyen gerçek bu ve gerçeğin en önemli kısmı bu.

Ben Tuğluk’u okurken, bir totaliterin şiddet dilini duyuyorum. O Spinoza’yla başlamış, ben de Yunus’la son vereyim: “Nice yumuşak söylese / sözü savaşa benzer.”

Star, 20.09.2012

İslam ve Batı: Kim saldırgan?

İki hafta kadar önce Amerikalı düşünce kuruluşu Liberty Fund tarafından düzenlenen bir konferans için İngiltere’deydim. Bir tür “liberaller buluşması” niteliğindeki toplantıdaki konulardan biri de “Batı ve İslam” idi.

Konuşmacılardan biri, Batı’daki özgürlüklerin “radikal İslam” tarafından tehdit edildiğini öne sürdü. Batı’ya göçmüş olan Müslümanların kendi değerlerini herkese dayatmak istediklerini, terörizmin de bunun bir yöntemi olarak işlediğini savundu. Özetle, “Batı, İslam’dan gelen bir saldırı altında hissediyor kendini” dedi.

Bunun üzerine ben sözü alıp şuna benzer bir şeyler dedim:

Ben de İslam dünyasından geliyorum ve oradaki algı bunun tam zıttı. Yani Müslümanlar, Batı’ya karşı bir saldırı halinde olduklarını değil, tam tersine Batı’nın saldırısı altında olduklarını düşünüyorlar. İşgal edilen ülkeler, bombalanan topraklar, İslam’a yapılan hakaretler de bunun en açık kanıtları sayılıyor.”

Sanırım şu günlerde süregiden “film krizi” de bu iki zıt perspektiften okunuyor.

Biz Müslümanlar, “Batı’dan gelen hayasız akınlara bir tanesi daha eklendi, alenen Resullah’a küfretmeye cüret etti utanmazlar” diye düşünüyoruz.

Batı’da ise, “basit bir filmi bahane ederek yine bize saldırdılar, diplomatlarımızı öldürdüler” gibi yorumlar yankılanıyor.

Bunu diyen Batılı şahinler, Obama’nın Müslüman dünyaya yönelik “açılım” politikalarının işe yaramadığını, tam tersine “zaaf” gibi gözükerek “İslamcıları cesaretlendirdiğini” de savunuyor genellikle. (Yani biraz bizde “Kürt açılımı”na ve “Oslo görüşmesi”ne karşı çıkanların, “PKK işte bunlar yüzünden şımardı, cesaretlendi” demesi gibi.)

Fanatikler ve ılımlılar

Bana sorarsanız, karşımızdaki gerçek tablo ise şu:

Birbirlerine diş bileyen yekpare bir “Batı dünyası” ve “İslam dünyası” yok. Her iki medeniyetin içinde de “olay çıkarmaya” meyilli radikaller var.

ABD’deki Hıristiyan aşırı sağcılar ve fanatik Siyonistler, yahut Avrupa’daki iflah olmaz din düşmanları gibi…

Müslüman dünyaya karşı saldırgan politikaları savunanlar, ya da İslam’a karşı hakaretler savuranlar, genelde bunlar. Bunların işlerine en çok yarayan kadro ise, Ayan Hirsi Ali filan gibi “ben eskiden Müslümandım, çıktım kurtuldum” diye ortada gezip kendilerini pazarlayan “sabık Müslümanlar.”

Bizim coğrafyada ise, Libya’daki ABD konsolosluğunu roketle vuran militan Selefiler gibi, gayr-ı İslami buldukları her şeyi yok etmeye meyilli fanatikler var.

Ve bu iki dünyanın fanatikleri, karşılıklı eylemlerle birbirlerini besliyorlar. Dahası kendi dünyalarındaki ılımlıları da gaflet, dalalet ve hatta hıyanetle suçlayıp susturmaya çalışıyorlar.

Ilımlı” kelimesinin Türkiye’de dahi ne kadar kirli bir kavrama dönüştürüldüğünü hatırlayalım.

Türkiye nerede?

Halbuki Türkiye,  Batı ve İslam arasında giderek yükselen bu gerilimin ateşini düşürmek, diyalog ve anlayış köprüleri kurmak için kaftanla biçilmiş bir ülke.

Sadece devleti ve siyasetiyle değil, sivil toplumuyla, entelektüelleriyle, medyasıyla…

Ancak buradaki potansiyelin açığa çıkması için, bizim toplumda halen çok etkili olan iki zihinsel prangadan kurtulmamız lazım.

Bunlardan ilki, “bizim İslam dünyasıyla ne alakamız var ki, biz laik ve çağdaşız” diyen Kemalist ezberdir. (Şu aralar “Suriye’de ne işimiz var” söylemiyle ve Suriyeli mültecilere karşı düşmanlıkla da temayüz etmektedir.)

Diğer zihinsel pranga ise, “bizim Batı’yla ne ilgimiz ki var ki, biz sadece ümmetin parçasıyız” diyen eski model İslamcı ezberdir.

Oysa tam da ümmetin ihtiyacı var, Batı’ya ve tüm dünyaya açılan, hitap eden Müslümanlara…

Star, 19.09.2012

Dokunulmaz devletin dönüşü

Devlet ‘aklanıyor’. Elbette kastettiğim AK Parti’nin artık devlet haline gelmesi değil. Tabii ki AK Parti devlet, hatta çoktan devlet olmalıydı. Bütün normal demokrasilerde seçim kazanan ve hükümet eden güç, devleti temsil eder ve yönetir.

 

‘Devletin aklanması’yla kastettiğim şu; AK Parti devleti yönetir hale geldikçe devleti, devletin kurumlarını ve bürokratları da ‘aklıyor’, onlara adeta bir dokunulmazlık zırhı sunuyor. Bugün ne Genelkurmay başkanı, ne ÖSYM başkanı eleştirilemiyorsa veya eleştiriler bir anlam ifade etmiyorsa, nedeni ‘devletin arkasında duran’ güç; yani AK Parti hükümeti…

Bu güç sayesindedir ki ideolojisi eskiyen, kadroları dökülen, işlevi işlemeyen eski, arkaik devlet yeni bir formatta ‘diriliyor’.

Devlet yakın tarihimizde hiç bu kadar muktedir olmamıştı. Sivil toplumun, ekonomik aktörlerin, iç denge mekanizmalarının denetlemediği, kısıtlamadığı devletten ben korkarım. Böyle bir devletin önüne ‘derin’ eki gelmesi pek uzak ihtimal değildir çünkü.

Son derece enteresan bir süreç… Sivilleşme taleplerinin ve dinamiklerinin iktidara taşıdığı AK Parti toplum karşısında devleti dirilten, güçlendiren bir işlev görmeye başlıyor. Yani sivil toplum karşısında gerileyen, etkisini, gücünü ve hatta meşruiyetini kaybeden ‘Kemalist devlet’ AK Parti iktidarında kılık değiştirerek kendini ‘yeniden üretmeyi’ başarıyor.

Kemalist ideolojik dokusu çözülen devlet ‘muhafazakâr kimlik ve semboller’ enjekte edilerek diriltiliyor. Tabii ki buna ‘devletin eski sahipleri’ ses çıkarmıyorlar. Kurtarılan onların devleti… Ne demek istediğimi anlamakta zorlananlar ordunun son dönemdeki durumuna baksın. Uludere’de sivil halkı bombalayan, Afyonkarahisar’da acemi erlere gece yarısı el bombası saydıran ordu ‘muhafazakâr iktidarın koruma kanatları’ altında eskisinden daha rahat, dokunulmaz ve eleştirilemez konumda. Bu alış-verişte kazanan kim sizce?

‘Devlet,’ AK Parti ve muhafazakârlar üzerinden kendine yepyeni ve sağlam bir ‘arka’ buldu. Bunu AK Parti ‘devlet-millet kaynaşması’ sanıyor olabilir. Bence olan, devletin millet üzerindeki kontrol araçlarının daha da güçlenmesinden başka bir şey değil. Toplumun ve sivil dinamiklerin 1980’lerden beri devlet karşısında kazandığı mevziler geri alınıyor. Hem de ‘muhafazakâr bir kamuflaj’ın altında…

Bence çok zekice bir ‘yeniden inşa’ dönemi yaşıyoruz; devleti muhafazakâr kimlik ve kitlelerle buluşturarak ‘yeniden üretmek’. Bu ‘yeni zemin’ hem ideolojik bakımdan daha sağlam hem de kitlesel destek itibarıyla daha geniş, güçlü ve de meşru…

Sonuçta ‘toplum-millet’ karşısında ‘kamu otoritesi’ni inşa eden bir rol oynuyor AK Parti, bilerek veya bilmeyerek…

İşin püf noktası şu; devletin ideolojik zemini değiştiriliyor, ama toplum üzerindeki ‘denetleyici’, ‘kurucu’, ‘hakim’ rolü tahkim ediliyor. Dahası ‘muhafazakâr’ söylem ve semboller buyurgan ve hakim devleti meşrulaştırıyor, normalleştiriyor ve toplumsallaştırıyor. Şunu söyleyeyim; AK Parti devleti ‘kurtarıyor’; atadıklarıyla MİT’i, YÖK’ü, ÖSYM’yi aklıyor, orduyu temize çıkarıyor.

Dün Kemalist ideolojinin koruma kanatları altında olan ‘devlet’ bugün AK Parti’nin, muhafazakâr-dindar kimliğinin altında çok daha güvende. Dün kolaylıkla eleştirilebilen ‘devlet’ bugün adeta dokunulmazlık kazanıyor.

Devletin yeniden hayatımızın her alanına derinlemesine karıştığı, her alanı kapladığı bir süreçten geçiyoruz. Devlet çok güçlü, sivil toplum ise sessiz, edilgen ve ürkek. Geçenlerde yine yazmıştım; ‘ortalıkta Genç Siviller’ bile yok. Toplumun aktör olma iradesi zayıflıyor; aktörlüğü tümüyle siyasete emanet ediyor. Siyasetse devleti yeniden üreten bir işlev kazanmış durumda.

Dün Kemalist kimliklerinden dolayı eleştirilemez olan kurumlar, bugün AK Parti hükümetiyle girdikleri ilişkinin diyeti olarak eleştirilemezlik istiyorlar. Ordu, bürokrasi, MİT, yargı AK Parti’nin dokunulmazlık zırhının altına girmek istiyorlar. Biz de bunu AK Parti’nin devlet olması ve devlet-millet kaynaşmasını sağlaması sanıyoruz.

Dün Kemalist zırhın içinde dokunulmaz olan kurum ve yapılar bugün de AK Parti’yle birlikte görünerek bir dokunulmazlık zırhı edinmeye çalışıyorlar. Benden uyarması…

Zaman, 18.09.2012