Ana Sayfa Blog Sayfa 4

Liberal Düşünce Kongresi’nde Söylediklerim

0

2010 Yılından beri LDT üyesiyim, bu seçkin ve zarif insanların oluşturduğu grubun üyesi olmak hayatımda yaptığım en gurur verici kararlarımdan birisidir. Yaklaşık 15 yıldır LDT çalışmalarına katılıyorum. Bu çerçevede geçen hafta sonu (1-3 Kasım)’da Liberal Düşünce Kongresi’ndeydim. Kongrenin ilk oturumunun konusu olan ‘Milli Eğitim Politikası’ında bana da konuşmacı olarak söz verildi. Bana bu fırsatı veren Genel Koordinatör Özlem Çağlar Yılmaz’a çok teşekkür ediyorum. Bana ayrılan sürede genel olarak şunlara değinmeye çalıştım.

Yaklaşık 20 dakikada Milli Eğitimin tüm konularına değinmek pek mümkün görünmemektedir. Bu nedenle küçük bir slayt gösterisi hazırladım. Sıra bana geldi. Özetle liberal düşüncenin öncelediği konuların olduğunu, buna mukabil eğitim konusunun çok tartışılmadığını oysa okulda alınan eğitimin bireyin yaşam biçimini doğrudan etkilediğini ve eğitim konusuna daha fazla eğilmemiz gerektiğini ifade ettim.

Eğitim Sistemi Nasıl Oluşur?

Tüm dünyada eğitim sisteminin yapısını, felsefesini belirleyen ana faktörler şunlardır:

  1. Siyasal rejim, anayasa ve yasalar
  2. Müfredat,
  3. Okulun misyonu,
  4. Öğretmen profili,
  5. Ebeveyn profili

Ülkemizde eğitim sistemindeki sayılara da değindiğimizde; oldukça yüksek sayılar karşımıza çıkmaktadır. Öğrenci sayımız 19 milyon civarında olup pek çok Avrupa ülke nüfusundan fazladır.

Eğitimin hedefleri nelerdir?

Eğitimin temelde iki hedefi vardır: 1. Karakter eğitimi, 2. Kariyer eğitimi.

Ülkemizde asıl olarak yoğunlaşılan daima karakter eğitimi yani yurttaş tasarımı olmuştur. Ancak bu, günümüz koşullarında yeterli olmadığı için kariyer eğitimine de ağırlık verilmeye çalışılmaktadır. Bir yandan cumhuriyetçi ideallerle yetiştirilen birey hedefi önümüzde dururken, son yıllarda güncel birtakım yetkinlikler de gündeme gelmektedir. Bu amaçla MEB mevzuatında değişikliklere gidilmiştir. Bu arayışta birbiriyle tezat iki ayrı hedef karşımıza çıkmaktadır. Sosyal devlet, yeniden dağıtım gibi temeller üzerine kurulu cumhuriyetçilik ile yetişmiş yurttaşların bir anda;  ‘bireyci, minimal devletçi, rekabetçi,  yaratıcı, girişimci … olmasını’ beklemek gerçekçi olmamaktadır.

İki hedefi birleştirmek!

MEB, adına Maarif Modeli dediği, yeni bir müfredat ile kamuoyunun karşına çıkmıştır. Yeni müfredat modeli karakter eğitimi ile kariyer eğitimini birleştirme iddiasındadır. Yetiştirilecek birey, hem insanlık değerlerini öğrenecek ve yaşama geçirecek hem de 21. Yüzyıl beceri ve yetkinliklerini kazanacaktır. Yeni müfredatın teknik olarak çok iyi çalışıldığını, sağlam tutarlı bir sistematik oluşturduğunu görmek gerekiyor. Bu arada iş dünyasından (Güler SABANCI) gelen tepkinin yersiz, iş dünyası talepleriyle zıt bir tepki olduğunu da eklemek isterim.

Yeni müfredat ile ilgili birkaç not:

1. Yeni müfredat bir zorunluluktur.
2. Okulun misyonu yeniden çağa uygun tanımlanmalıdır.
3. Okul Yöneticilerinin seçiminde daha fonksiyonel yöntemler kullanılmalı ve okul yöneticisinin yetkinlikleri belirleyici olmalıdır.
4. MEB temel mevzuatında değişiklik yapılmalıdır. (eğitimin amacı vb.)
5. Öğretmen profilinde değişim sağlanmalıdır.
6. Yetkinlik kazanmanın önemi tüm topluma kavratılmalıdır.
7. Öğretmen istihdam politikasında değişiklik yapılmalıdır.
8. Öğretmen eğitimi sürekli yapılmalıdır.
9. Yeni müfredatın her aşaması bilimsel yöntemlerle ölçülmelidir.

Sunumda son olarak kamuoyunda sık sık tartışılan bazı konu başlıklarıyla ilgili düşüncelerimi paylaştım. Bunlar ‘okullardaki tarikatların var olup olması, mesleki eğitim meselesi, her ilde üniversite olgusu, MEB bütçesi’ Okuldan beklentilerin önemli ölçüde değiştiğini, eğitim profesyonellerinin buna göre hazırlık yapmasının gerekliliğine değinerek konuşmamı sonlandırdım.

Katılan, sabır gösteren dinleyicilere bir kez daha teşekkür ediyorum.

ABD’de ve Türkiye’de Seçimler

İki turlu seçimle iki dereceli seçim sık sık birbirine karıştırılır. Siyaset bilimi okuyan yahut çalışanlar ile yılların siyasetçileri ve üst düzey bürokratlar da düşerler, bu hataya. Aradaki farkı anlamak için Fransa ve ABD örneklerini gözden geçirmekte fayda var.

Fransa’nın da içinde yer aldığı kimi ülkeler her seçim çevresini tek milletvekilinden oluşan bölgelere ayırmış. Literatürde bu uygulamaya ‘dar bölge’ deniyor. Fransa’da vekil seçilebilmek için o bölgedeki geçerli oyların salt çoğunluğunu (yarısının bir fazlasını) almak gerekirken, aynı sistemi benimseyen Büyük Britanya’da en yüksek oyu almak yetiyor. Bu yüzden Büyük Britanya’da milletvekili seçimleri tek turlu. Dar bölge sistemi ise Fransa’da olduğu gibi genellikle iki turlu uygulanıyor.

İlk turda salt çoğunluğu sağlayan çıkmazsa en çok oy alan iki adayın yeniden yarışması esasına dayanan dar bölge sisteminin Fransa’daki uygulaması biraz farklı. Şöyle ki herhangi bir seçim bölgesinde salt çoğunluğa ulaşan aday olmazsa %12,5 ve üstünde oy alan bütün adaylar ikinci tura katılabiliyor. Stratejik ittifakların devreye girdiği bu turda seçmenler hazzetmedikleri bir adayın seçilmesini önlemek için, gönüllerinde yatan aday yerine başka bir ismi destekleyebiliyor. Marjinal parti ve adayların önüne geçeyim derken seçmenin ilk (hakiki) tercihini çarpıtan bu durum, iki turlu seçimlerin en büyük handikapı.

Uzağa gitmeye gerek yok. Ülkemizdeki cumhurbaşkanlığı seçimi de iki turlu olarak yapılıyor. 2023 yılı Mayıs ayında yapılan seçimlerin ilk turunda sonuç çıkmaması üzerine ikinci bir tur yapılmış ve şu anki cumhurbaşkanımız bu ikinci turda seçilmişti. Tek turda da seçilse, ikinci tura da kalsa milletvekilini veya cumhurbaşkanını doğrudan halkın seçmesi halinde ‘tek dereceli seçim’ söz konusu. İki dereceli seçimlerde ise durum farklı.

İki dereceli sistemlerde ‘müntehib-i evvel’ adı verilen ilk seçmenler (oy verme hakkına sahip vatandaşlar), ‘seçiciler heyeti’ olarak görev yapan ‘müntehib-i sâni’leri seçiyor. Müntehib-i sâni adı verilen ikinci seçmenler ise milletvekillerini seçiyor. 1876’da Birinci Meşrutiyetin ilanından 1946’ya kadar geçen sürede milletvekilleri bu şekilde seçildi. 2014 yılına kadar cumhurbaşkanları da ikinci seçmen görevi yapan TBMM üyeleri tarafından yine bu şekilde seçildi. İşin ilginç ya da tuhaf tarafı, halen ABD başkanları da bu şekilde seçiliyor.

ABD Başkanını çoğumuzun sandığı gibi Amerikan halkı seçmiyor. ABD seçmeni, Başkanı seçecek ‘seçiciler kurulu’nu (electoral college) seçiyor. Daha doğrusu her eyaletten seçimle gelen delegelerden müteşekkil ABD Temsilciler Meclisi, bir seçici kurul gibi hareket ederek ABD Başkanını belirliyor.

Rakibinden daha az delege çıkaran ve Temsilciler Meclisi’nde geride kalan aday, sandıktan kendisine daha çok oy çıkmış bile olsa Başkanlık yarışını kaybediyor. 2000 yılında Al Gore’un, 2020 yılında Hillary Clinton’un başına gelen buydu. Daha çok oy aldıkları halde başkan seçilemediler. Benzer bir durumu 7 Haziran 2015 ve 14 Mayıs 2023 seçimlerinde biz de yaşadık. 2015’te HDP bir buçuk milyon daha az oy aldığı halde MHP ile aynı sayıda vekil çıkarmıştı hatırlarsanız. 2023’te ise YSP, daha az oy aldığı MHP’den onbir, İYİ Parti’den onsekiz vekil daha fazla çıkardı.

Demokrasi teorisiyle çelişir görünse de oyunun kurallarının en başından belli oluşu ve hangi aday lehine sonuç üreteceğinin önceden bilinemeyişi, seçimin sonucuyla ilgili bir meşruiyet tartışması çıkmasını önlüyor. Buna mukabil ABD başkanının seçilme şeklinin değiştirilmesi talebi, bilhassa sol çevrelerce sık sık dile getiriliyor. Ne var ki ABD’nin federal yapısı, yani muhtemel bir anayasa değişikliğinin üye devletlerin (eyaletlerin) her birinde tek tek onaylanması zarureti bu değişikliğin önündeki en büyük engel.

ABD seçim sisteminin bir diğer özelliği, çoğunluğa dayalı olması. Birkaç eyalet dışında geçerli olan bu kurala göre, en çok oyu alan parti o eyaletin bütün delegelerini elde ediyor. Aradaki fark bir tek oy bile olsa durum değişmiyor.

İki büyük partiden oluşan siyasî yelpazesiyle ABD’de bile tartışmaya yaratan bu kural, 1961 yılına kadar bizde de geçerliydi. Herhangi bir ilde en çok oyu alan parti, o ilin bütün vekillerini toplardı. Büyük partiye avantaj sağlayan bu kural, 1946 seçiminde CHP lehine işledi. Sonraki seçimlerde ise parsayı Demokrat Parti topladı. 27 Mayıs darbesinden sonra çoğunluk sisteminden vazgeçilip nispî temsile geçildi. 1961 yılından bu yana bütün seçimler nispî temsil esasına göre yapılıyor.

ABD’de tamamen idarenin uhdesindeki iş ve işlemlerin Türkiye’de bir yargı kurumu olan YSK gözetiminde yerine getirilmesi, seçim güvenliği bakımından Türkiye’ye net bir üstünlük sağlıyor. Seçimler ABD’deki gibi zamana yayılmayıp aynı gün içinde bitiyor. Bunun yanısıra, mektupla oy veya elektronik oy gibi seçim güvenliğini zedeleyen unsurlara yer verilmemesi de artı hanemize yazılacaklar arasında.

Daha evvel de belirttiğim gibi Türkiye, seçim güvenliği konusunda örnek alınacak bir ülke. ABD’nin bu konuda bizden öğrenmesi gereken çok şey var. Hal böyleyken YSK Başkanının uluslararası gözlemci olarak gittiği ABD’de seçimlerin nasıl yapıldığını inceleyip, elektronik oy müessesesi gibi örnek alınabilecek yanlarının Türkiye’de uygulanabilme kabiliyetini araştırdığını söylemesi tam bir talihsizlik olmuş.

Elektronik oy kullanımıyla ilgili kaygılarımı daha evvel dile getirdiğimden tekrar etmeyeceğim. Bizimki gibi yüksek derecede politize olmuş toplumlarda tartışma yaratacak ve seçime gölge düşürecek hiçbir uygulamaya geçit verilmemeli. Elektronik oy da bunlardan birisi, hatta en önemlisi.

Book Critic: Why Nations Fail

Earlier this week we learned that Daron Acemoglu, Simon Johnson and James Robinson were awarded the Nobel Prize in economics, which has been long awaited because they have managed to create a serious literature. I can also say that their productivity in academia has been incredible. For example, I wanted to look at Acemoğlu’s works published in 2024, which he listed on Google Scholar. 25 in one year. Even if the majority of these are working papers, it requires a great effort to focus on nearly twenty different topics in roughly the same period of time. We have heard and known for years that Acemoğlu is a hard worker and spends most of his day working. That’s why I didn’t find it strange. I saw that the most cited work of all three of these scholars in their careers was the book “Why Nations Fail” and the article “The colonial origins of comparative development: An empirical investigation”, which is the precursor of this book. Therefore, it is clear that the book “Why Nations Fail” is the work that contains the strongest idea in their careers, and of course we have been paying attention for years to what these colleagues explain, how they explain, what examples they give, and even what they omit to explain.

This book has a history of more than ten years in our academic world. The book has been much discussed over the years. The majority of people liked it. It has also received serious criticism from time to time. But what I remember in recent years is that Acemoğlu was frequently invited to Turkey in the run-up to the May 14, 2023 elections. Although he did not make concrete statements about Turkey (he probably did not follow Turkey’s current data), he repeated his claims in this book and warned Turkey. Although he could not express his examples very clearly, he tried to explain that exclusionary institutions are becoming dominant in Turkey. However, in this book, he even mentioned the Ottoman Empire, but said nothing about modern Turkey. If he had something to say, why didn’t he write it? Interestingly, at a meeting of the CHP, we learned that he had been appointed as an economic advisor. I remember being very surprised because Acemoğlu, who we know from academia, as far as we know, had no ambition to do politics. He shouldn’t have had time for this kind of work. Then Ali Babacan, the leader of another opposition party, was citing this book as an example wherever he went. This book was so important that it became the official ideology manual of the opposition table of six. It was an obligation for us Turkish social scientists to re-evaluate this book, which could have been the main source of governance for the opposition. However, although this book has been evaluated almost to the extent of creating a literature abroad, it has not been seriously evaluated in Turkey despite being a bestseller. A few blurbs. A few newspaper columns criticizing it. Moreover, apart from a few historians like Şükrü Hanioğlu, no economic historian from Turkey has expressed an opinion. I waited for the great professors of economic historiography in Turkey, whose knowledge I trusted. Since they did not express an opinion in such a long time, I decided to write my opinion, thinking that it was my right to do so. This is the reason for the lateness of this article.

I was a PhD student when this book came out. I remember reading it piece by piece in reading groups of economic historians and discussing each chapter amongst ourselves before it was even translated. The book had a fascinating way of drawing the reader in with its narrative style. It was extremely fluent and professionally written. The references in the book, from Adam Smith to Dani Rodrik, were interesting. It is very likely that they had editorial support. Because Acemoğlu’s articles were not this fluent. (I remember that we were tortured trying to read Kenneth Pomeranz’s “The Great Divergence” in our reading group before. One of our friends even sent an e-mail to the lecturer. How did you write this text so incomprehensible?) One of the reasons why the book attracted attention was that it was a “grand theory” type of work. It claims to be able to explain big questions systematically. Nowadays, this kind of thesis is not seen much in academia. Academics are now producing cause and effect from quick and small applications without taking risks or spending a lot of time. The big questions are not asked or answered by brilliant social scientists. I remember being impressed by the book Why Nations Fail in such an environment at the time, but as I gained experience in the field, the content of the book started to diminish in my eyes. Many mistakes and shortcomings started to catch my eye. This book is such a work that the examples in it are like the Encyclopedia Britannica! There are examples from Peru, Jamaica and even Greenland. Of course, I am not knowledgeable enough or an encyclopedia reader to interpret the political systems in Greenland! But I can at least comment on how they approach the subject, how they try to solve a problem. My aim is not to cast a shadow on their Nobel Prize in Economics in the eyes of the reader. It is only and only to open up for discussion issues that do not make sense to me. In a scientific world where even Stephen Hawking and Albert Einstein can be wrong, anyone can be wrong. No matter how famous the claimants are, they are not exempt from criticism. Because we will arrive at the truth through discussion.

Even if it was not the fault of the authors of the book, the title of the book in Turkish always caught my eye. I think it was a wrong choice to translate the title “Why nations fail” as “The Fall of Nations”. In fact, there is no basic rule of translation. Mot a mot translations can sometimes be very unpleasant. So the translator may prefer to use words that express the meaning better. I can accept it so far. But the expression “The Fall of Nations” does not fulfill the content of the book in terms of meaning. It creates the impression that nations that have achieved a certain level of economic success have fallen back from that level. However, the authors are not telling a story of decline. They are telling a direct story of failure. Therefore, I think the title should have been translated literally. I am not a linguist, but I was also struck by some subject-predicate mismatches in the book and the strange choice of words for some concepts. I must also express my surprise that Acemoğlu, one of the authors, did not intervene in this title and its content despite his knowledge of Turkish. He had time to advise the opposition parties in Turkey. But he did not have time to read the Turkish version of the book that explains his most important idea!

Having made this long introduction, I would now like to list my thoughts on the content of the book. This book basically questions the most ancient topic of economic historiography. And that is why some countries are richer and others poorer. This question is almost the same age as the emergence of economics. There have been many answers to this question over the last 250 years. The answers in the literature can be grouped into several categories such as race, geography, culture, ignorance, luck, imperialism, etc. This book explains that such views are wrong and that the most fundamental factor is institutions. The claim of institutions is not actually Acemoğlu’s thesis. While it is possible to trace institutionalism back to Veblen, the foundations of the new institutionalism that Acemoğlu joined were laid in the 1940s with Ronald Coase. Over time, many great economists such as Oliver Williamson and Douglass North developed this idea theoretically. The theoretical addition of this book is the division of institutions into inclusive and exclusive. In fact, at this point, we have to admit that they succeeded in revising North’s similar discourse, albeit slightly. Other than that, it is clear that they do not bring a theoretical approach that is very different from the institutionalists before them.

The book is most critical of the assumption that geography is destiny. The authors decided to throw their strongest punches in the first part of the book. Instead of the classical academic style of first explaining the theory and then giving the evidence, they preferred to give the example first and then reach the theory from there. The example they give in the first sentence of the book is the summary of the whole book. The book starts with a city called Nogales, which I had never heard of before. This city is divided into two by a fence. The north was within the borders of the USA and the south was within the borders of Mexico. Therefore, two different institutions were built in the same geography. They cite the difference in economic success between them as proof of their theory. From this point of view, it seems really logical. But why should we only consider physical geography? Aren’t the borders that make up political geography also included in geography? Those who claim that geography is destiny are perhaps trying to express that they would have lived more prosperously if they had been born in the country 200 meters across the border. For some reason, they have preferred to evaluate geography in a narrow sense. Jared Diamond’s bestseller “Guns, Germs and Steel”, which states that geography is an important factor, is mentioned on page 55. They begin by emphasizing that Diamond is an ecologist and evolutionary biologist. However, when describing Max Weber or Karl Marx, they did not feel the need to mention their professions.

I guess they felt the need to emphasize that the person they are criticizing is not an economist or a social scientist so that they can beat him more easily. They say that Diamond’s argument cannot explain the town of Nogales or the North-South Korean dilemma. The authors may be right about that, but Diamond’s book, as far as I remember, did not aim to explain such contradictions of the modern world. He wanted to know how it all started, that is, its origins. According to Diamond’s account, thousands of years ago, people living in New Guinea had to labor for days to use the sap between the bark of trees to feed themselves, while wheat and barley were available in the Fertile Crescent. Can it really be said that geography has no influence on the difference in prosperity between hunter-gatherer societies from these two different regions? So, when examining the differences in the development of prehistoric societies that Diamond cites as an example, should we look to patent laws for inclusive institutions? In fact, even in the modern world, we cannot say that geographical conditions have no influence on wealth. For example, living in an oil region does not guarantee that a region will become richer. We know this from today’s example of Venezuela. But isn’t it advantageous compared to Mongolia? In fact, if the authors of the book had given Diamond his due and said that political institutions in the modern world have begun to overcome geographical conditions, they would have reached an acceptable conclusion. But this time, since they cannot claim to have refuted Diamond, the book will not be a bestseller. It was necessary to bring down the king to sit on the throne! For the sake of being popular, they highlighted examples that supported their thesis and falsified everything else.

They also rejected the determinants of economic development such as religion, culture and morality. Weber’s famous thesis is attacked under this heading. But do faith and culture have no influence at all? In medieval Catholicism, where interest was forbidden, did this belief have no effect on the economy? Then a new heading was opened under the name of the ignorance hypothesis. They stated that the economic failure caused by economists and politicians not knowing how to deal with market failures was exaggerated. So did rational economists and politicians create the German hyperinflation of 1923? Even in a big country like the USA, we learned 40 years later that the reason why the 1929 Depression lasted as long as 3 years according to some and 7 years according to others was the lack of intervention in the shrinking money supply. Wasn’t the failure in these two examples due to the ignorance of the decision-making actors? Of course, neither culture, nor ignorance, nor geography, nor institutions alone can give us a formula for prosperity or failure that can be valid in all parts of the world and in all periods of time.

All of them have had more or less influence in the course of history. Interestingly, they chose not to mention the Marxist-Leninist claim of imperialism, which has lost much credibility in serious academic circles. More precisely, in chapter 5, they opened the subject of Soviet Russia. They attribute it to the exclusionary institutions of the Soviet regime and argue that the political choice led to its failure. The authors may be right in this respect. After all, economic failure brought down the Soviet regime that even the Second World War could not destroy. Given this conclusion, it seems easy to describe Soviet institutions as exclusionary and score an empty goal. But why don’t they test their basic claims against the idea of imperialism, which was the main argument of the Soviet regime? However, the Marxist-Leninist claim of imperialism was an idea that was strong enough to build a state. Max Weber or Jared Diamond never had such an opportunity or power! Where is the dependency theory or Wallerstein’s center-periphery thesis? And why don’t the authors of this book test their own ideas with these theories that ask the same question to the same economic history? As far as we understand the spirit of the book, it is clear that they would have tried to falsify them even if they had addressed these issues. But we are no longer living in the 1970s. There have already been strong criticisms in this field. Attacking Marxist-Leninist based views would no longer bring any popularity. Maybe that’s why they didn’t mention it.

Since the book is aimed at a general readership, it includes a lot of historical examples. There are many examples from different societies from different centuries. The authors jump from here to there. The book turns into soup in this abundance of examples. Most of the time it falls into repetition. Therefore, although the book is written in a fluent style, it tires the reader. If the book had been in the hands of a good editor, perhaps it could have been refined. But what is more troubling is that none of the historical examples given are analyzed in depth. When a historical example is given, Wikipedia-level information is listed chronologically (this criticism has been made by others). The relevant example then supports its own claims. There are three main problems with this method. The first is the issue of researcher blindness. Researchers with bad intentions (sloppy if well-intentioned) tend to select examples that support their theories. Sometimes this is conscious. Sometimes it happens unconsciously because of researcher blindness. For example, to avoid this mistake, I spend a lot of time reviewing the literature. When I write, I read it over and over again at intervals of a few days. If I am not sure, I have others read it. We do not know whether the authors have this concern or not.

However, the fact that they have chosen only those who support their own claims from thousands of years of human history while choosing examples for the most fundamental problem of humanity, and that they have repeated this over and over again, points to an ethical problem that goes beyond the blindness of the researcher. The second problem with this narrative style they have chosen is that they do not examine the historical examples in depth or do not have the opportunity to go deeper than listing examples. This error is more serious. There are many examples of this, but I would like to illustrate what I mean with the Ottoman example in the book. The Ottoman example is included in the book to give examples of exclusionary institutions. For example, on page 59 they write the following sentence; “It was not its geography that impoverished the Middle East. It was the expansion and strengthening of the Ottoman Empire, and it is the institutional legacy of this empire that keeps the Middle East poor today.” Now this is a very big claim.

It would take years of research just to prove this claim. Forget myself, even our professors who have spent a lifetime in the Ottoman archives have not made such a claim. Of course, the authors of the book may have seen what the experienced professors of the field could not see. But what is the source of their ambitious ideas? There is none. In fact, I am writing in capital letters: NONE. Unbelievable. Look! Putting forward a scientifically based thesis is like writing a prosecution indictment. If you put forward a thesis, you have to write the evidence. You cannot just throw words around and run away. Many questions come to mind regarding this claim for which there is no evidence. What does Ottoman expansion and strengthening mean? If he is talking about geographical expansion, where was the influence of geography? If Ottoman institutions are the reason why the Middle East is poor today, what is the reason for the poverty in the part of the Middle East that was not under Ottoman rule? Why don’t you explain the Middle East in terms of the parts that belonged to the Ottomans and the parts that didn’t belong to the Ottomans, when you can even find the unnamed city of Nogara on the world map, separate it with a ruler and explain it?

Besides, the Ottoman Empire was not a homogeneous, stable structure. Which century of the Ottoman Empire are you talking about? And if economic historians can detect economic growth in port cities like Istanbul, Izmir and Trabzon, did the same institutions fail in the Middle East? If there was a failure (by the way, it has not been tested whether the Ottoman Middle East was a failure or not), can one generalize when success is observed in another region? Why were the 19th century Ottoman Tanzimat reforms, legal codifications, trademark registration and patent laws not inclusive institutions? These were the first questions that quickly came to my mind when I read the relevant sentence. After a lot of historical examples from different societies, from different centuries, on pages 116 and 117, they bring up the Ottoman Empire again. After mentioning World War II, Japan and the Soviets in the previous paragraph, they jump to the 15th century Ottoman Empire in the next paragraph. They open up new questions in the reader’s mind before they have fully grasped the previous topic. Perhaps this preferred narrative style is to hide the fact that they are unable to analyze historical examples in depth. If we go back to the Ottoman example of the book, on pages 116-117 we see that they decided to explain the sentence I wrote above, which they mentioned on page 59. So I focus on what they wrote with complete curiosity.

In the first sentence they wrote: “Just as the political and economic institutions of Latin America were shaped by Spanish colonialism for 500 years, those of the Middle East were shaped by Ottoman colonialism.” They carry the same claim further this time. They state that Ottoman institutions were exclusionary/colonialist. Again, it is not clear which century’s Ottomans! This time they have also continued the sentence. In 1453, Mehmet II captured Constantinople (not Istanbul!) and made it the capital. For the rest of the century they conquered the Balkans and the rest of Turkey. From there they spread to the Middle East and then to Africa. In between came Suleiman the Magnificent, and by the time he died, the geography of the state stretched from I don’t know where to I don’t know where. Look at the pretentious sentence they wrote at the beginning of the relevant paragraph. Look at the Wikipedia-like review they write afterwards. In the same paragraph, they continue as follows: “The Ottoman Empire was absolutist. Sultans were responsible to very few people and did not share power with anyone.” Then, looking at the examples given in the same paragraph, the following question is asked: Was there democracy in the world when Istanbul was conquered? Was there a parliament in Europe but not in the Ottoman Empire? This is one of the most important problems of the book: Failure to explain historical examples with the spirit of the time, with the conditions of the period. Unfortunately, there are dozens of examples of such mistakes in the book.

I wondered where they learned about the Ottoman Empire, what were the sources that led them to this conclusion. They even examined articles/books on the history of Ethiopia and Uzbekistan. They did not examine a single source on the Ottoman Empire, which they claim exploited the entire Middle East. Therefore, we can easily say that the claim that the Ottoman Empire caused the Middle East to remain backward stems from the fantasy world of the authors. Moreover, even in the case of other countries, I believe that one cannot make a “Grand Theory” with secondary sources. What is always essential for scientists is to interpret the main source by examining it. Literature can be reviewed from secondary sources such as articles/books. But you can get the main information from the primary source and build your theory that way. Because the secondary articles and books you examine can also be wrong. Historical methodology requires doing this.

If we were to ask the authors of the book about all this, they would say that our aim was not to explain the Ottoman Empire. So why are you making big words about things you don’t know and don’t want to research? Let’s say you did. How do you show these as evidence for your big idea that will win you the Nobel Prize in economics in the future? Let’s see, you have shown that too. How can we economic historians take unsupported, evidence-free claims seriously. Fortunately, the authors don’t need our attention. According to Google scholar, this book has been cited 17,000 times. In my opinion, the number of citations is no longer an indicator of value. Because this rating shows how popular the work is. Not how valuable it is. And the goal of scientists should not be to prioritize popularity.

As a result, this book has turned into a work that is over-generalizing, manipulates history to serve its own purpose, selects biased examples, throws hundreds of confusing and irrelevant examples in front of the reader, fails to examine any of the examples in depth, and overestimates the importance of institutions that we already know. While the idea of institutions being effective in economic success is undoubted, this state of the book has rendered the work worthless in my opinion. It could have been done better, but it would not have been a bestseller with the general readership behind it. I think it is quite sad that the subject was manipulated for the sake of being popular. It may be a bit harsh to say that Acemoglu, Johnson and Robinson did not deserve the Nobel Prize in economics. It may also be unfair to destroy their entire careers with a single book. Anyway, the prize is not usually awarded to a single work. After this book, I had my doubts. The authors’ ambitious articles in the same framework should also be evaluated. But I think they do not have as revolutionary views as Coase or North. These people created a school of economics out of nothing by discovering the economic impact of institutions that economics could not understand for hundreds of years. When we remove this brick in the structure, all that remains of Acemoglu, Johnson and Robinson is beautiful math and statistics.

Auto translated from hurfikirler.com

Translated and published in English by Straturka.com

https://www.straturka.com/book-critic-why-nations-fail/ 

Türkçesi: Ulusların Hayalî Düşüşü, Cihan Güneş, hurfikirler.

https://hurfikirler.com/uluslarin-hayali-dususu-kitap-elestirisi/

Erdoğan’ın Kürk Sorunu mu Kürt Sorunu mu?

Bu sorunsal CHP lideri Özgür Özel ve tek tek adları yazılsa uzun bir liste oluşturacak muhalif kalemler, konuşmacılar ve televizyon spikerleri tarafından ortaya konuldu. Bu sorunun kaynağı MHP lideri Devlet Bahçeli’nin beklenmeyen ve herkes için şaşırtıcı olan Öcalan için yaptığı çağrıdır. Bahçeli 22 Ekim 2024 tarihinde grup konuşmasında Öcalan için umut hakkından bahsederek Öcalan’ın mecliste örgüte silahların bırakılması için çağrıda bulunmasını dile getirdi. Bahçeli’nin beklenmeyen ve esasen tarihî çıkışı karşısında başta CHP olmak üzere muhalifleri hazırlıksız yakaladı. DEM ile kurdukları ittifakı da göz önünde bulunduran CHP bu çıkış karşısında temkinli bir dil kullandı. Sonrasında Erdoğan’ın amacının Kürt sorununu çözmek olmadığı söylemine daha sıkı tutunmaya başladılar. KCK-PKK’nın bu çağrıya cevabı TUSAŞ’a gerçekleştirdiği terör eylemi oldu. Bu yazının konusu olmamakla birlikte hatırlatmak gerekirse KCK-PKK bunu ilk defa yapmıyor. Ne zaman siyasetçiler Kürt Meselesinde siyasi bir adım atsa ve topluma bir umut verse örgüt bunun savunulmasını ve sürdürülmesini zorlaştırmak için en iyi bildiği şeyi yapmakta ve terör saldırıları düzenlemektedir. Bu yaklaşım 1990’lı yıllardan beri sürdürülmüştür. TUSAŞ saldırısıyla da Bahçeli’nin umut veren çağrısı sabote edilmiştir. Ancak Bahçeli 5 Kasım 2024 tarihli grup toplantısında çağrısının arkasında olduğunu belirtmiştir. Bahçeli teklifinin ve sözünün arkasında olduğunu hatırlatarak Öcalan’ın umut hakkını ve mecliste yapacağı örgüte silahları bıraktırma çağrısını yenilemiştir.

Bahçeli’nin örgütün süreci daha başlamadan sabote etme girişimine rağmen geri adım atmaması ve sözünün arkasında durması muhaliflerde bu girişim karşısında ilginç bir teorinin gelişmesine yol açtı. Bu teoriye göre Erdoğan ve Bahçeli’nin amacı Kürt Meselesinin çözümü değil; Erdoğan’ın yeniden başkan adayı olmasının yolunun açılmasıdır. Kürtlerden son seçimlerde aldıkları oyları da göz önünde bulunduran CHP 2013 döneminde gerçekleştirilen çözüm süreci karşısındaki tutumunu devam ettiremiyor. Hem Kürleri kırmamak hem de Bahçeli’nin başlatmak istediği çözüm sürecine destek olmama hali onlarda Erdoğan’ın amacı bir daha başkan olma teorisine sıkı tutulmasını sağlıyor. Özgür Özel’in ifadelerine göre Erdoğan’ın Kürt sorunu yoktur; kürk sorunu vardır. Bu teoriyle özelde DEM Partisi’ne genelde ise Kürtlere sesleniyorlar. Erdoğan’a güvenilmemesini, Kürt Meselesini çözmeyeceği anlatılmak isteniyor.

Başta CHP olmak üzere genel olarak muhaliflerin tutunduğu bu yaklaşımın ve çağrının iki açıdan gerçekçi olmadığını ifade etmek bu yazının konusudur.

Birincisi Kürtlerin bir sorun olarak görülmesi ve Kürtlerin inkârına ilişkin politik tutumun sorumlusu Ak Parti ve Erdoğan ya da genel bir ifadeyle muhafazakâr siyasi gelenek değildir. Bu sorunun kaynağı CHP’nin doğrudan aktör ve sorumlu olduğu Cumhuriyetin tek tipçi ve toplumsal mühendislikçi politik tercihidir. Üstelik Kürtlerin Türkiye’yi Osmanlı’nın devamı olarak görmesi, birçok girişime rağmen ayrılıkçı bir politik tutumu reddetmesi ve bir kader birliğiyle Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda önemli bir rol oynamasına rağmen özellikle tek parti dönemi uygulamaları sonucu Kürtler bir mesele olarak görüldü. Adnan Menderes’in Kürtler üzerindeki tek parti uygulamalarını kaldırmasıyla başlayan normalleşme ve demokratikleşme adımları Erdoğan döneminde devrim niteliğinde yeni bir evreye dönüşmüştür. Menderes dönemi normalleşme olarak tanımlanabilecekken Erdoğan döneminde #KürtMeselesi kavramının içeriği değişmiştir. Demokratikleşme adımları neticesinde inkâr ve asimilasyon bitmiştir. Kürtlerin varlığının değil; haklarının tartışıldığı bir döneme evirilmiştir. Bu kısa ve genel hatırlatma bize öncelikle Kürt Meselesi’ne dair bir girişimin içinde Erdoğan olduğunda güven duyulması gerektiğini ifade etmektedir. Yani “Erdoğan’ın Kürt sorunu yoktur” söyleminin tarihsel bağlamda bir karşılığı ve gerçekliği yoktur. Aksine Erdoğan’ın cesareti ve girişimleri sayesinde Kürtler bir sorun olarak görülmekten çıkmıştır. Yani tam olarak Erdoğan döneminde Kürt Sorunu bir sorun olmaktan çıkmıştır. Birçok Kürt siyasetçinin “bu sorunu çözerse Erdoğan çözer” açıklamaları bu tespitin doğruluğunun göstergesi olsa gerek. İlginç bir hatırlatmada bulunmak gerekir. Adnan Menderes Kürtler ile ilgili normalleşmeye ilişkin adımlar attığında dönemin CHP’lileri tarafından eleştirilere maruz kalmıştır. Menderes’in amacının Kürtlere şirin gözükmek ve onların oyları ile iktidara gelmek olduğu ifade edilmiştir. Bugün Menderes’in geleneğini temsil eden Erdoğan, CHP tarafından benzer söylemlerle muhatap olmaktadır.

“Erdoğan’ın Kürt Sorunu yoktur, kürk sorunu vardır” teorisinin ikincisi sorunu siyasetin doğasıdır. Siyaset var olan imkânların kullanılması sanatı olarak tanımlanmaktadır. Seçmenlerin sorunlarının çözülmesi siyasetin sorumlulukları arasında yer almaktadır. Bu anlamda siyasetçinin seçmenlerin sorunlarına talip olması ve bunun karşılığında oy beklemesi doğal bir süreçtir. Gerçekten Erdoğan’ın amacının Anayasa değişikliği olduğu ve bir kere daha adaylık yolunun açılması dışında başka bir motivasyonun olmadığını varsaysak bile bunda anormal bir şey yok. Aksi bir tutum anormal olurdu. Erdoğan nihayetinde seçmenlerin oylarına talip olmak zorundadır. Hükümet seçmenlerin hoşuna gidecek şeyleri yapmak zorunda. Buradaki niyetleri ne olursa olsun sonuçları seçmenlerin sorunlarını çözüyor olması bile tek başına kıymetlidir.

Sonuç olarak, CHP başta olmak üzere muhalifler açısından dile getirilen Erdoğan’ın Kürt sorununu çözemeyeceği, çözmek istemediği; amacının anayasa değişikliği olduğu söylemi her halükârda tutarlı ve gerçekçi değildir. Birincisi gerçekten Kürt Sorunu CHP’ye rağmen #Erdoğan tarafından büyük ölçüde çözülmüştür. İkincisi bu sorunu çözme vaadiyle bir kere daha aday olmak istemesi anormal değildir. Bu varsayıma göre Erdoğan anayasa değişikliği için DEM Partisinin meclisteki oylarına taliptir. DEM’in normal bir siyasi parti olduğunu varsaydığımızda, böyle bir olasılık karşılığında DEM’in pazarlığa oturması gerekmektedir. Başka bir deyişle, DEM Partisi böylesi bir talebi olan ve Kürt Meselesinde önemli adımlar atan bir aktörün önünü açmaya razı olmalıdır. Karşılığında ise kayyum düzenlemesinin kaldırılması, tutukluların salıverilmesi, Kürtçe ile ilgili daha fazla gelişme istemesi, Terörle Mücadele Kanununda çeşitli değişikliklerin yapılması ve saire gibi talepleri masaya koymalıdır. Esasen DEM Partisi siyasetin sağladığı imkânları kullanma becerisini Erdoğan başkanlık sistemini geliştirmek istediğinde veya İstanbul Belediye seçimlerinde de kullanmalıydı. DEM geçmişte hata yaparak Türkiye’de siyasetin sağladığı imkân ve fırsatları kullanmak yerine KCK-PKK’nin siyasi acentalığını yapmayı seçerek süreci heba etti. Bahçeli ile başlayan yeni süreçte #DEMPartisi Türkiye siyasi hayatında önemli ve anlamlı bir aktör olmak istiyorsa bu fırsatı heba etmemelidir.

Liberal Düşünce Kongresi 2024

Kasım ayının ilk hafta sonu Ürgüp Dinler Otel’de yapılması mutad hale gelen Liberal Düşünce Kongrelerine katılmak için Cuma günü öğleden sonra yola çıkarım genellikle. Amaç, buluşma yerine erkenden avdet ederek dostlarla sohbete daha fazla vakit ayırmak…

Uçağın inişe geçtiğinin duyurulmasıyla birlikte telefon görüşmesi yapmaya başlayan zatla girdiğim münakaşayı saymazsak, bu yıl hava karardıktan sonra çıktığım yolculuk sorunsuz geçti. Ürgüp’e götürecek servis, havalimanının önünde beni bekliyordu. Neredeyse her ayrıntının düşünüldüğü, mükemmele yakın bir organizasyonla karşı karşıyaydık yine.

Yaklaşık bir saat süren Kayseri-Ürgüp yolu sonunda ulaştığım Dinler Otel’de aynı samimiyet ve güleryüzle karşılandım. Giriş işlemlerini tamamladıktan sonra, lobide sohbet eden bir halka gözüme ilişti. Kıymetli iktisat tarihçimiz, Hür Fikirler yazarı Cihan Güneş’in de yer aldığı bir gruptu bu. Yaklaşıp selam verdim. Kısa bir hasbihalden sonra eşyalarımı bırakmak için izin istedim.

Katılımcıların bir kısmı çoktan odalarına çekilmiş, bir kısmı dolaşmaya çıkmıştı. Ortalık pek sakin derken, geçen yılki kongreyi anlattığım yazıda orada bulunmayışından dert yandığım Mehmet Ali İlkaya ile karşılaştık. Ertesi gün, eğitim sisteminde bireyin ve bireyselliğin önemini anlatan bir sunum yapacaktı bize.

Aynı yazıda bahsettiğim bir diğer isim olan Bengül Güngörmez de bu yıl aramızdaydı. Fotoğraflardan tanıdığım dört yaşındaki tatlı kızını da getirmişti üstelik. Tıpkı Kürşat Çetinkoz gibi. Kürşat’ı ve katılımcı listesine adını bizzat yazıp imza atan sekiz yaşındaki kızını orada görmekten ayrı bir mutluluk duydum. Bu, onun ilk kongresiydi.

Liberal Düşünce Kongrelerine katılanlar içinde hem fikren hem kalben birbirine bağlı olanlar var. Birbiri için sevinip üzülenler, özleyenler… Çok sık görüşemesek de koca bir ailenin parçasıyız sanki. Bu tür organizasyonlar, büyük bir ailenin farklı uğraş ve coğrafyalara dağılmış parçalarını kısa süreliğine de olsa bir araya getiren bir şölen havasında geçiyor.

Uzun süredir görmediğim Şenol Kaluç’la bu kongrede buluştuk meselâ. 11. Uluslararası İslam ve Özgürlük Konferansı’nda tanıştığım Afganistanlı genç akademisyen ve kadın hakları savunucusu Manizha Ramizy ile onbeş gün sonra bu kongrede tekrar görüştük. Buna mukabil, Hayrettin Özler ve Bekir Berat Özipek hocalarımız ile son çıkan kitabı “Ayrancı’da Bir Apartman”ı imzalatmak için yolunu gözlediğim Harun Kaban’ı bu yıl göremedim. Keza, Muhammed Akar da gözlerimin aradığı isimler arasındaydı.

Kongrenin müdavimlerinden Yusuf Tekin, Milli Eğitim Bakanı olarak bu yıl da aramızdaydı. Okul, öğretmen ve derslik sayısı bakımından kat edilen mesafeyi, yabancı okulların ve öğrencilerin durumunu, bilhassa sığınmacılar hakkında tedavüle sokulan yalan yanlış bilgilerle Bakanlığı yıpratmaya dönük kötü niyetli faaliyetleri anlattı. Bakan Yardımcımız Ömer Faruk Yelkenci yeni maarif modelinin amaçlarından bahseden bir sunum yaptı. Nevşehir Valisi Ali Fidan ile, Nevşehir ve Kapadokya Üniversitesi Rektörleri Semih Aktekin ve Hasan Ali Karasar hocalarımız da kısa birer konuşmayla bizi selamladı. İş Bankası Genel Müdürü Adnan Bali de, sanıyorum bu yıl ilk defa kongreye katılanlar arasındaydı.

Başka kimler yoktu ki… İki gün süren kongrede millî eğitim politikamızdan iktisat politikamıza, Filistin’de uygulanan devlet terörü ve soykırımdan liberal fikirlerin dünyadaki son dönem serencamına, sosyal medyada ifade özgürlüğünden Tanzimat öncesi dönemde piyasaya devlet müdahalesine kadar pekçok konuyu tartıştık. Bu tartışma ve fikir alışverişleri çoğu zaman panel sonrasına da taştı.

Liberallerin birbirini kıyasıya eleştirdiği ve sosyalizme meyletmekle itham ettiği üçüncü oturum, bu yılki kongrenin en ilginç oturumuydu bana göre. Liberalizmle dün tanışanların, bu fikriyat için yıllardan beri kalem oynatan insanlarla hiçbir kıdem ve hiyerarşi farkı gözetmeksizin, kırmadan, kırılmadan, korakor bir tartışmaya girebildiği kaç platform, kaç müessese var ki ülkemizde? LDT’nin, liberallerin ve liberalizmin farkı bu olsa gerek.

Kongrenin en yakıcı oturumu, Filistin’le ilgiliydi. Bir yılı aşkın süredir devam eden bu katliamı biri Çorum’da, diğeri İstanbul’da düzenledikleri eylemlerle protesto eden Metin Uçar ve Fatma Erdebir, Filistin’in ve Gazze’nin haklı dâvâsını ve bu yolda yapılabilecekleri şahsî tecrübelerinden yola çıkarak anlattı. Bu zulmün tez zamanda son bulması hepimizin dileği.

Ailece gidilen pikniklerde bile birşeyler unutulur ya da aksar. Yüzlerce kişinin katıldığı bu tür bir organizasyonu hiçbir aksiliğe veya karışıklığa mahal vermeden tamamlayabilmek gerçekten büyük bir başarı. Küçücük sorunlara bile el atıp ânında çözmeye çalışan tertip komitesi ile Dinler Otel’in çalışanlarına, kongrenin toplanmasında payı ve emeği olan, kongreye katılan herkese buradan bir kez daha teşekkür ediyorum. Seneye görüşmek üzere.

Anayasal monarşi mi, cumhuriyet mi demokrasiyle daha iyi bağdaşır?

“Anayasal monarşi mi cumhuriyet mi demokrasiyle daha iyi bağdaşır?” sorusu ne yersiz ne de anlamsız. Bunu, dünya siyasi coğrafyasına göz atarsak, hemen anlayabiliriz.  Dünyadaki demokrasilerin bir kısmı anayasal monarşi ve bir kısmı cumhuriyet. Başka bir deyişle, bizde genellikle sanıldığı gibi, cumhuriyet demokrasi ile özdeş değil.

Anayasal monarşiler ile cumhuriyetler demokrasi açısından değerlendirildiğinde karşımıza çıkan tablo anayasal monarşinin demokrasi ile daha iyi bağdaştığını gösteriyor diyebiliriz. Çünkü, dünyada demokrasi olmayan anayasal monarşi yok. Buna karşılık, cumhuriyetler için aynı şey söylenemez. Demokrasiyle uzaktan yakından bir ilişkisi olmayan cumhuriyetler mevcut.

Ne var ki, ülkemizde bu konuyu tartışmaya açmak çok zor. Konuyu gündeme getirenler aykırı bir fikri dile getirenler olarak görülmüyor, despotizm anlamında mutlak monarşiyi savunmakla ve Türkiye Cumhuriyeti’ne ihanet etmekle suçlanıyor. Buna rağmen, kaderi bir bakıma popüler fikirlere karşı çıkma eğilimi tarafından şekillendirilmiş biri olarak, bu konuyu ele almakta fayda olduğunu düşünüyorum.

Önce bir noktanın altını çizeyim. Monarşi ikiye ayrılır; mutlak monarşi ve anayasal monarşi. İkisi birbirinin aynısı değildir. Tam da tersine, bunlar birbirinden taban tabana farklı fikirler ve uygulamalar. Dolayısıyla, anayasal monarşiyi tartışalım diyenleri mutlak monarşiyi savunmakla suçlamak bir kurnazlık veya bir cehalet yansıması. Bunu yapanlar ya muarızlarını savunmadıkları bir şeyi savunmakla itham ederek etkisiz hâle getirmeyi isteyen ya da gerçekten anayasal monarşi ile mutlak monarşi arasındaki farkı göremeyecek ve bilemeyecek kadar bilgisiz ve cahil kişiler. Bir diğer çelişki, hatta komik durum, bunu yapanların hemen hepsinin, aynı zamanda, mutlak monarşiye en yakın siyasî yapılanma ve uygulamalara sahne olan Türkiye’nin tek parti cumhuriyeti döneminin de hızlı ve tavizsiz, yerine göre saldırgan ve küfürbaz bir savunucusu olması. İktidarın yapılanması ve topluma müdahaleleri açısından tüm Osmanlı ve Türkiye tarihinde mutlak monarşiye en yakın periyot 1923-25 ile 1945-50 arasında süren tek parti diktatörlüğü dönemidir. Bu dönemi savunan birinin aynı zamanda insan hak ve özgürlüklerini savunduğunu iddia etmesi kadar tuhaf ve komik bir durum az ve zor bulunur.

Anayasal monarşi, adı üstünde, anayasanın üstünlüğüne dayanır. Terimdeki anayasal terimi buna işaret emektedir. Mutlak monarşi ise anayasal sınır tanımaz. Buna rağmen mutlak monarşi ile despotizm arasında bir ayrım yapmakta da fayda var. Siyasi tarih gösteriyor ki mutlak monarşi her halükârda ve ille de despotizm teşkil etmez. Bunun olması için mutlak monarşinin bir total ve tekelci ideoloji ile beslenmesi ve desteklenmesi gerekir. Başka bir deyişle, despotizmin vücut bulması için bir total ideoloji iktidarın kaynağı ve rehberi olmalıdır ve bu ideoloji toplumda tek ideoloji olmalı ve her yol ve araçla insanlara dayatılmalıdır. Oysa, mutlak monarşilerde durum bu değildir. Buna rağmen, anayasal monarşi mutlak monarşiden ciddi bir uzaklaşmaya işaret eder. Anayasal monarşide en başta monark demokratik esaslara ve usullere dayanan bir anayasa ile bağlıdır. İkinci olarak, monark aşağı yukarı yetkisizdir veya daha ziyade sembolik yetkilerle donanmıştır ve ülkedeki en önemli pozisyonlara geliş ve gidiş periyodik, âdil, yarışmacı, demokratik seçimlere bağlıdır. Anayasal monarşide ilk adam genellikle seçimle göreve gelen başbakandır. Kanunları yapma yetkisi de monarka değil seçimlerle oluşan parlamentoya aittir.

Bu hâliyle anayasal monarşi demokrasiye çok elverişlidir. Anayasa monarşinin olduğu hemen hiçbir yerde despotizm doğmamış ve demokrasiler meselâ cumhuriyet olan demokrasilere nispetle çok daha büyük istikrar kazanmıştır. Örnek olarak Büyük Britanya, İspanya, Belçika, Hollanda, Danimarka gibi ülkelere bakılabilir.

Anayasal monarşinin çeşitli erdemleri olduğu söylenebilir. İlki, çoğu cumhuriyette olduğu gibi geçmişten ve tarihten radikal ve çoğu zaman devrimci bir kopuşa meydan vermemesidir. Siyasî yapılanmada bir tür “devrim” olabilir ama kültürde, ananede, ahlâkta devrim yapılamaz. Bunlar çok uzun zaman dilimi içinde ve belli bir otoriteye veya merkeze bağlı kalmadan şekillenen beşerî kurumlardır. Anayasal monarşi bu gerçeğin hatırda tutulmasına yardımcı olur. Anayasal monarşinin bir diğer üstünlüğü, ülkede devletin birliğini ve sürekliliğini tesis ve temsil etmede ve insanlara benimsetmede cumhuriyetlerden daha başarılı olmasıdır.

Cumhuriyet fikrinin tarihî kökleri de anayasal monarşi gibi hayli eskilere gitmektedir. Zamanımızda demokrasilerin bir kısmı cumhuriyet olarak yapılanmıştır. İlk modern cumhuriyet örneği ABD’dir. Almanya, Avusturya, Fransa gibi önemli ülkelerin de cumhuriyet sistemine sahip olduğu görülmektedir.

Ancak, cumhuriyet fikrinin demokrasi ile bağdaşma derecesi anayasal monarşinin demokrasiyle bağdaşma derecesine nispetle daha azdır. Özellikle çok partili ve periyodik seçimlere sahip olmayan cumhuriyetler anti-demokratiktir. Kuşku yok ki yirminci yüzyıl bu bakımdan ilginçtir. Sosyalist Sovyetler Birliği, nasyonal sosyalist Almanya totaliter bir renge sahip ve yirminci yüzyılda ortaya çıkmış tipik cumhuriyet örnekleridir. Keza, Ortadoğu’da da otoriter cumhuriyet örnekleri vardır. Meselâ Saddam Irak’ı veya bugünkü Esad Suriye’si ve bir tür İslamist İran da otoriter cumhuriyetlere örnek olarak verilebilir. Türkiye de tek parti diktatörlüğü altında tüm demokratik siyasî özelliklerden uzak olan ve ülkede yaşayanları insan hak ve özgürlüklerinden önemli ölçüde mahrum eden bir yarı otoriter-yarı totaliter cumhuriyet dönemi yaşamıştır. Zamanımızda anti demokratik vasıflarıyla dikkat çeken Kuzey Kore ve Küba gibi ülkeler de cumhuriyettir. Bütün bu örnekler de ispatlıyor ki, cumhuriyetler demokratik olabileceği gibi otoriter veya totaliter de olabilmektedir.

Bu da bize göstermektedir ki cumhuriyet fikrinde anti-demokratik, hatta totaliter bir nüve vardır. Bunun ana kaynağı cumhuriyetin bir “erdemliler rejimi” sayılması ve bu erdemlilik hâlinin yaratılmasının-oluşturulmasının ve korunmasının devlete ait bir kamusal görev olarak görülmesidir. Bu bakış bir ulus yaratma ve ulusu bir anlamda devletle özdeşleştirme çabasıyla örtüştüğünde, bu proje, adına ister çağdaşlaşma ister çağdaş uygarlığı yakalama ister modernleşme, ne derseniz deyin, topluma geniş çaplı müdahaleleri gerektirmekte ve haklı göstermektedir. Bahsettiğim tüm anti demokratik cumhuriyetlerde ve bu arada Türkiye’nin tek parti cumhuriyetinde karşımıza çıkan manzara budur. Ayrıca, tersinden bakıldığında, bu söylemle, anayasal monarşilerin bir anlamda “erdemsizler rejimi” olduğu ima edilmektedir ki, bu da ciddiye alınabilecek bir görüş değildir.

Cumhuriyeti anayasal monarşiye karşı savunmada kullanılabilecek en önemli argüman siyasî eşitliktir. Başka bir deyişle, monarkın belli bir aileden gelme mecburiyetine karşılık cumhuriyette, en azından teorik olarak, her vatandaşın devlet başkanı olma hakkının bulunmasıdır. Bu arada, şuna da işaret edelim. İster cumhuriyet olsun ister anayasal monarşi, bir demokraside, seçim ile gelinen çok sayıda makam vardır. Anayasal monarşide seçimle gelinemeyecek makam monarklıktır. Bu da, cumhuriyetin lehine, kuvvetli bir argüman olarak ileri sürülebilir.

Bu yaklaşıma cevap verirsek şu noktaların altı çizilebilir. Anayasal monarşide saltanat ailesi içinden gelen monark sembolik yetkilere sahiptir. Asıl önemli makam olan başbakanlık tüm vatandaşlara açıktır.  Ayrıca, bir cumhuriyette bir kimsenin cumhurbaşkanı olma ihtimâli, özellikle kalabalık ülkelerde, çok az olabilir. İnsanların hemen hemen tamamına yakını bu makama gelme şansına sahip değildir. Dolayısıyla, fiiliyatta değişen bir şey yoktur. Değişiklik daha ziyade hissiyattadır.

Bu tartışmanın yapılması, yapılabilmesi önemli. Aslında, cumhuriyet fikrinin gelişmesi ve ezbere ve tekerlemelere değil argümanlara dayanan bir cumhuriyet savunusunun yapılabilmesi de bu tür tartışmaların olmasına bağlı. Ne yazık ki ülkemizdeki kültürel ortam ve ruh hâli buna pek müsait görünmüyor. Ama bu, tartışmanın, elbette, hiçbir surette yapılamayacağını göstermiyor. Konunun yavaş yavaş da olsa tartışma gündemine girmesini memnuniyetle karşılıyorum.

Benim tercihimin ne olduğu sorulursa kesin bir tercihimin bulunmadığını söyleyebilirim. Mühim olan ülkede demokratik bir rejimin olması. Bu, anayasal monarşi de olabilir demokratik cumhuriyet de. Tercih cumhuriyet ise bu cumhuriyetin otoriter ve totaliter cumhuriyet olmamasına, seçimli, yani demokratik cumhuriyet olmasına bilhassa dikkat etmek gerekir. Bu durumda, manasız şekilde “yaşasın cumhuriyet” diye bağırmak yerine, “yaşasın demokratik cumhuriyet” diye bağırmak daha uygun olur kanaatindeyim.

2024 Liberal Düşünce Kongresi – Tuğba Pusa

0
1996’ dan beri her yıl düzenlenen ve artık bir gelenek haline gelen LDT Kongreleri, 1-3 Kasım’da, her yıl olduğu gibi bu yıl da Ürgüp Dinler Hotel’de yapıldı.

Açılış konuşmalarını, topluluğun kurumsallaşmasında ilk yıllardan itibaren büyük emeği olan ve kongrenin bu yıl da başarıyla gerçekleşmesine katkıda bulunan Liberal Düşünce Topluluğu Genel Koordinatörü Özlem Çağlar Yılmaz, Milli Eğitim Bakanı Prof. Dr. Yusuf Tekin, Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Semih Aktekin, Kapadokya Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Hasan Ali Karasar ve Nevşehir Valisi Ali Fidan yaptı.

Milli Eğitim Bakanı Prof. Dr. Yusuf Tekin, 1990’lı yıllardan bu yana Liberal Düşünce Topluluğu’nun toplantılarına akademisyen, eğitim müsteşarı ve bakan yardımcısı sıfatlarıyla katıldığını belirtti. LDT’nin, Türkiye’de özgürlükçü ve demokratik bir bakış açısının yerleşmesine sağladığı katkılara dikkat çeken Tekin, Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli’nin uzun soluklu bir emek ve kararlılık süreciyle oluştuğunu ifade etti. Bu modelin amacının sadece bilgiye ulaşan değil, aynı zamanda özgür düşünen, bağımsız muhakeme yapabilen ve ifade özgürlüğünü benimsemiş bireyler yetiştirmek olduğunu vurguladı. Tekin, özgür düşünce, insan hakları ve toplumsal dayanışma gibi evrensel değerlerin kapsamlı bir şekilde ele alındığı bu buluşmanın, ülkemiz ve tüm insanlık için yeni bir dönemin kapılarını aralamasını temenni etti.

Kongrenin ilk oturumu, “Milli Eğitim Politikası” başlığı altında Prof. Dr. Ömer Çaha’nın oturum başkanlığında yapıldı. Oturumda, Milli Eğitim Bakan Yardımcısı Ömer Faruk Yelkenci, milli eğitim müfredatını daha özgürlükçü ve çoğulcu hale getirme yönünde çalışmalar yürüttüklerini belirtti. Prof. Dr. İrfan Erdoğan, Türkiye’deki eğitim sisteminin, Avrupa’daki kast sisteminin aksine, sosyoekonomik hareketliliği destekleyen bir yapıya sahip olduğunu vurguladı. Prof. Dr. Yüksel Göktaş ise Türkiye’deki üniversite sayısındaki artışa rağmen arz-talep dengesizliğinin sürdüğüne dikkat çekti. Göktaş, akademik ve mesleki eğitim arasındaki dengenin sağlanması gerektiğini ifade ederken, üniversiteler ile iş dünyası arasındaki iş birliği eksikliğine ve hayat boyu öğrenme imkanlarının yükseköğretimde finansman desteğiyle güçlendirilmesi gerektiğine değindi. Eğitimci Mehmet Ali İlkaya ise sosyal devlet anlayışıyla yetişen vatandaşlardan bireyci, özgürlükçü bir devlet anlayışına hızlı bir geçişin zor olduğunu; ancak doğru adımlar atılarak bu alanda olumlu sonuçlar alınabileceğini belirtti.

İkinci oturum, “Filistin’de Soykırım Karşısında Liberal Tutum” başlığı altında Prof. Dr. Alim Yılmaz’ın oturum başkanlığında gerçekleşti. İlk konuşmacı Prof. Dr. Metin Uçar, 7 Ekim’den sonra Türkiye genelinde yaklaşık 200 kişiden oluşan Filistin Akademik Düşünce Platformu’nu kurduklarını açıkladı. Uçar, platformun Filistin duyarlılığını ön planda tutarak doğru bilgi arayışı, haksızlığa karşı duruş, bilimsel ve etik ilkelere bağlılık, antisemitik söylemden kaçınma, Filistinli gruplar arasında tarafsız kalma ve toplumsal kesimleri incitmeyecek bir dil kullanma gibi ilkeler benimsediğini belirtti. Her hafta düzenli olarak Filistin söyleşileri gerçekleştirdiklerini söyleyen Uçar, platformun yaklaşık bin maddeden oluşacak bir Filistin sözlüğü hazırladığını ve Filistin ile ilgili kitap projelerini başlattığını duyurdu. Filistin meselesinin sadece 7 Ekim sonrasıyla açıklanamayacak kadar derin ve geçmişe dayalı bir sorun olduğunu vurgulayan Uçar, siyonizm eleştirisi ve antisemitizm konularında Ebuzziya Tevfik, İsmail Hakkı Bey, Şükrü El-Aseli Bey, Yusuf Akçura ve Mahmud Muhtar Paşa’nın çalışmalarına da değindi. Dr. Murat Yılmaz, İsrail’in insan hakları ve hukuk ihlalleri tespit edilirken, zaman zaman Siyonizm tartışmalarının gündeme geldiğini belirtti. Bu ideoloji tartışmalarının genellikle somut ihlallerin göz ardı edilmesine yol açtığını vurgulayan Yılmaz, dikkatin somut ihlallerde kalmasının daha faydalı olacağını ifade etti. Siyonizmin, emperyalizmin belirli bir bölgeye yönelik bir alt ideoloji olarak ortaya çıktığını söyleyen Yılmaz, Filistin meselesini değerlendirirken yalnızca İsrail’i değil, aynı zamanda onunla birlikte hareket eden ABD ve Batılı ülkeleri de dikkate almak gerektiğine dikkat çekti. Bu ülkelerin çizdiği politik çerçevenin, İsrail’e insan hakları ihlallerinde zemin ve destek sağladığını belirten Yılmaz, Sanayi Devrimi’nden bu yana ilk defa ekonomik ağırlığın Batı dışına, özellikle Doğu’ya kaydığını hatırlattı. Bu yönelimin, siyasi hegemonyasını sürdüren ABD ve iş birliği yaptığı ülkeler için büyük bir endişe kaynağı oluşturduğunu belirtti. Yılmaz, ABD ve Batı ülkelerinin, Doğu’da oluşan ekonomik merkezin siyasi bir güç ve askeri kapasiteye dönüşmesini engellemek amacıyla kaos yaratan bir dış politika izlediğine dikkat çekti. Avukat Fatma Erdebir, 7 Ekim sonrasında Türkiye’de düzenlenen eylemlerde siyasi ve dini motiflerin öne çıktığını ve bu nedenle herkesi kapsayamadığını belirtti. Bu eksiklikten hareketle, tüm kesimlerin kendisini ait hissedebileceği “Birleşmiş Vicdanlar Hareketi”ni başlattıklarını ifade etti. Erdebir, Birleşmiş Vicdanlar Hareketi’nin, siyasi, dini ve ideolojik farklılıkları geri planda tutarak, soykırım ve insanlığa karşı işlenen suçlara yol açan küresel düzene karşı saf bir vicdan hareketi olarak oluşturulduğunu vurguladı. Erdebir, şimdiye kadar Birleşmiş Vicdanlar Hareketi’nin çocuklar, boykot ve dünya düzenine karşı temalar etrafında 13 sokak eylemi düzenlediğini belirtti. Boykotun, sonucu ne olursa olsun, bilinçli bir duruş olduğuna dikkat çekerek, bunun aynı zamanda marka işgaline karşı bir tavır olduğunu dile getirdi. Bir diğer eylem teması olarak da Birleşmiş Milletler’e ve soykırımlara destek veren güçlere karşı durduklarını ifade etti. Erdebir, Birleşmiş Milletler’in artık Amerika’nın etkisi altında araçsallaşmış bir örgüt haline geldiğini, dünya barışını koruma, soykırımlara ve insanlık suçlarına karşı durma misyonunu yitirdiğini belirtti. Erdebir, Birleşmiş Vicdanlar Eylemlerinde Birlemiş Milletlere bir teklif sunduklarını söyledi. “Soykırım, savaş suçları ve insanlığa karşı işlenen suçlarda daimi üyelerin veto hakkı kalkmalı Üye devletlerin

¾’ünün mutabık kaldığı konularda daimi üyelerin veto hakkı kalkmalı”. Erdebir, Amerika’daki gözlemlerine dayanarak, siyonizmin sistematik ve kötü niyetli bir akılla hareket ettiğini ve bu konuda bilinçli ve dikkatli olmamız gerektiğini vurguladı. Son olarak, Gazze’de ateşkes sağlansa dahi bu tür faaliyetlerine devam edeceklerini ve yeryüzünde bozgunculuk yaratan sistematik kötü akla karşı bilinç oluşturma amacıyla çalışacaklarını belirtti.

Üçüncü oturum “Batı Dışı Dünyada Liberal Olmak” başlığı altında, Prof. Dr. Atilla Yayla’nın oturum başkanlığında gerçekleşti. Prof. Dr. Tanel Demirel, evrensel olarak kabul edilebilecek bir liberalizmden söz etmenin zorluğuna dikkat çekerek, liberal değerler ile Batılı değerlerin özdeş kabul edilmesinin yeniden sorgulanması gerektiğini ifade etti. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında, liberal değerlerin Batılı değerlerle özdeş olduğu fikrinin geniş yankı bulduğunu belirten Demirel, Batılı devletlerin ulusal çıkarlarını “liberal değerler” maskesi altında sunduğunu söyledi. Batı’nın son üç yüz yıllık başarıları, dünya genelinde yaşananların yalnızca Batı kaynaklı olduğu yanılgısına yol açarken, Doğu’nun bu süreçteki katkısının ikinci plana itildiğini ifade etti. Demirel, “Liberal değerler sadece Batı’da kristalleşmiştir ve başka kültürlerden alınacak bir katkıya sahip değildir” gibi bir yaklaşımın doğru olmadığını vurguladı. Hoşgörü, bilginin sınırlılığı, mülkiyetin önemi ve piyasa ekonomisinin anlamı gibi liberal değerlerin izlerinin İslam, Hint ve Çin kültürlerinde de bulunduğunu belirtti. Batı’daki tarih anlayışının bu katkıları göz ardı ederek, liberal değerlerin yalnızca Batı’ya aitmiş gibi bir algı oluşturduğunu ifade etti. Bu durumun, milliyetçi, muhafazakar ve İslamcı çevrelerde “Batılı değerler çöktü, dolayısıyla liberal değerler de çöktü” gibi bir düşünceye yol açtığını ve bunun yeniden anti-liberal bir gücü teşvik etme çabası olarak eleştirilmesi gerektiğini belirtti.

Prof. Dr. Atilla Yayla, liberalizmi üç ana grupta toplandığını; bunların klasik liberalizm, anarko-kapitalizm ve Amerikan liberalizmi olduğunu belirtti. Yayla, liberal prensiplerin dayatma anlamına gelmediğini, klasik liberalizmin savunduğu değerlerin çerçeve değerler olduğunu ifade etti. Son olarak Yayla, liberalizmi kolektif bir bakış açısıyla değil, birey üzerinden yorumlamanın daha anlamlı olduğunu ifade etti.

Dördüncü oturum “Türkiye’nin Ekonomi Politikası” başlığı altında, Prof. Dr. İsmail Seyrek’in oturum başkanlığında yapıldı. Prof. Dr. Ahmet Uzun, Türkiye’deki iktisatçıların ideolojik önyargılardan kurtulmakta zorlandığını ve bu durumun siyasetin ekonomi üzerindeki etkisini artırdığını ifade etti. Müdahaleci politikaların, risk almaktan kaçınan, pasif ve yeniliklere kapalı bireyler yetişmesine yol açtığını belirtti. Bu çıkmazdan kurtulmanın yolunun, fikir özgürlüğünü sağlamak, serbest piyasa ekonomisini teşvik etmek, deregülasyon uygulamalarını hayata geçirmek ve kamu kesiminin büyüklüğünü kontrol altına almak olduğunu vurguladı. Ayrıca, siyasetin ekonomik ve bürokratik yetenekleri engellemesine izin vermemek, özgürlüğün tüm riskleriyle kabul edilmesi ve demokrasi ile ekonomi üzerindeki aşırı müdahaleci tavırdan vazgeçilmesi gerektiğini belirtti. Prof. Dr. Selahattin Toğay ise verimlilik üzerine yaptığı konuşmada, Merkez Bankası’nın son politikalarının umut verici olduğunu ifade etti. İmalat sektörünün, hizmetlerden ve özellikle inşaat sektöründen daha verimli olduğunu vurgulayan Toğay, düşük verimliliğe sahip inşaat sektörünü büyüme aracı olarak tercih etmenin ekonomiye zarar verdiğini belirtti. İnşaat sektörünün istihdam yaratsa da verimsizlik yarattığını ve bunun dolaylı olarak enflasyonu tetiklediğini sözlerine ekledi.

 

Son oturum “Yeni Çalışmalar: Genç Akademisyenler” başlığı altında Prof. Dr. Hamit Emrah Beriş‘in oturum başkanlığında gerçekleştirildi. Kongre’nin son oturumda ben de Liberte Yayınları’ndan kitap olarak çıkan “İfade Özgürlüğü ve Sosyal Medya” yüksek lisans tezim hakkında konuşma yaptım. Konuşmamda, ifade özgürlüğünün kavramsal çerçevesini anlattım; ardından sosyal medyada ifade özgürlüğünün değişen fırsat ve zorluklarını tartışmaya açtım. Son konuşmacı Dr. Ümit Tol ise Tanzimat öncesi Osmanlı Devleti’nde piyasa düzenlemeleri ve fiyatlar üzerine yazdığı doktora çalışmasını sundu. Çalışmasında, Osmanlı’da narh uygulamalarının maliyetleri artırdığını tespit ettiğini belirten Tol, “Piyasaya dışarıdan müdahale ederek fiyat artışlarını önlemek mümkün değildir,” dedi. Piyasa fiyatlarına müdahalenin çeşitli maliyetlere yol açtığını ve bu maliyetleri karşılamanın ciddi ekonomik yükler getirdiğini açıkladı. Tol, Osmanlı’nın narh uygulamaları kapsamında yaptığı müdahalelerin sonuçlarının, piyasa fiyatlarını kontrol etmenin mümkün olmadığını gösterdiğini ve bunun hem ampirik hem de tarihsel bir kanıt sunduğunu ifade etti.

2024 Liberal Düşünce kongresi herkes için son derece verimli geçti. Prof. Dr. Atilla Yayla, Prof. Dr. Tanel Demirel, Özlem Çağlar Yılmaz, Serpil KoçtürkDr. Büşra Anesa Sönmez, Müşeref Merve Şahin ve Liberal Düşünce Topluluğu’nun değerli çalışanlarına, kongrenin düzenlenmesinde emeği geçen herkese teşekkürlerimi sunuyorum. 2025 Liberal Düşünce Kongresi’nde yeniden bir araya gelmeyi diliyorum.

Yeni Birlik Gazetesi, 7 Kasım 2024

Akademik Değil Mesleki Eğitime İhtiyacımız Var

0

Geçen hafta sonu Liberal Düşünce Topluluğu tarafından düzenlenen ve uzun bir geçmişe sahip olan Liberal Düşünce Kongresi yapıldı. Kongreye geçmişte kongrenin sürekli müdavimlerinden Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin de katıldı. Sayın Bakanın açılışta dediği gibi kongredeki pek çok katılımcı kongreler ile yaş alıp, saçları ağarttı.

Topluluk geçmişte kimsenin konuşmaya bile cesaret edemediği konularda cesaretle fikir mesaisi yapmış ve doğrudan siyaset yapmadan siyasileri etkileyerek ülkemizin demokratikleşmesi ve özgürleşmesi için mücadele etmişti.

2024 Kongresi de yine kaliteli sunumlarla dolu idi. Tabi bu tür etkinliklerin en büyük artısı oturum aralarında katılımcılar arasındaki etkileşimlerin olduğunu belirtmeden geçmemek lazım. Geçmişte öğrenci olarak bu toplantılara katılan pek çok katılımcının gerek akademik ve gerekse başka alanlarda çok üst seviyelere geldiklerini görmek herhalde topluluk için ayrı bir gururdu.Oturumların her biri birbirinden kıymetli olmakla birlikte özellikle Erzurum’dan Prof. Dr. Yüksel Göktaş’ın Milli Eğitim Politikası oturumunda üniversiteleri konu alan “Tarihsel Dayanıklılık ve Dönüşüm” sunumu oldukça ufuk açıcı idi.

Göktaş, üniversitelerin tarihsel olarak oldukça köklü ama yeni şartlara uyum sağlama yetenekleri de oldukça yüksek kurumlar olmasına rağmen ülkemizde mevcut halleri ile çağa adapte olma ve topluma liderlik yapabilme sorunu yaşadığını, dahası geçmişte “sınıf atlama aracı olma” misyonunu da yitirmeye başladığına dikkatleri çekti.

Değişen çağın ve toplumun talepleri çerçevesinde dijitalleşme, yapay zeka, küresel rekabet ve toplumsal talepler çerçevesinde üniversitelerin rolünün yeniden inşasının ne denli önemli olduğunu vurguladı.

Göktaş’a göre Türkiye’de son yıllarda birçok üniversite açılmasına ve kontenjanların artırılmasına rağmen yükseköğretimde arz ve talep arasındaki fark halen daha yüksek. Bu talebi karşılamak için yükseköğretimde çeşitlilik sağlanarak özellikle mesleki ve teknik eğitimde kapasite artışına ihtiyaç olduğunun altını çizdi. Ülkemizde pek çok sektörde beyaz yakalı fazlalığı varken mavi yakalı kalifiye eleman bulunamamakta ve bu açık sığınmacılar aracılığı ile kapatılmaya çalışılmaktadır.

Göktaş, yine mesleki eğitim ile akademik eğitim arasında da net bir ayrım yaparak mevcut sisteme sert ama haklı eleştiri getirdi. Mesleki eğitim yerine akademik eğitimin yaygın olmasından dolayı mezunların önemli kısmı eğitim aldığı alanlar dışında istihdam edilmektedir Bu durum hem iş gücüne katılımı zorlaştırmakta hem de fazladan eğitim ihtiyacını doğurmaktadır. Bunun yanında da mesleğin gerektirdiği eğitimi almaktan alıkoymaktadır. Ayrıca maalesef bizde mesleki eğitimin sürekli ileri yaşlara ötelenmesi önümüzde diplomalı işsiz sayısının da sürekli artmasının en büyük sebebi. TÜİK verilerine göre eğitim kalitemizdeki düşüklük nedeni ile mezunların alanda istihdam oranı ancak %25 civarında.

Göktaş bu nedenle Yükseköğretimde mesleki ve teknik yükseköğretim hem ortaöğretim adımı ile birlikte kurgulanmalı hem de piyasanın işgücü ihtiyacını karşılayacak çeşitlilik ve yapıya kavuşacak şekilde bütünüyle yeniden yapılandırılması gerektiğine dikkat çekti. Bunun içinde “Öncelikle araştırma üniversitelerinden başlamak üzere MYO’ların üniversitelerden ayrılarak, Sağlık Bilimleri Üniversitesi örneğindeki gibi ayrı bir çatı altında (Uygulamalı Bilimler Yüksekokulu/Üniversitesi) uygulama ağırlıklı ve merkezi olarak yeniden yapılandırması” gerekliliğini belirtti.

Göktaş’a göre yükseköğretim kurumları yaygın eğitimi daha etkin bir şekilde içerecek şekilde dönüşmelidir. Kısa süreli sertifika programları ile çalışanların kariyer gelişimi üniversiteler tarafından desteklenmelidir. Ayrıca üniversitelerin mezunlarına sürekli eğitim fırsatları sunabilecek şekilde yeniden yapılandırmak gerekmektedir.

Göktaş, öğretim elemanı açığını kapatmak için de bir önerisi var: “Nitelikli öğretim elemanı açığını kapatmak için Mesleki Doktora dereceleri (Sanatta Yeterlik, Tıpta Uzmanlık, Diş Hekimliğinde Uzmanlık vb. gibi) yoluyla kamu ve özel sektörde alanında yetişmiş uzmanlardan yararlanmanın yolları aranmalıdır.”

Zaten kaynaklarımız kıtken Göktaş’ın önerileri son derece önemli. Dünyanın yapay zeka ve dijitalleşmede aldığı yol oldukça korkutucu iken bizim burada temel meseleleri dahi çözememiş olmamız büyük kayıp.

Yapılan çalışmalar gösteriyor ki yakın bir gelecekte yeni teknolojilere uyum sağlayamadan verimli tarımsal üretim bile yapılamayacak. Çok geç olmadan bu yeni çağa ayak uydurmalıyız, Sanayi Devrimini ıskaladık ama bu yeni çağı ıskalamak gibi bir lüksümüz olmamalı!…

6 Kasım 2024, Karar Gazetesi

Liberallerin 2024 kongresi

0

Türkiye’nin en eski ve ana liberal oluşumu olan Liberal Düşünce Topluluğu (LDT) 2024 yılı Liberal Düşünce Kongresi’ni 1-3 Kasım’da Ürgüp’te, Dinler Hotelde gerçekleştirdi. Kongre bu yıl Kapadokya Üniversitesi ve Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi iş birliği ile gerçekleşti. Nevşehir Valisi Ali Fidan, Nevşehir Üniversitesi rektörü Prof. Dr. Semih Aktekin ve Kapadokya Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Hasan Ali Karasar da kongreye katıldı ve birer açış konuşması yaptı. Toplantıların yirmi beş yıldır müdavimi olan Millî Eğitim Bakanı Prof. Dr. Yusuf Tekin de açılışta yer aldı ve mühim konulara değindiği bir konuşma gerçekleştirdi. Türkiye’nin dört bir yanından gelen liberallerin buluştuğu kongre, bir hasret giderme ve çeşitli fikirleri dile getirme ve tartışma ortamı oldu.

Yaklaşık otuz yıldır sürdürülen kongre bir anlamda Türkiye’nin liberal klasiklerinden biri hâline geldi. Katılanların büyük çoğunluğunun genel anlamda liberal olduğu ama hemen her fikrin dile getirilebildiği ve tartışılabildiği kongrede bugüne kadar söylediklerinden dolayı taciz edilen ve engellenen bir kişi görmedim. Tam da tersine, bu kongrede nefes alma ve farklı fikirlerle karşılaşma imkânı bulduğunu ifade eden pek çok kişi ile karşılaştım. Çünkü, kongre fikirlerle ilgili, fikirlere fikirlerle mukabele edilebilen, ad hominem argümantasyonun komik kaçtığı ve bir işe yaramadığı bir vasat.

Türkiye, ne yazık ki, liberal fikirler ve entelektüel oluşumlardan yana çok talihsiz bir ülke. Memleketimizde ana çizgi kolektivist-komüniteryen. Bireyler değil gruplar öne çıkarılmakta ve gruplara fikrî ve fiilî sadakat önemsenmekte. Liberal yaklaşım ise bireyi merkeze almakta ve herkesin bireysel tercihlerine ve kararlarına saygı duymaya dayanmakta. Kongrenin, bu sayede, Türkiye’nin en iyi ve en heyecan verici akademik-entelektüel buluşma platformlarından biri olduğu söylenebilir.

Bunda otuz üç yaşına basmakta olan Liberal Düşünce Topluluğunun çizgisinin rolü büyük. İlk gününden itibaren içinde bulunan bir insan olarak LDT ile büyük gurur duyduğumu söylemek isterim. Günlük siyasetle ilgili bir şey yapmayan ve toplantılarında hangi partiye oy vermenin doğru olduğu asla tartışılmayan LDT bir akademik-entelektüel oluşum olarak başladı ve bugüne kadar yoluna böyle devam etti. İnşallah bundan sonra da aynı çizgide ilerler.

LDT’de, hiçbir zaman, ne yapsak, hangi faaliyetleri yürütsek diye bir sıkıntı duymadık. Her zaman yapılacak işler vardı. LDT’nin ana problemi düşünülen şeylere yetişmekti. Bu, bazen, yetişmiş insan gücünün sınırlı olması tarafından bir ölçüde engellendi. Ama, bugün Türkiye’de insan hak ve özgürlüklerini öne alan çizgide LDT’nin etkisi ve oynadığı rol gerçekten çok büyük.

LDT’nin bir sıkıntısı maddi kaynak bulma zorlukları oldu. LDT asla “bol para” sahibi olmadı. Yabancı ortakların bir kısmından da, LDT’ye bir gündem dayatma çabalarından dolayı, vazgeçildi. Diğer bazıları da Türkiye hakkındaki kara propagandanın ve en son İsrail’in gerçekleştirmekte olduğu Filistin soykırımının yol açtığı düşüncelerin etkisiyle LDT’den uzak durmaya başladı. Bu da LDT tarafından memnuniyetle karşılandı. Her şeye rağmen, LDT, üyelerinin çoğunun üniversite hocası olması sayesinde, yeni insanlara ulaşmakta çok büyük sıkıntı yaşamadı. LDT’nin gayet kısıtlı maddi kaynaklara sahip olması onun kuruluşu manipüle etme ve çıkar sağlama aracı olarak kullanma potansiyeli olan kişilerden ve gruplardan uzak kalmasını da sağladı. Bunun bir fikir oluşumu için muazzam bir avantaj teşkil ettiği söylenebilir…

Bu seneki Liberal Düşünce Kongresini başarıyla tamamladık ve gelecek senenin kongresi için şimdiden gün saymaya başladık!

6 Kasım 2024, Türkiye Gazetesi

150 İktisatçıya Reddiye

Önceki yazımda ana akım iktisatçılardan olan Acemoğlu’nun Ulusların Düşüşü kitabını eleştirmiştim. İfadelerim biraz sert tonda idi çünkü bir araştırmacının yapmaması gereken hataları yapmıştı. Bu sefer ise çoğunlukla ana akım iktisadın dışından gelen kişilerin düşüncesine eleştiri yazıyorum. Üstelik bu defa eleştiri yapmak benim için daha hassas bir konu. Çünkü Acemoğlu’nu kişisel olarak tanımıyordum. Fakat imzacı iktisatçıların bir kısmı benim arkadaşım, bir kısmı bizzat üniversiteden hocam, bir kısmı tanıdığım bildiğim insanlar. Bu yüzden bu yazıyı yazmakta tereddüt ettim. Aralarında kişisel olarak tanıdığım iktisatçı hocaların iyi niyetinden şüphem yok. Kimsenin kalbini de kırmak istemem ama bu konuda fikir ayrılığına düşmüş olduk. Bu kadar zamanda bütünlüklü bir metinle cevap veren de neredeyse olmadı. Sadece Sol haber portalında bir eleştiri yazısıyla karşılaştım. İmzacılar konuyu asgari ücret kapsamına hapsetmiş ve birçok sektörün devletleştirilmesi gibi bir programla kesin çözüme ulaşılabileceğini ifade etmiş. Bu görüşe de katılmıyorum. Anlaşılan tek başımayım ve birkaç gün geç kalmış da olsam doğru bildiklerimi bu yazımda anlatacağım.

Öncelikle bu konu nasıl başladı? Merkez Bankası Başkanının %25 zam yapılabileceğini telaffuz etmesiyle konu gündeme geldi. Halbuki Merkez Bankası başkanının bu konuda görev ve yetkisi yok. Taşradaki ilçe kaymakamının asgari ücret hakkında konuşması ne kadar tuhafsa Merkez Bankası başkanının fikir beyan etmesi aynı şeydir. Bir önceki Merkez Bankası başkanı da yabancı sermaye getireceğini iddia ediyordu! Merkez Bankası başkanları neden görev ve yetkilerinin dışındaki konularda fikir beyan ediyor? 1211 sayılı kanunu okumadan mı başkanlık yapıyorlar? Bunun üzerine Hazine ve Maliye Bakanı da benzer oranda bir açıklama yapınca konu netleşti. İlgili komisyonda asgari ücrete gerçekleşen enflasyonun altında bir zammın yapılmasının planlandığı anlaşıldı ve gelecekte enflasyonun ne olacağı hedeflense bile belirsizdi. İşte bu noktada birtakım iktisatçılardan asgari ücret bildirisi geldi.

İmza toplama yönteminin “bakın bizim gibi düşünen kişiler ne kadar kalabalık” mesajı vermenin dışında hiçbir işe yaramadığını düşünüyorum. Ben konudan haberdar olduğumda 118 iktisatçı idi. Bu yazıyı yazmaya başladığımda 150’ye yakın kişinin olduğu ifade ediliyor. Belki daha da artacak. İmza toplama yöntemindeki kalabalık gösterme telaşı ana fikrin önüne geçiyor. Bilimsel konuşacaksak kalabalık gösterme çabası anlamsız değil mi? Doğru olan sözü tek kişi tek başına söylese doğru olmayacak mıydı? Ben tek başımayım. Tek kişi olmam söylediklerimin değerini azaltır mı?

Her ne kadar hiçbir işe yaramadığını bilsem de bu yöntemi kullananların ifade özgürlüğünü kullandıklarını düşünüyorum. Yurtdışında Financial Times gibi gazetelerde de benzeri ilanlar verildiğini zaman zaman görüyoruz. Bu bildiri de çeşitli muhalif gazetelerde haber oldu. Fakat ilginç bir şekilde haberin içeriğinde imzacılar sayfa sayfa listelenirken imza koydukları metin yer almadı. Konunun ana teması gazetecilik refleksiyle haber yapılmış fakat bahsedilen konu teknik bir konudur. Bu kadar iktisatçının uzlaştığı teknik meselenin ayrıntıları nerede? İlgili metni bu işi organize eden iktisatçıların X hesabında gördüm. Metnin başlığı; “Asgari ücret politikası ve enflasyon yükünün adil dağılımı” imiş. Başlığı görünce benim beklentim oldukça teknik ve ayrıntılı bir açıklamayla karşılaşmaktı. Fakat başta 118 iktisatçının biraraya gelip bu kadar netameli bir konuda hazırlanan metinde sadece beş adet cümle kurmuş olmasına oldukça şaşırdım. İşlerin bu noktaya nasıl geldiğine hiç değinmeden cümle kurmayı başarmışlar! Demek ki onlara göre her şey bu kadar açık, basit ve çözümü de kolaydı! Peki, yazdıkları 5 adet cümle bize ne anlatıyor?

Metnin ilk cümlesinde yüksek enflasyonun dar gelirli ve asgari ücretlinin yaşam standartlarını düşürdüğünü ifade etmişler. Sanki asgari ücretli olmayanların yaşam standartlarını düşürmemiş gibi! Piyasada dar gelirliye ayrı, işveren veya yüksek ücretliye ayrı fiyat mı uygulanıyor? Yüksek enflasyon herkesi olumsuz etkilemiyor mu? İlgili iktisatçılar daha ilk cümlede asgari ücretli olmayan vatandaşların olumsuz etkilenmelerini dışlamışlar. İkinci cümlede hükümetin uyguladığı para ve maliye politikalarının enflasyonla mücadele doğrultusunda şekillendiğini söylemişler. Açıkça ifade etmemiş olsalar da hükümetin problemin kaynağına yönelik politika geliştirmeye çalıştığını itiraf etmiş oldular. Üçüncü cümlede asgari ücretin % 25 olarak belirlenmesinin bilimsel ve sosyal açıdan kaygı verici olduğunu söylemişler. Fakat bu kaygıyı iddia ettikleri bilimle ve daha açık hesaplamalarla açıklamamışlar! Dördüncü cümlede maddeler sıralamışlar. İlk maddede enflasyonla mücadelenin toplumsal maliyetinin adil dağıtılmasını istemişler. Fakat bu adalet arayışına nedense işverenleri dahil etmemişler. İşverenlerin dikkate alınmadığı bir çözüm sizce adil olur mu? Enflasyonun sebebi işverenler mi? Dördüncü cümlenin diğer maddeleri ilk maddenin gerekçelerini oluşturmuş. Son cümlede ise 150’ye yakın iktisatçının çözüm önerisini görüyoruz; gerçekleşen enflasyon oranında asgari ücrete zam yapılsın ve gelir dağılımı adaletine dikkat edilsin. Hayatında hiç iktisat eğitimi almamış, yoldan geçen birine dar gelirliler yüksek enflasyon altında eziliyor ne yapmalıyız diye sorsak, onlar da ne kadar enflasyon varsa o kadar zam yapılsın diyeceklerdir. Teknik bir açıklama yapmayan imzacı iktisatçıların buldukları çözüm önerisinin maalesef ekonomiyi hiç bilmeyen bir vatandaşın bulacağı öneriden farkı yok! Peki asgari ücrete en az gerçekleşen enflasyon oranında zam yapıldığında gelir dağılımı problemi çözülecek mi? Cevap belirsiz. Bu metin şaşırtıcı şekilde amatörce yazılmış ve aslında tek bir şey söylemek dışında hiçbir şey söylemeyen bir yazı. O da; asgari ücrete en az gerçekleşen enflasyon kadar zam yapılsın. Yani gerçekleşecek senaryo şöyle olacak: Nedenini açıklayamadıkları gerekçeler yüzünden fiyatlar artıyor, fiyatlar ne kadar artarsa en az o oranda zam yapılacak. Bu zam toplam talebi arttıracağı için yine fiyatlar artacak. Yine en az artış oranında zam yapılacak ve fiyatlar yine artacak. Kısaca imzacı iktisatçıların önerdikleri çözüm, fiyatları kovalamaktan başka bir şey değil. İmzacı iktisatçılar asgari ücretin gerçekleşen enflasyon kadar artmasının fiyatları etkilemeyeceğine dair fikirlerini söyleyecek ve bulabilirlerse çeşitli çalışmaları da bu yazının altına ekleyeceklerdir. Fakat gerçek piyasa ile kanıtlı olmayan beyaz kâğıda basılmış makalelerin hiçbir anlamı yok. Çünkü bu işin bir fiyat kovalamacası olacağına dair geçmiş kronik enflasyon dönemlerinden tecrübelerimiz var.

Benim kuşağımdaki iktisatçılar eğer iktisat tarihçisi değilse sadece Türkiye’nin son 20 yılını teoriyi bilerek bilinçli olarak gözlemleyebildi. İmzacı olan kıdemli iktisatçılar Türkiye’nin daha önceki kronik enflasyonlarını bilmezler mi? Gerçekten de fiyatları kovalayarak mı gelir dağılımındaki adaletsizliği çözeceğimize inanıyorlar? Asgari ücret 35 bin lira olduğunda bu iş çözülecekse o zaman neden 50 bin olmasın? Neden 60 bin olmasın? Nasıl olsa karar vericiler cebinden ödemeyecek. Asgari ücreti 200 bin yapsınlar mesele kökünden çözülsün o halde? Çözülür mü? Eminim imzacılara sorsak olur mu öyle şey deyip, asgari ücretin 200 bin olması koşulunda ekonomide birtakım problemlerin çıkacağını söyleyeceklerdir. Nedir bu problemler? Asgari ücretin bu denli arttığını gören çalışmayan insanlar da işgücü piyasasına yönelecektir. Herkesi karşılayacak bir işgücü talebi olmazsa yani ekonomi bu durumu karşılayacak oranda büyüyemezse (kısa vadede olması da imkânsız) bu durum arz fazlası yaratacaktır. İşgücü piyasasında oluşan arz fazlasına işsizlik denir. Ek olarak artan işgücü maliyeti karşısında işveren mevcut işçilerden 200 bin liralık katkı sunmayanları işten çıkarmayı düşünecek ya da yeni işçi istihdam etmeyecektir. Bu işten en çok zararı da deneyimsiz oldukları için aylık 200 bin liralık katkı sunamayacak olan yeni mezun işsizler görecektir. Çünkü iş bulmaları zorlaşacaktır. Demek ki asgari ücret artışı herkes için eşit düzeyde fayda yaratmayacaktır. Üstelik asgari seviye 200 bin olunca daha nitelikli çalışanların ve devlet memurlarının ücretleri de bu seviyenin üzerine çıkacaktır. Böylece 200 bin ve üzeri maaş alanlar piyasada toplam talebi arttıracağı bu durum enflasyonu körükleyecektir.  O halde asgari ücretin 200 bin lira olması durumunda hangi problemler ortaya çıkacaksa 35 bin lira olduğunda da aynı problemler baş gösterecek. Çünkü burada yöntem yanlıştır.

Piyasada fiyatlar ne politika yapıcıların emirleriyle ne de bilim adamlarının manifestolarıyla belirlenemez.  Çünkü ilgili alışverişin muhatabı işveren ile işçidir. Maliye bakanı değil, Merkez Bankası başkanı değil, üniversite hocası da değil. İşgücü fiyatına merkezi bir otorite tarafından sürekli yüksek oranda taban fiyat konulması niteliksiz işçiyi ömür boyu asgari ücrete bağımlı yaşamaya itmeyecek mi? Aslında ekonomide rakamlar sadece görüntüden ibarettir. Zahiridir. Asıl olan rakamların arkasındaki değerdir. Cebimizdeki banknotun tek anlamı onunla satın alabildiklerimizdir. O halde rakamlarla oynayarak değeri arttırabilir misiniz? Tüm mesele budur. Emir verdim ücret/fiyat artsın demekle arkadaki değer artar mı? Fiyatlar ve ücretler emir yoluyla değerlenir mi? Asgari ücreti emirle düşük tutanlarla emirle yüksek belirleyenler arasında teknik olarak hiçbir fark yoktur. Çünkü işgücü fiyatı işgücü talep edenlerle işgücü arz edenler arasında oluşur. Bu dengeyi bozarak taraflardan birini kanun yoluyla korumaya çalışmak diğerinin aleyhine olacaktır. Bu dengeyi bozmak adil mi? Halbuki çalışan kişiyi en iyi kendi nitelikleri korur. İşini iyi yapan deneyimli ve nitelikli bir çalışan işveren için kıymetli olacağı için alacağı ücret de daha niteliksiz çalışanlardan daha yüksek olacaktır. Dolayısıyla işgücüne yardım etmenin en iyi yolu çalışanlara herkese uyan tek bir ücret uygulamak değil, istedikleri ücret konusunda pazarlık etme imkânı sağlamaktır. Asgari ücret uygulayarak gelir dağılımı adaletsizliğinin çözüldüğü de hiçbir yerde görülmemiştir.

Şimdi ilgili iktisatçılar bu anlattıklarım üzerine asgari ücretin işsizlik yaratmadığını, gerçekleşen enflasyon kadar toplu asgari ücret zammı yapmanın toplam talebi etkilemeyeceğini iddia eden çeşitli makaleleri bu yazının altına sıralayacaklardır. Peki, aksini söyleyen makaleler, Nobel ödüllü iktisatçılar ne olacak? İktisat öyle bir çalışma alanıdır ki bir soruya birbirinden zıt cevapları içeren makaleler bulmak oldukça mümkündür. Hangisini referans alacağız? İktisat kitaplarında yer alan klasik teoriyi (yani işgücü piyasasında asgari ücret adıyla taban fiyat uygulamanın arz fazlası yani işsizlik yaratması iddiasını) gerçekçi bulmayan, hatta küçümseyen bu iktisatçılara asıl sorulması gereken soru şudur: siz hiç asgari ücreti cebinizden ödediniz mi? Bu soruya ben akademik bir iktisatçı olduğum halde üç kuşak tekstil işi yapmış bir ailenin ferdi olarak rahatlıkla cevap verebilirim: Ben ödedim. Asgari ücretin hiçbir probleme deva olmadığını kuşe kâğıda basılmış iktisada giriş kitabından değil, iş hayatının içinde öğrendim. Bir işletmenin kapanma noktasını gösteren grafiği imzacı hocalarım iyi bilir. Peki hayatınızda hiç şirketiniz iflas etti mi? Benim aile şirketim etti. İflas etmenin kalemle grafiği çiziktirmek kadar kolay olmadığını deneyimledim. Emin olun gösterebileceğiniz hiçbir ders kitabı veya makale bundan daha gerçekçi değildi. İmzacı iktisatçılardan kişisel olarak tanıdıklarım içinde iki tanesi dışında (tanımadıklarım da dahil edilirse belki birkaç daha fazla) hiçbirinin hayatlarında bir şirket sahibi olmadıklarını ve maaşlı personel çalıştırmadıklarını biliyorum. Pek tabiî ki kanserin tedavisini bulmak için kanser hastası olmak gerekmez. Fakat gerçekçilik ararken yaşamadığınız bir senaryoda başkasının bütçesi hakkında karar vermenin konforuyla imza atmak ne kadar da kolay değil mi!

Aslında çok da ayrıntıya girilmemiş olan bu beş cümlelik paragrafta yüksek enflasyonun bedelini dar gelirlilerin ödememesi isteniyor. Buna ben de katılırım. Peki o halde kim ödesin? Yüksek enflasyonun sorumlusu işverenler mi ki faturayı sadece onlar ödesinler? Yüksek enflasyonun faili kim? İmza atacak kadar cesur olan iktisatçıların bu sorunun cevabını da verecek kadar yürekli olmaları gerekir. Adalet arayışında olan imzacı iktisatçıların öncelikle faili tespit edip ortaya çıkan faturayı da onun ödemesini istemeleri daha adil olmaz mıydı?

Günün sonunda asgari ücret uygulamasının kaldırılması gündemde değil. Umarım ilgili komisyon imzacıların talebi doğrultusunda gerçekleşen enflasyon oranında veya daha fazla zam yapar. Böylece 3-6 ay içinde enflasyon, işsizlik ve gelir dağılımı rakamlarını gözlemleyip yeniden değerlendirebiliriz. Sonraki zam dönemi geldiğinde ise bu yazının ikincisini yazacağım. Yapılacak olan zammın hangi derde deva olabildiğini o zaman göreceğiz!  Zaman hangimizin haklı olduğunu gösterecektir.