Ana Sayfa Blog Sayfa 3

Şehirde İnsan Kalmak: Sabır ve Dirayet

“Şehirli Olamamak” (https://hurfikirler.com/sehirli-olamamak) yazımda dile getirdiğim şehirde yaşamanın meşakkatli oluşuna dair birtakım serzenişlerden sonra bu yazıda biraz daha derine inmek ve insanın “şehirli olma” mücadelesindeki içsel yolculuğuna odaklanmak istiyorum. Çünkü mesele sadece dış dünyadaki karmaşadan şikâyet etmek değil, bu kaos içinde insanın kendi ahlâkî pusulasını nasıl koruyacağını sorgulamaktır.

Her sabah uyandığımızda bizi bekleyen manzaralar çoğu zaman değişmez. Trafikteki kural tanımazlık, toplu taşıma araçlarındaki hoyratlık, komşuluk ilişkilerindeki nezaketsizlik ve genel anlamda birbirini görmezden gelen bir insan yığını… Ancak mesele, bu alışkanlık haline gelmiş düzen bozukluğunu fark etmekle bitmiyor. Durup düşünmek, zamanı durdurmak ve farkına varmak: Biz bu kaosun içinde ne yapıyoruz? İnsan kalabilmek için bir çaba gösterebiliyor muyuz?

Toplumumuzda çoğu zaman ahlâklı bir duruş sergilemek “zayıflık” olarak görülüyor. Hakkı teslim etmekten kaçınmayan bir tutum, çoğu kişinin gözünde “eziklik” olarak yaftalanıyor. Oysa tam da burada sabır ve dirayet devreye giriyor. Çünkü insanın en büyük savaşı, sadece dışarıdaki insanlarla değil, aynı zamanda kendi içindeki yılgınlıkla da. Her gün yeniden sormamız gerekmiyor mu: “Ben tam olarak kim olmak için çabalıyorum?”

Modern Cehalet ve Bencilliğin Yükselişi

David Hume’un “insanın en büyük düşmanı insandır” sözünü yukarıda sözü geçen yazımda anmıştım. Bu düşmanlık, sadece fiziksel şiddet ya da doğrudan zarar vermekle sınırlı değil. Modern çağın en görünmez ama en yıkıcı cephesi, bencilliğin ve cehaletin normalleşmesidir. İnsanlar, bilgiye ve insani değerlere uzaklaşarak, etraflarına bir bencillik kalesi örüyorlar. Bu kalenin dışında kalan herkes, onların dünyasında birer “yabancı” ya da “engel” olarak algılanıyor. Bu yabancılaştırıcı tavır, şehirdeki ruhsal yalnızlığı daha da derinleştiriyor.

Peki, insan bu bencilliğin ortasında nasıl şehirli olur? Tam bu noktada “empati”, modern dünyada kaybettiğimiz en temel duygulardan biri olarak karşımıza çıkıyor. Kendi haklarımıza ne kadar önem veriyorsak, başkalarının haklarını da aynı şekilde önemsemek zorundayız. Ancak bu da bireylerin yalnızca farkındalık geliştirmesiyle mümkün olabilir. Çünkü bencillik bir alışkanlık, empati ise bir tercih meselesidir.

Kendimize Sorular Sorarak Rehabilite Olmak

Şehirde şahit olduğumuz hoyratlıkların bünyemizde verdiği olumsuz tesirlere karşı kendimize bazı zor sorular sorarak rehabilite olmaya çalışabiliriz:

Trafikte beni sıkan bir şoföre karşı öfkelenirken, acaba benzer bir durumda ben ne yapıyorum?

Kalabalıkta beni rahatsız eden davranışları eleştirirken, ben başkalarının alanına nasıl saygı gösteriyorum?

Şikâyet ettiğim davranışları eleştirirken, kendi alışkanlıklarımı sorguluyor muyum?

Bunlar hakikaten zor sorular ama değil mi? “Hakikati idrak etmek ve onu dile getirmek bir zekâ meselesi değil, bir şahsiyet meselesidir” der Erich Fromm. Belki de şehirli olmak, önce kendimizi terbiye etmekle başlar. Çünkü başkalarının hatalarını düzeltemeyiz ama kendi davranışlarımızı değiştirmek, bir domino etkisi yaratabilir. Bu da bizi, küçük ama anlamlı bir değişim başlatan kişilerden biri yapabilir.

Umut ve Dirayet

Son olarak, bu keşmekeş içinde ahlâkî ve insani değerlerini koruyan insanlara yeniden selam göndermek istiyorum. Her gün kaosun ortasında sabır gösterenler, sesini yükseltmeden direnenler, saygıyı ve sevgiyi kaybetmeden bu hayat mücadelesini sürdürenler… Onlar, modern dünyanın “sessiz kahramanlarıdır.” Belki de dünya, onların omuzlarında dönmeye devam ediyor.

Bu yazıyı bitirirken, hepimize küçük ama anlamlı bir görev düşüyor. Etrafımıza, en azından bir kişinin hayatına dokunacak kadar güzel bir iz bırakmak. Çünkü “iyilik iyidir”. Belki de gerçek şehirli olmak, kendimizden daha büyük bir şeye hizmet etmekle mümkündür. Şehirler bizimle güzelleşir, biz de insanlığımızla şehre değer katarız.

Unutmayalım ki insanın dünyadaki varlık sebebi, yalnızca tüketmek değil, aynı zamanda üretmek ve güzelleştirmektir. Ve şehir, bunu başarmak için en büyük sahnelerden biridir. Her şeyin güzelleşebileceğine olan inancımız belki de gerçekleşmeyecek boş bir hayal belki de değil. Bilemeyiz ama Epiktetosvari deriz ki “İyiye yormak, iyilik getirir. Sen istedikten sonra, karga bile sana uğur getirir.”

İnsan kalabilmek dileğiyle…

Nereye Kadar Gidebilir?

Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısının yarattığı sonuçlardan ikisi tanesi, ağırlıklı olarak Avrupa siyasetinde yanılgıların kabulü ve gelecekle alâkalı yeni durumlara karşı stratejiler geliştirilmesi gerekliliği oldu. Özellikle sert milliyetçi ve reel politik siyasetin dili üzerinden siyasetlerini devam ettirenlerin pek yer almadıklarını varsaydıkları bu tabloda, kıtanın daha genelleştirilmiş olarak “demokrasi” kanadında yer alanlarda öz eleştiriler daha çok göze çarpıyor. Uluslararası ilişkilerin temelini tüm sert gerçekçiliği ile gösteren teorilerinin yeterince itibar görmemesinin maliyetleri, kıtanın İkinci Dünya Savaşından “ilk defa”-ki bu tartışmalıdır- sonra bu kadar ciddi tehdidi yaşamasına neden olmuş olabilir.

Özellikle, sosyalizmin demokrasi içinde eriyerek yeni bir şekil aldığı varsayımları sosyal demokrat Avrupa veya Amerikan liberalizmi -bizdeki benzer tanımı garip bir “sol liberalizm” olan – içinde sıklıkla dile getirilir olmuştu. Fakat sosyalizm ne barışçıl ve özgürlükçü oldu ne de Avrupa beklenildiği kadar güvende oldu. Belki Soğuk Savaş sonrasında dikkatler köktendinci İslamizmin Batı medeniyeti karşısındaki politikalarına odaklandı ama, Batı’nın neredeyse son iki yüzyılı içinde barınan, otoriter-totaliter-kolektivist-militarist siyaset orada durmaya devam etmişti.

Artık üstü örtük dahi olmayan bir tutumla Rusya, Putin ve “Putin bürokrasisi” Sovyet imparatorluğu hayallerini, kurguların ötesine geçirdiler. Batı ile kurdukları pragmatik ilişkiler başka nasıl sonuç verebilirdi? Bu hem imkânsızlıkları ifade eden, hem de yeni ifadeleri arayan bir soru. Sovyetler sonrası Rusya’nın pragmatik adımlarını yapısal olarak görmek bile yanılgının boyutunu anlatıyor. Sosyalizmin ekonomik olarak mümkün olmadığının kanıtlandığı varsayımları sonrası meselenin fayda temelinde değerlendirilmesi ile ortaya çıkan tabloda, siyasette fikrin-ahlâkın nasıl merkezi bir yeri olduğunu görebiliyoruz. Evet, daha az ekonomik kazanç elde ettiklerinde dahi sosyalist otoriter-totaliter ütopyalarından vazgeçmediler. Kesin inançlı ve mutlak olarak sabit fikirli oldukları yerde belki vazgeçemezlerdi de…

Sosyal adalet, eşitlik, paylaşım, kollektif varlıklara verilen önem benzeri kabullerin altında, batı dünyasında da geçerli olan siyasetin özgürlük yaratacağı ve refah temelinde barış ortaya çıkaracağı yanılgısının maliyetleri ile karşılaşmak artık kaçınılmaz mıdır?

Rusya’nın uluslararası enerji ticareti, küresel refah ve barış için miydi? Gazprom Avrupa’yı aydınlattığını Şampiyonlar Ligi’nde gösterirken amacı eğlence kültürü ve ticaretine katılım mıydı? Devamlı olarak ötelenen ve romantik hayallere kurban edilen siyaset yarına daha büyük maliyetler olarak yansıyor.

Putin otoriteryenizminin neredeyse magazinel bir pozitif imaj olarak sergilendiği zamanları hatırlayalım. Bu yöntemler, dinamik, özgüvenli, kararlı ve güçlü olduğu benzetmeleri ile sosyalist totaliterizme belki de hayatını adamış birini özgür fikirler ve yaşamla tanıştırır mıydı? Ticaretin, Putin ve Rusya’nın sosyalist bürokrasisi için özgür bireylerin zenginleşmesi faaliyeti yerine siyasal nüfuzunu ve gücünü arttırma yöntemi olarak kullanıldığının kabul edilmesi çok geç oldu.

Rusya’nın artık fiili olarak Batı dünyasına saldıracağı kabulü ve beklentisi Ukrayna saldırısından yakın zaman önce dile getirilmeye başlandı. Çeşitli askeri uydu görüntüleri dolaşıma çıkarıldı. Hatta bunlar saldırı amaçlı değil, “önlem” amaçlı olduğu yorumları yapıldı. Sovyet imparatorluğu hayalleri “emperyalist saldırı” amaçlı olamazdı değil mi? Batı içinde “Batı dünyasını” dengeleme varsayımları içindeki Rusya kabulü, silahların artık açıkça doğrultulduğunu görmeyi “engelledi”. Batı dünyasındaki, Sosyalist Rusya otoriteryenizmi hakkındaki yanlış inanç ve kabuller sebebiyle, Rusya tarafından atılan adımların askeri sonuçları şimdi daha sert sonuçlar veriyor.

Ukrayna ile başlayan süreç Amerika kıtasına atılacak Putin’in tabiriyle “Durdurulamaz Kıtalararası Füzeler” saldırıları ile devam eder mi? Ukrayna’da istediğini alan bir Rusya’nın doğrudan hedeflerinin güncellenerek devam etmesini beklemek hayalcilik olmasa gerek.

Bir yandan da Rusya’nın Ukrayna savaşı ile ortaya çıkan “göründüğünden daha az güçlü” olduğu iddiası var. Bunun bir yanıyla doğruyu içerdiğini söyleyebiliriz. Ukrayna’da Rusya’nın çok rahat ve daha hızlı sonuç alacağı varsayımları daha kuvvetli idi. Burada Rusya ciddi bir itibar kaybı yaşadı. Fakat bu itibar kaybı yeni tehlikeleri de beraberinde getirdi.

Bu iddia sonucunda ise, Rusya’nın elindeki doğrudan tek veya en önemli kozun “nükleer silahlar” olduğu dile getirildi. Bu çok kritik bir nokta. Çünkü sıkışan ve çaresiz kalan bir Rusya-Putin olağanüstü adımlar atabilir. Rusya-Putin’in dünyanın nereye kadar daha yaşanılamaz kılınması gerektiği hakkında sert ve sabit fikirleri olduğu üzerine tahminler rahatlıkla yürütülebilir. Toplam bir yıkımın ötesinde, sınırlı ama ciddi zarar verici adımlar tercih edilebilir. Bunların yanında, savaşın Avrupa kıtasında fiili olarak devam etmesinin getireceği maliyetlerin Avrupa’ya büyük zararlar vermesi hedefleniyor olabilir. Bu olasılıkları “güçlü” olarak nitelendirebiliriz.

Rusya’nın saldırılarını Avrupa’ya taşıma ihtimalinde, kendi otoriteryenizmini siyasal olarak Avrupa’ya yayma isteği geri plana atılamaz. Siyasal etkinlik alanının artması, Avrupa’yı kendi içinde otoriteryen rejimlere doğru itebilir. Huzursuzlaşan ve reel olarak olumsuz etkileri hisseden Avrupa’nın kendi içindeki siyaset küresel “barışa” Rusya’dan daha büyük zararlar verebilir mi?

Peki, Rusya’nın kıtalar ötesine kendi gücü kadar geçebilmesi mümkün müdür? Özellikle Kuzey Kore hamleleri ve Çin’i kendi yanında yer almaya ikna etme çabaları Rusya’nın kendi içinde böyle bir ajandasının olduğunu bize anlatıyor. Rusya’nın bu çabasının, kimilerinin romantik hayallerini süsleyen 3.Dünya Savaşı senaryolarını tetiklediği bir gerçeklik. Bunun altından ise, öncelikli olarak Rusya’nın ne kadar kalkabileceği şüphelidir.

Sürdürülebilir bir gerginlik siyaseti ve devamlılaşmış bölgesel askeri çatışmalar bir amaç halinde midir? Bu seçenek daha gerçekçi duruyor. Son zamanlarda Kızıldeniz’de sadece ticaret gemilerine olan “saldırılar” ve Güneydoğu Asya’da yerleştirilmek istenen ABD karşıtı siyaset bize bunun ipuçlarını sunuyor. ABD’nin yeni yönetiminin son günlerdeki “ticari engeller” politikaları tehditlerine biraz bu noktadan bakmakta bir yanlışlık olduğunu söylemek çok zor.

Rusya’nın Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren Ortadoğu siyasetinin içeriği de, süreklileşmiş karşıtlığın askeri alanının genişliğini önümüze daha iyi yansıtıyor. Ortadoğu’yu bırakmak istemeyen ve Suriye’de doğrudan yer alan Rusya, askeri çatışmaların sürekliliğini alevli tutacağa benziyor.

Üstelik Rusya’nın ekonomisinin dayandığı bir askeri-militer-endüstriyel yapı var. Uluslararası ticaretle bütünleşmeyen bir Rusya’nın burayı her zaman aktif ve güçlü tutmak istediğini biliyoruz. Rusya için barış ve çatışmasızlık, geride kalan bir ekonomi olarak okunuyor. Çatışmasızlığın ve askeri “üretimin” eksikliği Rusya’da rejiminin ayakta kalmasını zorlaştırabilir.

Elbette ki konunun en önemli yanlarından bir tanesi uluslararası enerji arzı güvenliği. Rusya bu kartı sürekli oynayacağını gösteriyor. Süreklileşmiş çatışma ve küresel ticarete zarar verme için elindeki enerji fiyatlarını manipüle edebilme opsiyonu Rusya için çok kritik. Enerji tüketimi ve arzının uluslararası boyutu küresel ekonomi politik ve onun ulusal yansımaları konusunda belki de ezber gibi görünen varsayımların ötesine geçmeyi mecbur kılabilir. Enerji üretimi ve dağıtımı otoriter rejimlerin istediği gibi “piyasa” ekonomisinin ötesinde konumlanıyor, konumlandırılıyor. Bunun batı dünyasındaki – hatta Türkiye’deki- yansımalarını gözlemleyebiliyoruz. Enerjinin siyasal gücünün nasıl kullanılacağı sorusu “hiç olmadığı kadar” önemli hale gelmiş diyebilir miyiz?

Rusya’nın nereye kadar gidebileceği sorusuna en kritik yanıtlardan bir tanesi de Çin’in otoriter modernleşme ve ekonomik büyümesinin küresel ticarette ne kadar devam edeceği ile doğrudan bağlantılı. Çin’in, Rusya’ya karşı tüm soğuk savaş dönemine yayılan şüpheciliği ve küresel ticaretten istediği istikrarlı kazanımları devam ettiği müddetçe Rusya’nın en azından Güneydoğu Asya opsiyonuna uzak kalabileceği varsayılabilir. Bu noktada Batı dünyasının atacağı stratejik yanlış adımlar, beklentilerin ötesinde, Rusya’ya çok rahat kullanışlı alanlar açabilir. Hepsinin ötesinde, Çin’in Rusya’yı “gerçek” bir müttefik olarak görmesi sonucunu doğurabilir. En istenmeyen opsiyon olarak ortaya küresel olarak otoriter-totaliter bir blok çıkabilir. Kimi görüşe göre böyle bir blok çoktan oluştu ve üstü örtük adımlarını atmaya devam ediyor. Savaş romantizmlerinin ötesinde değerlendirmelere ihtiyaç duyan bu argümanların önümüzdeki zamanlarda daha güçlü hale gelmesi için Rusya ve Çin’den ortak hamleler bekleyebiliriz.

Savaşın iyi bir “şey” olmadığını anlatmak, barışçıl insanların elinde güçsüz ama önemli bir çaba. Her yerde 3. Dünya Savaşı arzularını yepyeni ve çekici paketler içinde dünyaya sunmaya çalışan romantik yaklaşımların güç kazanmaya başladığını da görüyoruz. Batı dünyasında Soğuk Savaş sonrasında atılmayan-atılamayan siyasal hamleler ve geçici pragmatik siyasetlere verilen alan, umarım kimsenin gelecekteki küresel felaketlerinin başlangıç noktası olmamıştır.

Hiphop ve Liberalizm – Hüseyin Eren Mızrak

Liberalizm, ben de dahil birçok insan için hem siyasi felsefi bir görüş hem de aynı zamanda bir hayat tarzıdır. Liberal bir birey, mevzubahis olduğunda gözümüzün önünde bazı karakterler ve semboller canlanır. Bunlardan biri de aslında uzun yıllar boyunca liberal-liberteryen insanlarla özleşmiş Don’t Tread On Me şarkısıyla da birlikte özellikle sembol haline gelmiş, metal-rock müzik gruplarıdır. Bunun başlıca sebebi, bu grupların şarkılarında özgürlükten ve birtakım başka temel liberal değerlerden bahsetmeleridir. Ancak bu grupların çoğu, özgürlüğün yanında birçok sosyalist ve komünist değerlerden de bahsetmektedir ve bu durum özgürlükçü sağdan ziyade özgürlükçü sol çizgiyi temsil etmektedir. Ancak bu yazımızın konusu olan hip-hop kültürü ve rap müzik ise, zaman zaman sol görüşleri öne çıkartsa da temelinde her zaman liberal-liberteryen-kapitalist çizgiye bağlı kalmıştır. Ülkemizde hip hop ve liberalizm bağları üzerine neredeyse hiç çalışma bulunmamaktadır. Ben de bir liberal ve hip-hop kültürünün içerisinde bulunan ve hayatımı şekillendiren bu iki olgu arasında kalmış bir birey olarak bu alandaki düşüncelerimi sizlere sunmak istedim.

Bu yazımda hip-hop’ın doğuşunu, içerdiği konuları, Türkiye’deki durumunu ve liberalizm ile ortak yönlerini aktaracağım.

Öncelikle hip-hop, siyahilerin uğradığı ırkçılığa karşı bir tepki olarak başlamış ve doğduğu günden bu yana hep politik bir müzik türü olmuştur. 1800’lerin sonlarına doğru ABD’deki ırkçı yasalar iyice artmış, bireysel hak ve özgürlükler ve temel insan haklarına aykırı ırkçı politikalar ortaya çıkmıştı. Siyahi bireyler otobüsler, telefon kulübeleri, hastaneler ve hatta kiliseler gibi halka açık yerlere giremezken bu bireylerin özgürlükleri ayaklar altına alınıyordu. Kölelik sisteminin yasalarca kabul görmesi başlı başına bir rezaletken siyahi bireyler temel hak ve özgürlükleri için Jim Crow yasalarının 1965’te kalkmasına kadar mücadele etmiştir. İşte bu mücadele yasal olarak kazanılmış olsa da insanlar siyahi insanlara ırkçı davranışlarda bulunmaya devam etmekteydi. Siyahi bireyler ise kendilerinin de beyaz bireylerle eşit haklara sahip olduğunu, kendilerinin de eğlenebileceğini ve müzik yapabileceklerini göstermek için partiler düzenlemeye ve müzik yapmaya başladır.

İşte hip-hop kültürü tam da böyle bir ortamda siyahi bireylerin özgürlüğünün sesi oldu. Yaşadıkları baskıları ve ırkçılığı tüm dünyaya aktarmak için rap müziğini kullandılar ve özgürlüğün sesini tüm dünyaya duyurmayı başardılar. Ancak tabiî ki yeraltında kendi kendilerine düzenledikleri partilerde söyledikleri şarkıları kulaktan kulağa aktararak bu sesin dünyaya duyurulması mümkün değildi. İşte tam da bu noktada kapitalizm ve Amerikan rüyası ile tanıştılar. Hip-hop ilk başta modern altyapılar ve samplelar üzerine geleneksel Afrika kültürünü yansıtan söz ve dansların birleşmesi ile oluşmuş ve odak noktası sadece siyahiler olmuştur. Hip-hop aslında bir müzik tarzı değildir. Hip hop bir kültürdür. İçerisinde rap (halk arasında her ne kadar hiphop bir müzik tarzı olarak anılsa da aslında bu kültürü temsil eden müzik tarzı raptir), break dance, dj’lik, graffiti, skate gibi birçok alan barındıran bir sokak kültürüdür. Amerika’da siyahilerin yaşadığı gettolarda gittikçe popülerleşen bu tarz zaman içerisinde kapitalizm ile tanışmış ve dünyadaki en popüler kültürlerden biri haline gelmiştir. Daha önceden dışlanan, ırkçılığa uğrayan, insan yerine dahi konulmayan siyahi vatandaşlar kapitalizm sayesinde önce kendi şehirlerinde, daha sonra tüm Amerika’da ve nihayetinde tüm dünyada zirveye ulaşan insanlar haline gelmişlerdir.

Kabul etmeliyiz ki bu kültür Amerika’da filizlenmiş olmasaydı bu şekilde dünyaya açılarak milyonlarca insanı etkilemesi mümkün olmazdı. Bu sebeple hiphopu incelediğimiz zaman mükemmel bir kapitalizm ve “Amerikan rüyası” örneği görmekteyiz. Birçok rap şarkısına baktığımız zaman mahalleden çıkıp dünyaya açılmaya yönelik sözler görmekteyiz ki bu tipik bir Amerikan rüyası örneğidir. Bu kültürün popülerleşmeye başlamasıyla aynı dönemlerde NBA gibi günümüzde dünyanın en büyük basketbol organizasyonlarından biri olan Amerikan basketbol liginde birçok siyahi oyuncu bulunması sebebiyle, pazarlama ve reklam alanında iki kültürün de eşzamanlı olarak birbirini destekleyerek ilerlediğini görmekteyiz. Bu alanda Allen Iverson, Michel Jordan gibi ünlü NBA yıldızlarının hip-hopla yakın bağlarının bulunması ve bu oyuncuların, markaların ve NBA’in doğru reklam stratejileri sayesinde kültürün dünyaya açılmasında çok etkili olmuştur. Nike ve Jordan gibi markalar temelde basketbol ve hiphop giyim tarzlarına göre ürünler üreten markalar olsalar da reklamlar ve globalleşme ile bu giyim tarzı ve kültür bilinçli veya bilinçsiz olarak dünyadaki en popüler giyim tarzına dönüşmüştür. Rap albümleri başlarda radyolarda dahi kendisine yer bulamazken bu pazarlama sayesinde dünyanın en çok dinlenen parçaları haline gelmiş ve en prestijli ödülleri almaya başlamıştır. Günümüzde de Damian Lillard ve Lonzo Ball gibi NBA starlarının aynı zamanda rap müzik yapmaları bu dönemin yansımalarıdır.

Basketbol ve rap müzik; Amerikan popüler kültürünün iki büyük bileşeni, birçok yönden karşılıklı ve sıkı bir etkileşime sahip. Bu iki kültür alanının birleştiği noktalar; liriklerdeki referanslardan, sanatçı-oyuncu arkadaşlıklarına, spor ve müzik kariyerlerinin çakışmasından, medya ve reklamlara kadar uzanıyor. En önemlisi, her ikisi de sosyal ve kültürel sorunları ele alıyor ve gençlere umut verme ve onları sokak şiddetinden uzak tutma arzusunda birleşiyor. (1)

Hiphop yalnızca bir müzik değildir. Dansı, giysileri, kokuları, aksesuarları; sineması, radyo ve televizyonu; kitapları, dergileri, hatta içkileriyle kendine özgü bir kültürdür. Çok az ticarî faaliyet vardır hiphop’ın dokunmadığı. Hayat kaynağı karmaşık ritimler, sesler, vokaller, tınılar ve sözler olduğu halde hiphop her aşamasında serbest piyasa tarafından cesaretlendirilmiştir. (2)

Kapitalizm ve ticaret açısından hip-hop mükemmel bir örnektir. Öte yandan insan hakları, hukukun üstünlüğü, ifade özgürlüğü ve anti-faşizm açısından bakarsak da hip-hop eşi benzeri görülmemiş bir etkiye sahiptir. Burada hem Amerika’da hem de ülkemiz üzerinden örnek vermek istiyorum.

Hip-hop Amerika’da filizlendikten sonra insanlar müzik ve resim aracılığıyla seslerini duyurmuşlardır. Bunun en önemli örneklerinden biri de Jean-Michel Basquiat’ın The Death of Michael Stewart isimli tablosudur. Graffiti sanatçısı Michael Stewart’ın New York’ta graffiti yaparken polisler tarafından tutuklanması ve gördüğü şiddet sonrası ölmesine doğan tepkiler üzerine çizilen bu eser hâlâ siyahi hakları açısından büyük bir değer taşımaktadır.

Öte yandan rap müzikte ise sürekli polis şiddetinden ve siyahilere yapılan ırkçılıklardan bahsedilmiş ve toplumda büyük bir yankı uyandırmıştır. Bu alanda birkaç örnek vermek gerekirse:

Public Enemy- Fight The Power:

Bize istediğimizi vermelisiniz,

Bize ihtiyacımız olanı vermelisiniz,

Konuşma özgürlüğümüz ölüm özgürlüğüdür,

Güç sahipleriyle savaşmalıyız,

Sizi duyayım,

Güçle savaşın!”

Burada da görüldüğü gibi baskıcı devlet düzenine karşı anti-faşizm ve ifade hürriyeti savunulmaktadır. Bunun gibi binlerce örnek görmek mümkün. Burada sözlerini yazmayacak olsam da N.W.A grubunun F..k the police isimli şarkısı içinde barındırdığı ırkçılık karşıtı sert söylemler ve  açık bir şekilde kendilerine şiddet uygulayan ırkçı polislere karşı küfür ederek tepki göstermeleri sebebiyle siyahi Amerikalılar tarafından çok sevilmiş ve adeta bir sembol halini almıştır. Hip-hopun en güzel yanlarından birisi de diğer müzik tarzlarındaki gibi pahalı enstrümanlar, iyi bir ses sistemi veya müzik eğitimi almadan da rap müzik yapabiliyor olmanız. Sadece bir mikrofon ve internetten bulabileceğiniz bir altyapı ile dünyaya sesinizi duyurabileceğiniz bir şarkı kaydedebilirsiniz. Bu da rap müziğini diğer türlerden ayıran en önemli ve bana göre mükemmel noktalardan biri. Bu sayede Amerika’da fakir mahallelerde yaşayan gençler, yeteneklerini kullanarak seslerini duyurmuş; fakir mahallelerden dünyanın en prestijli ödül törenlerine giden bir yol çizmişlerdir.

 

Türklere gelirsek; Türkiye’ye bu kültür Almanya üzerinden gelmiştir. Bildiğiniz üzere 70’li yıllarda başlayan ve 90’lı yıllara kadar devam eden göç dalgası ile yüzbinlerce Türk Almanya’ya göç etti ve bu sebeple aynı Amerika’da olduğu gibi Türkler de gettolarda yaşamaya başladılar. Bu açıdan Türklerin Almanya’da yaşadığı sıkıntılar Amerika’da siyahilerin yaşadığı problemlere çok benzemektedir ve bu açıdan ilginç bir örnektir. Çünkü diğer ülkelerde genel olarak hip-hop kültürü Amerika’daki gibi azınlıklar tarafından gelişmemiştir. Bu açıdan Türk hip-hop kültürü çok nadir bir örnektir. Almanya’da azınlık olan Türkler Neonazi grupların saldırılarına sıklıkla uğramakta, kendilerine kanake denerek hor görülmekte, toplumdan dışlanmaktaydılar. Solingen katliamı gibi olaylar da Türker’e olan nefreti körüklemekteydi. Tam da bu noktada Amerika’da olduğu gibi Almanya’da Türkler kendilerini ifade edebilmek, seslerini duyurabilmek ve yaşadıkları ırkçı davranışları dünyaya anlatabilmek için rap müziği tercih ettiler. Karakan, Islamic Force ve Cartel gibi gruplar şarkılarında sıkça bu problemlerden bahsettiler ve Almanya’da Türklerin kenetlenmesini sağladılar. 36 Boys gibi sokak grupları Neonazi örgütlere karşı Türk mahallelerinde belki de yeni Solingen’ler olmasının önüne geçti ve 2. Sınıf vatandaş olmadıklarını; kendilerinin etnik kimlikleri dolayısıyla farklılaştırılmamaları gerektiğini tüm dünyaya duyurdular.

Cartel-Türksün (1995):

Hakiki katiller değil bize geldiler

Joblarla, sopalarla bizi dövdüler

Nasıl çalışsak? Nasıl yapsak? Nasıl yaşasak?

Yabancıyız bunu onlar unutmayacak

Karakan-Almancı Yabancı (1997):

Vatanımızda Almancı burada yabancı

Bunları yaşamak inan ki çok acı

Elimde pasaportda ayyıldız var ya

ikinci sınıf insan diyorlar bana

Elimde pasaportda Alman bayrağı olsa Alman olamam

Çünkü saçlarım kara.

Türk hip-hop kültürünün dünyadaki en büyük hip-hop kültürlerinden biri olmasının en büyük sebeplerinden birisinin de Amerika’daki gibi azınlıkların kendi özgürlüklerini savunmasıyla ortaya çıkması olduğu kanısındayım. Ancak daha sonra 2000’lerin başında Türkiye’ye geldikten sonra Türkiye’deki müzik sektörünün ve yapımcıların tekelleşmesi ve genel Türk dinleyicisinin hip-hopa karşı önyargılı olması sebebiyle Türkiye’de hip-hop ve rap müzik sektörleşememiş, yaklaşık 2018-2019’a kadar sürekli yeraltında kalmak zorunda kalmıştır. Bu sebeple çok sayıda sol ideolojideki insan hip-hop camiasına girmiş ve kültürü de sol çizgiye çekmek ve sektörleşmesini önlemek istemiştir. Amerika’da sanatçılar şarkılarında ifade özgürlüğü, polis şiddeti ve hukuksuzluklar ve Amerikan rüyasından bahsederken Türkiye’de ise anti-kapitalizm ve gelir eşitliği temaları üzerinde durulmuştur.

Hip-hop her zaman politik olmuştur. Dünya üzerinde ne zaman bir ırkçılık, hukuksuzluk ve devlet baskısı olsa insanlar kendilerini rap müzik ile ifade etmek istemiştir. Çok yakın zamanda da bunun örneklerini görmekteyiz. Filistin’de insanların yaşadığı saldırılardan sonra Filistin’deki ve dünyadaki birçok sanatçı rap şarkıları ile seslerini duyurdular. Bunlardan Macklemore’un hazırladığı Hind’s Hall şarkısı en çok ses getiren örneklerden biri olmuştur. Amerika senatosunda İsrail devlet başkanının ayakta alkışlanması gibi bir rezalet olurken, Amerikan bir rapçinin böyle bir protesto yapması ve tüm dünya tarafından benimsenmesi, aslında müziğin ne kadar etkili olabileceğinin göstergesidir.

Sonuç olarak hip-hop kültürü ve liberalizme bakacak olursak pek çok ortak değerde birleştiğini görmekteyiz:

  1. ifade özgürlüğü
  2. kapitalizm
  3. çokkültürlülük
  4. ırkçılık karşıtlığı
  5. temel insan hakları savunuculuğu
  6. polis şiddeti karşıtlığı
  7. sivil özgürlükler
  8. hukuk önünde eşitlik

Bu değerlerin iki kültürün de temelinde olduğunu ve aslında benzer konulardan bahsettiklerini ve benzer problemlerle yüzleştiklerini görmekteyiz. İşte tam da bu sebeple hip-hop kültürünün liberal bir kültür olduğu kanaatindeyim.

Son notlar:

İleri Okuma için ayrıca bakınız:

Teoman Karadeniz, Hip Hop Amerikan Kültürü Değildir, Kitapita, İstanbul, 2019 (3. Baskı).

Hüseyin Eren Mızrak, erenmizrak06 @ gmail.com

 

Hayatın İmtihanları ve İnsan Kalbinin Dayanıklılığı

0

İnsanın bu dünyadaki serüveni, bir imtihan çizgisi boyunca şekillenir. Ne kadar plana sadık kalınsa da yolun eğrileri ve virajları hiç beklenmedik anlarda karşısına çıkar. İnsan, kendi varlığını anlamlandırmak ve bu anlamı bir derinlikle taşımak için her zaman bir arayış içinde olmuştur. Yalnızca yemek, uyumak ya da hayatta kalmak için yaşamanın ötesine geçmek istemiştir. Çünkü insan ruhu, yaradılışından itibaren ulvi bir gayeye inanmak ve bu gayeye erişmek için çabalamakla yoğrulmuştur.

Her büyük hikâyenin bir durağı, her yolculuğun bir molası vardır. Ancak bu durakların ardında hep bir sınav gizlidir. Bazen başımıza gelen sıkıntılar, insanın içindeki dayanıklılık ve azim cevherini ortaya çıkarır. Hz. Mevlana’nın söylediği gibi, “Dert, insana yol gösterir.” Kimi zaman kendimizi yalnız hisseder, acılarımızın ağırlığı altında eziliriz. Ama işte tam o anlarda şunu hatırlamak gerekir: Her sınav bir imkândır, her sıkıntı bir yol açar. Gecenin en karanlık anı, şafağın en yakın olduğu vakittir. Bu satırların yazarı bir şiirinde şöyle demişti:

“…İnsan kalmanın zorluğunu taşırken omuzlarımda,

Sevgi ve korkunun ötesinde.

Bir yıldız gibi parlayan şu irade,

Aydınlatır karanlık gecelerimi

 Hayatımın bu bitmeyen savaşında,

Düşlerimle beslerim tükenen umudumu

Her düşüşte yeniden kalkar, mamur eylerim

Gönlümün yıkılan tahammül mülkünü…”

İnsanlık tarihine bakıldığında da hep bu mücadele görülür. Hz. Peygamber’in Adba devesinin bir yarışta geri kalması ve buna üzülen sahabilerine, “Dünyada yükselen bir şeyi alçaltmak Allah’ın değişmez kanunudur,” diyerek öğrettiği derin hikmet, insanın hayattaki iniş çıkışlarını kabullenmesinde rehberdir. Hiçbir yükseliş ebedi değildir ama aynı şekilde hiçbir çöküş de kalıcı değildir. Önemli olan, hayatın bu dalgalanmalarında ruhunu koruyabilmek ve kendi merkezinde sabit kalabilmektir.

Hayat, bir yolculuktur. Bu yolculukta başarılı olmanın sırrı, iç dünyamızı keşfetmek ve kendimizi fethetmektir. İbn Arabî’nin dediği gibi, “Bütün bu yolculuk, kendimden kendime imiş.” İnsan kendi içindeki derinlikle barıştığında, dış dünyada karşılaştığı engeller onu yıkamaz. Kendi içine yolculuk yapan, dış dünyanın karmaşasına rağmen sükûneti bulur.

Bugün, insanların birçoğu zamanın değerini yitirdiği bir koşuşturmanın içinde kayboluyor. Sosyal medyanın, modern hayatın ve bitmek bilmeyen gündelik telaşların ortasında, hayatın özünü ıskalamak ne yazık ki yaygın bir durum haline geldi. Hayatın içinde boğulmadan, zamanın kıymetini bilerek yaşamak zorundayız. Her şeye rağmen özümüzü korumak ve bize yük olan şeylerden uzaklaşmak en büyük erdemdir.

Hayat, her şeye rağmen yaşamaya değer. Umut, insanın sönmeyen ateşidir. Zamanın hızla tükenişi bizi ürkütmemeli. Hayatı anlamlı kılmak, yaşanan her âna bir mânâ katmakla mümkündür. Mevlana’nın o benzersiz dizeleriyle noktalayalım:

Bir gün gelir,

Açmaz dediğin çiçekler açar,

Gitmez dediğin dertler gider,

Bitmez dediğin zaman geçer.

Hayat öyle bir sır ki;

Önce şükür,

Sonra sabır,

Sonra da inanmak gerek.”

Unutmayalım, yol uzun ve yorucu ama inanmak ve çabalamak her şeyin başlangıcıdır. Hayat, anlamını arayana ancak sırlarını açar.

Bilmedikleri Dünyada Hayatları Yok Olanlar

Rusya ve Kuzey Kore’nin en hafif tabiriyle otoriteryen liderleri, siyasetçileri ve bürokratları geliştirdikleri politikanın dahiyane olduğunu varsayıyor olabilirler. Sert bir donukluk ve ifadesizliği bir siyasal güç olarak gören bu kesimin, dışarıdan gözlemlenebildiği kadarıyla böyle hissettiklerini bize anlatan pek çok emare mevcut. “Kararlılıkları” ile askerî ekipman ve personelleri karşısındaki tavırlarının manalarını okumak pek zor değil. Bu – “elbette ki”- karşılıklı fayda üzerine kurdukları politikaları ise insan hayatının onlar için nasıl araçsallaştırıldığını gösteriyor.

Kimi kaynaklara göre 10, kimilerine göre 50, hatta 100 bin Kuzey Kore askeri tanımadıkları ve bilmedikleri dünyaya “ölmeye” gönderiliyor. “Bir askerin savaşta ölmesi doğaldır, neden garip bir durum gibi gösteriliyor” diyenler olabilir. Burada basit görünen ama çok önemli olan farkı fark etmek gerekiyor. Kuzey Kore askerleri “bilmedikleri” bir dünyaya kendi bireysellikleri ile alâkalı olmayan ve/hatta çıkarlarının karşısında olabilecek bir “savaşa” gönderiliyorlar. Son derece ucuz ve fedakârca harcanabilecek bir “öge” olarak kullanılıyorlar. Rusya-Ukrayna savaşında, Rusya için kritik olan “sınır cephe” hatlarına “sürülüyorlar”.

Bu hamleyle Rusya’nın manevra alanı ve zaman kazandığından bahsediliyor. Üstelik Kuzey Kore askerini ölüme göndererek hem “fedaice” çarpıştıracağı “köle savaşçılar” kartını oynuyor, hem de savaşın en sert maliyetinden “kurtuluyor”. Sosyalizmin asla kabul etmeyeceği bir durum, değil mi!? Fakat sosyalizm aslında tam da böyle tanımların içinde bulunuyor. Bilmediği bir dünyada başkasının savaşı için feda edilmek. Kuzey Kore askerlerinin “kaderi” bu!

Bir askerin savaşta ölmesi maalesef “normaldir”. Fakat bireyin, kendi özgür hayatını korumak veya kazanmak için içeriğini bildiği bir savaşa gönüllü olarak girmesi farklı, başkalarının hayatları için harcanan bir “araç” olarak savaşması ise bambaşkadır. “Sosyalizm yaşatır” denir. Bundan emin değiliz ama, Rus ve Kuzey Koreli sosyalist siyasetçilerinin “masum” insanları “başkaları için” ölüme gönderdiğinden eminiz.

Kılıçların Neden Çekildiği Belli Değil mi?

Geçtiğimiz Ağustos Kara Harp Okulu mezuniyet töreninde yeni mezun teğmenlerin “kılıçları havaya kaldırarak” yaptıkları “gösterinin” ne olduğu konunun ilgilisi herkesin malûmudur. Bu olay karşısında verilen tepkiler aslında Türk siyasetindeki TSK-Ordu-Asker meselesinin değişmeden devam ettiğini göstermekte.

Ancak, konu üzerindeki tartışmanın üstü örtük bir şekilde yapılmaya devam edildiğini de belirtmek önemli. Taraflar; “Mustafa Kemal’in askeri olmak kötü mü?” ile “Disiplinsizlik kabul edilemez” argümanları arasında gidip gelmekte. Tartışma da bu şekilde kapatılıyor…

Bir kesimin darbe destekçiliği, arzusu, TSK temelli askerî siyaset isteği ortadadır ve AKP bu problemin üzerine ciddiyetle ve kararlılıkla gitmek zorundadır. Üzerine gitmedikçe ve gereken mücadeleyi bu konuda vermedikçe sivil ve özgür olmak isteyen Türk vatandaşları kendi askerinden gelen tehditlerden uzak kalamayacaktır.

AKP, Türkiye siyasetindeki “asker” problemiyle gerçek bir mücadeleye girdiğinde çok ciddi sivil destek görecek olmasına rağmen, sürekli olarak “geçiştirme” yöntemini kullanıyor. 15 Temmuz’un karşımıza çıkmasının nedenlerinden biri de budur.

Bugün kılıç çeken genç mezunlar hakkında işlem yapıldığından bahsediliyor. Bu çok zayıf bir tepki. Bu durum bize gösteriyor ki, bugün kılıç çekmek ile kendisini gösteren “karşıtlık” yarın yeni bir yüzle karşımıza çıkabilir.

En Mutlu Yerin Mutsuzları

Disneyland, yöneticileri tarafından dünyanın en mutlu yeri olarak tarif ediliyor. Detaylı siyasal-ekonomik-estetik analizinin ötesinde basit bir eğlence olarak bakıldığında gerçekten de Disneyland pek çok insanın kendisini mutlu hissedebildiği bir yer.

Disneyland, gerçek dünyanın içinde bir çeşit hayalî dünya sunuyor. Hayallerin içindeki çizgi karakterler ve mekânlar ile insanları dünyanın sert gerçekçiliğinden bir süre uzaklaştırıyor. Romantize bir şekilde bu durumu izlemenin ötesine geçildiğinde ise problemlerle karşılaşılıyor.

Yakın zaman önce okuduğum bir yurtdışı haberinde, özellikle parkın içindeki etkinlikler ve pratik ihtiyaçlar için hizmet veren çalışanların çalışma koşulları ve aldıkları maaşlar hakkındaki problemlerini ve “mutsuzluklarını” dile getirmeleri dikkatimi çekti. Çalışanların “makul” tepkiler verdiklerini düşündüm. Böyle bir yerdeki bu çelişki, parkta “mutlu” olması istenen insanların kapsamının arttırılması gerektiğini bize gösteriyor. Çalışanlarının mutsuzluklarına rağmen mutluluk sunmak Disney’in mutluluk kavramını aşındırıyor. Hayallerin dünyasının yöneticilerinin ayakları gerçek dünyaya daha mı çok basmalı?

Elon Musk’ın Bakanlığı X’in Tarafsızlığına Gölge Düşürür Mü?

Sosyal medya platformlarının sayısının artması ve internetin bulunduğu her ortama girmesi yeni sorunları da beraberinde getirdi. Sosyal medya platformlarının mesajlarıyla kitleleri mobilize etmesinden bu yana hükümetler ve vatandaşlar arasında yeni çatışmalar ortaya çıktı. Özellikle bu yeni büyük ve masrafsız gücün kontrolü nasıl olmalı sorusu sıklıkla soruluyor. Kimi zaman devletler bu gücü sınırlamaya kalkarken kimi zaman da kitlelerine ulaşmada bir yol olarak görüyorlar. Son olarak ABD seçimlerinde Elon Musk’ın sahibi olduğu X (twitter) platformu üzerinden Trump lehine göstermiş olduğu performans kabinede kendisine bir bakanlık koltuğu verilmesi ile taçlandırıldı.

Biden yönetiminde Musk’ın sancılı günler geçirmesinin ardından şimdi de hükümette yer alması tartışmaları da beraberinde getirdi. Son olarak da Elon Musk’ın bakan olmasının ardından The Guardian tepki olarak artık X platformundan paylaşım yapmayacağını duyurdu. Gerekçe olarak ise, “X’in zehirli bir medya platformu” olduğu ve “sahibi Elon Musk’ın nüfuzunu kullanarak siyasi söylemi şekillendirebildiği” söylendi. Diğer taraftan Alman futbol ekibi Werder Bremen de X platformunun “ifade özgürlüğü” adı altında nefret söylemlerinin yayılmasını gerekçe göstererek artık buradan paylaşım yapmayacaklarını duyurdu. Şimdi ise sorgulanan konu tam olarak da bu. Hükümet üyesi bir kişinin elinde olan bu sosyal medya platformu tarafsızlığını koruyabilecek mi?

Facebook, Instagram, Tiktok ve X platformları şimdilerde oldukça tartışma konusu haline geldi. Etkileyebildikleri kişiler, kurumlar, topluluklar ve hükümet yetkilileri dikkate alındığında bu platformların faaliyetleri klasik anlamda olmasa da adeta bir lobicilik faaliyetini andırıyor. Durum böyle olunca sosyal medyanın sınırı, kapasitesi tartışılır hale geldi. Bu tartışmalar çerçevesinde hükümetlerin sosyal medya platformlarına getirdikleri düzenlemeler de ardı ardına geldi. Kimi zaman bu düzenlemeler veya kısıtlamalar da tartışılır durumda. Özellikle ABD’nin Tiktok yasağı, Almanya’nın “Sosyal Ağlarda Yasaların Uygulanmasının İlerletilmesi Kanunu”, Çin’in Batılı sosyal medya platformlarına yasak getirmesi ve Türkiye’nin sosyal medya platformlarını düzenleyici olarak getirdiği kanunlar ve kararlar… Bütün bu saydıklarımızın ortak özelliği ise “sosyal medyaya kısıtlama” getiriyor olmaları. Durum böyle olunca “kısıtlama” diye tabir edilen durumun yasallığını da tartışmak gerekiyor. Birincisi “her türlü paylaşım yapılabilir mi?” ikincisi “yapılan paylaşımların denetim mekanizması nasıl olmalı?” Son olarak ise “bu platformların tarafsızlığı nasıl işletilecek?”

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 12. maddesinde yer alan “Hiç kimsenin özel yaşamına, ailesine, evine ya da yazışmasına keyfi olarak karışılamaz, onuruna ve adına saldırılamaz. Herkesin, bu gibi müdahale ya da saldırılara karşı yasa tarafından korunma hakkı vardır” söylemi kesin olarak keyfî bir müdahaleyi sınırlarken insan onuruna, hayatına herhangi bir saldırının yapılamayacağını da ifade ediyor. Yine Avrupa İnsan Hakları Beyannamesi’nin 8. maddesinde yer alan “Herkes özel ve aile hayatına, konutuna ve yazışmasına saygı gösterilmesi hakkına sahiptir” ifadeleri de bunu pekiştiriyor.

Tam da bu noktada Musk’ın hükümette yer almasından sonra Trump aleyhine yapılan bir paylaşımı nefret söylemi kriterlerine göre değerlendirilmesi ne kadar objektif olacaktır? Örneğin bu minvalde bir paylaşımın Trump iktidarına zarar verdiği için mi kaldıracak ya da gerçekten nefret söylemi veya manipülasyon içerdiği için mi kaldırılacaktır?  Sadece bir paylaşımın kaldırılmasından ziyade burada yapılan paylaşımların Trump iktidarını pekiştirmesi de sağlanabilir. Seçim döneminde Dijital Nefretle Mücadele Merkezi’nin (CCDH) “X Content Moderation Failure How Twitter/X continues to host posts we reported for extreme hate speech” başlıklı analizinde X’in nefret söylemi politikasını ihlâl edip etmediği değerlendirildi. X platformunda rapor edilen 300 paylaşımın % 86’sının aktif olduğu gözlemlendi. Ayrıca bu nefret söylemi içeren paylaşımların ise tam olarak 2 milyar kez görüntülendiği de raporda belirtildi.

Böyle bir durumda X ne kadar bağımsız olacak? Dijital İnovasyon Girişimi’nde kıdemli bir araştırmacı ve Avrupa Politika Analizi Merkezi’nde Bandwidth’in editörü olan Bill Echikson da Musk için yaptığı analizde, Elon Musk’ın X platformunu satın almasının ardından manipülasyon içeren paylaşımlar üzerinde denetimi azalttığını ve böylece seçimlere etki ettiğini vurguluyor.

Bir diğer çetrefilli olan konu ise Avrupa Birliği yürütme organının X hakkında 2023 yılında başlatmış olduğu soruşturmanın geleceğidir. AB Komisyonu sözcüsü her ne kadar “ABD’deki seçim, Avrupa Birliği’nde Dijital Hizmetler Yasası’na uyulmasını sağlamaya yönelik uygulama çalışmalarımızı etkilemeyecektir” ve “Elon Musk’ın platformunun kuralları ihlâl etmesi halinde kişisel olarak sorumlu tutulacaktır” açıklamasında bulunsa da Trump’ın hükümetindeki bir kişiye bu cezayı vermesi gerçekten kişisel mi yoksa siyasal bir cezalandırma mı olacaktır?

Sonuç olarak nereden bakarsak bakalım Elon Musk’ın hem bir sosyal medya platformu sahibi olması hem de hükümette yer alması önümüzdeki dönemde tartışmaları daha da arttıracaktır. Bu tartışmaların da bağımsız sosyal medya, algı, manipülasyon çerçevesinde olması bekleniyor. Bunların tartışıldığı yerde sosyal medya günün sonunda ya sınırlarını daha fazla genişletecek ya da hükümetler tarafından sınırlandırılacaktır. Atılacak adımlar şüphesiz sosyal medya platformlarının üzerindeki tartışmaları kaldırmayacaktır. Tüm bunlar önümüzdeki günlerde, seçim süreçlerinde sosyal medya platformlarının hayatımızdaki yerini ve bağımsızlığını daha fazla tartışmaya açacaktır.

İslam Uygarlığının Tarihî ve İktisadî Gerçekleri Üzerine Bir Analiz

0

Bu metin, 27 – 28 Ekim 2022 tarihinde Mardin’de Uluslararası İslam ve Özgürlük Ağı (Islam and Liberty Network)’nın Liberal Düşünce Topluluğu ve Mardin Artuklu Üniversitesi evsahipliğinde düzenlenen 9. İslam ve Özgürlük Konferansını açış tebliğine dayalı olarak hazırlanmıştır.

Prof. Dr. Ahmet Uzun, Sivas Cumhuriyet Üniversitesi

Giriş

Bugün nüfusunun çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu ülkelerin siyasî, ekonomik ve sosyal görüntüsü pek iç açıcı bir manzarayı yansıtmamaktadır. Petrol zengini ülkeler dışında yoksulluk, eğitimsizlik, terör çok yaygın. Petrol dışı üretim ve ihracat çok sınırlı. 1,7 milyar civarında nüfusa sahip Müslüman ülkeler dünya ticaretinin yaklaşık %10’una sahip. Yarım asırlık İSEDAK, üye ülkeler arasında siyasî ve ekonomik işbirliğini geliştirme konusunda çok yetersiz kalıyor. Bilim ve kültür hayatı oldukça geride. Hürriyetler yönüyle görüntü kötü. İnsan hakları, mülkiyet hakları, siyasî ve ekonomik özgürlükler konusunda ciddi sorunlar var. Demokrasi endeksinde en kötü sıralamaya sahip 13 ülkeden 11’inin Müslüman olması düşündürücüdür (Özgen, t.y.). 50’den fazla Müslüman ülke arasında demokrasi ve hukuk standartları açısından geçer not alabilecek bir ülke yok gibidir. Ekonomik hürriyetler açısından görüntü hiç de parlak değildir. Piyasalar ve özel girişim kısıtlıdır, çünkü pek çok durumda servet edinmenin en önemli yolu devlet makamları veya orada bulunan kişilerle kurulan bağlantılardır. Batıda insanlar siyasetten ayrılıp iş dünyasına girerek zenginleşirken, İslam dünyasında bunun genellikle tersi olmaktadır. Heritage Vakfı tarafından hazırlanan 2023 yılı Ekonomik Özgürlükler Endeksi’nin ilk 30 sıralamasında hiçbir Müslüman ülke olmaması rastlantı değildir. 177 ülkenin yer aldığı sıralamada BAE 33, Katar 44, Endonezya 63, Azerbaycan 75, Fas 97, Türkiye 107, Suudi Arabistan 118, Nijerya 124, Mısır 153, Pakistan ise 154. sıradadır. Bir İslam devleti sıfatına sahip İran’ın sıralaması 170’tir (en.wikipedia.org). Oysa bu endeks bin yıl önce hesaplansaydı çok farklı bir manzara ortaya çıkacağı açıktı. Peki, o zaman bugün yaşadığımız bu çok yönlü sorunların kaynağı üzerine ciddi düşünmemiz gerekmiyor mu? Tüm sorunların kaynağını sadece batılılarda görmek makul bir yaklaşım gözükmemektedir. Ciddi bir özeleştiri süzgecinden geçmeden bugünün sorunlarına gerçekçi çözümler üretmemiz mümkün değildir.

Ortaçağ İslam Uygarlığının Yükselişi

Bu konuşmada İslâm dünyasının bugünkü sorunları üzerine iktisat tarihi perspektifiyle bir değerlendirme yapmayı hedefliyorum. İslam uygarlığının ortaçağda gösterdiği yükselişi esas alarak, bugün için zengin kavrayışlar elde edebileceğimizi düşünüyorum. İslam doğduktan kısa bir süre sonra hızla yayılmış ve Hz. Peygamberin vefatından 100 sene sonra İslam orduları Paris önlerinde durdurulabilmişti. Müslümanlar 750-1250 arasında devam eden bir altın çağın temellerini başka kültürlerin birikiminden yararlanarak, farklı kültür ve inançlara hoşgörülü davranarak, fikir özgürlüğüne ve bilim adamlarına saygı göstererek, iktisadî ve ticari faaliyetleri serbest bırakarak, özel mülkiyete ve girişim özgürlüğüne önem vererek ve vergileri düşük tutarak atmışlardır. Siyasî iktidarların ekonomik hayata pek müdahale etmemesi, ilmi faaliyetlere genel olarak müsamaha gösterilmesi ve hatta çoğu zaman destek olunması, iktisadî ve fikri hayatın gelişmesinde önemli rol oynamıştır. B. Russel ortaçağda Arap filozofların güvenliğini görece özgür düşünceli hükümdarların sağladığına işaret etmektedir (Russel, 2012: 211). Bu dönemde sayısız kitap yazılmış, büyük kütüphaneler ortaya çıkmış, canlı bir tartışma ve eleştirel düşünce geleneği doğmuştur. Gayrimüslimlerin inanç ve hareket özgürlüğü sağlanmış, dinî ve aklî ilimler birlikte gelişmiştir. İslam dünyasında mallar, fikirler, teknikler, sermaye ve insanlar serbestçe dolaşabilmiştir. Liberal ticaret politikaları ve düşük gümrük vergileri maddi zenginliğin önemli temelleri olmuştur. Fransız düşünür A. Miquel ortaçağ Müslüman devletlerinin ticari konulardaki genel eğilimini laissez-faire (bırakınız yapsınlar) olarak nitelemişti (Miquel, 1991: 182). Aynı Miquel (1991: 197), İslam uygarlığını görkemli şehirlere sahip çok başlı bir vücuda benzetmekte ve büyük, insani, adil, bağdaştırıcı, bütünleştirici ve iyiliksever diye tanımlamaktaydı. Bu sayede muazzam servetlere sahip bir tüccar tabakası ve dinamik bir sermayedar grubu ortaya çıkmıştı. Sarraflık ve mali kurumlar gelişmiş, farklı ödeme yöntemleri kullanılmıştı (Duri, 1991: 97-98). Zaman zaman iç karışıklıklar, mezhep ve özellikle de taht/iktidar çekişmeleri yaşansa da İslam coğrafyasında genel olarak bu eğilimler hâkim oldu ve büyük bir ekonomik ve kültürel gelişme ortaya çıktı. Aslında Müslümanların yaptığı şey, İran ve Bizans gibi farklı medeniyetlerde mevcut olmuş bazı değerleri yaşatmak ve geliştirmekten ibaretti. Mesela Persler serbest mübadele ve mülkiyet haklarına saygılı bir ekonomik anlayışa daha önceleri sahip olmuşlardı. Özellikle Büyük Kiros zamanında hoşgörü ve özgürlüğe dayalı politikalar medeniyete önemli katkılar yaptı. Çin’de Konfüçyüs, Mensiyüs ve Laozi, bireyciliği ve ekonomik özgürlükleri savunurken, düşük vergilerin kralı zenginleştireceğine vurgu yaptı. Uygarlığın gelişiminin temelini oluşturan piyasa ekonomisi sanıldığı gibi batıda değil, doğuda gelişmişti (Sanandaji, 2020: 9-24). Mezopotamya, Çin ve Hindistan’ın bu konuda öncü olduğu herkesin malûmudur.

Ayrıca belirtmek gerekir ki, İslam uygarlığının açık gerileme sürecine girdiği bir dönemde Osmanlılar, yönetimde akılcılıkla; liyakat, fırsat eşitliği, temel haklara ve inançlara saygıyla, etnik köken-dil-mezhep vs. farkı gözetmeden tüm toplumlardan yetenek devşirmeyle, esnek ve pragmatik politikalarla yeni bir sıçrama yapmayı başarmıştır. Bilgi felsefesinde Razi-Taftazani-Cürcani’nin akılcılık ve ampirizmini, hukuk ve yönetimde ise Maturidi-Nesefi çizgisini benimseyen Osmanlılar, Sultanın iradesini kısıtlayan hukuk kuralları getirmişti (Duran, 1999: 43-46). Çok sayıda yabancı gözlemci Osmanlı Devleti’nde keyfi idarenin olmadığına, padişahın değil kanunun hâkimiyeti olduğuna dair gözlemler aktarmıştır (Danışmend, 2021: 25-34). Daha sonra bu çizginin terk edilmesi ve akılcılıktan uzaklaşılması, Osmanlının gerilemesinde hayli etkili olmuştur.

Şimdi bu ana eğilimlerin ne kadar güçlü olduğunu göstermek amacıyla Ortaçağ Müslüman toplumlarıyla ilgili temel gerçekleri biraz daha ayrıntılı ele alalım:

i. Canlı bir fikir hayatının ortaya çıkması

İslam’ın ilk dönemlerinde idareciler ilmi faaliyetlere doğrudan müdahil olmamışlardı. Bu sayede geniş bir coğrafyada ilim adamları ve öğrenciler serbestçe dolaşabilmişti (Ersoy, 2012: 94). Zamanla İslam beldeleri birer ilim ve kültür merkezi haline geldiler. 900’lü yıllarda Bağdat’ta 100’den fazla kütüphane vardı. İlk kampus üniversitesi burada kurulmuştu. Kitaba karşı büyük ilgi mevcuttu. Endülüs’te halife II. El-Hâkem, halk eğitimiyle ilgilenen, her caminin yayına okul yaptıran ve babasının biriktirdiği serveti bilim uğruna harcayan bir yöneticiydi. Kurtuba’daki kütüphanesinde 400 bin civarında kitabı varken, aynı tarihlerde Kuzey Avrupa’nın en büyük ve önemli kütüphanelerinden birinde sadece 600 cilt kitap bulunuyordu (Tez, 2014: 24, 65-66). Kahire’de El-Aziz’in kütüphanesinde 1.600.000 cilt kitap vardı. Araplar, Bizans’a karşı kazandıkları bir savaşta barış için Yunan el yazmalarının verilmesi şartını koşmuşlardı. Tıp, matematik, felsefe, optik ve ziraat gibi alanlarda sayısız eser üretilmişti (İzzetbegoviç, 2010: 18-30). Nizamiyye medreseleri kültürel yükselişte önemli rol oynadı. İslam eserlerinin tercüme edilmesi Avrupa düşüncesinde köklü değişiklikleri uyarmış ve İslami ilim, teknik ve kurumların Batıya geçişi ortaçağdaki aydınlanmaya zemin hazırlamıştı (Beckwith, 2011: 150-153). Endülüs, örneği pek görülmemiş bir dinsel ve düşünsel hoşgörü merkezi haline gelmiş, durağan Avrupa’nın düşünsel, bilimsel ve teknik canlılık kazanmasına büyük katkı yapmıştı (Tez, 2014: 39). Kitaba ve ilme yönelik olumlu tavır, İslam dünyasının pek çok yerinde karşımıza çıkmaktaydı. Mesela Artuklu hükümdarları ilim ve kültür hayatını korumayı kendi vazifesi sayar ve bu hususta ihmal göstermezlerdi. Artuklu Beyi II. İlgazi’nin en yakın dostu bir Hıristiyan âlimdi. 1183’te Amid’de 140 bin ciltlik devasa bir kütüphane bulunuyordu. Ahlat şehri kimya, tıp ve felsefenin hayli geliştiği bir yerdi. Yine Mengücik yöresinde ilim ve kültür hayli gelişmiş durumdaydı (Turan: 1973: 74, 219-224).

ii. Hoşgörü ve diğer medeniyetlere açık ve esnek olma

İslam uygarlığı hoşgörü temelinde hızlı bir yayılma göstermişti. Müslümanlar hiçbir yerde tahribat yapmadı. Halife Me’mun zamanında İslam topraklarında 11 bin kilise, yüzlerce sinagog ve hatta Mecusilerin ibadethaneleri vardı. Cam, tekstil, ipek, kâğıt vs. başka kültürlerden öğrenilmişti (İzzetbegoviç, 2010: 18-30). Yunan kültürü tanınmış, klasik dünyanın kültürünü aktarmak için Beytül-hikmet kurulmuştur. Müslümanlar İran, Çin, Hint ve Yunan kültürlerine ait zengin mirası, kendi görüşlerine göre değiştirerek ve verimli hale getirerek benimsemişler ve bu şekilde bu kültürleri de canlandırıp yenilemişlerdir (Garaudy, 1984: 85) Yabancılara geniş hareket özgürlüğü sağlanmıştı. Müslüman yöneticiler Hristiyan ve Yahudi zümrelerin özgürlüklerine, onları vergilendirerek saygı göstermişlerdir (Güran, 2017: 104). Lombard (1983: 192) Yahudi ticaretinin özellikle büyük İslam imparatorluğunun kurulduğu çağda (8-11. yüzyıllar) en yüksek seviyesine ulaştığını aktarır. B. Russel (2012, 204: 206) Arap fetihlerinin hızlı olmasında zulüm altındaki topluluklara, vergi ödeme karşılığında hoşgörülü davranılmasının etkili olduğunu kaydederken, bir avuç Arap savaşçının farklı dinlere mensup ve daha yüksek bir uygarlığa sahip toplulukları yönetebilmesini bağnaz olmamalarına bağlar. Aynı şekilde Selçuklu Türkiye’sinde yabancı ırk ve din mensuplarına daima hürriyet ve adaletle muamele edildiği Süryani, Rum ve Ermeni kaynaklarında ifade edilmektedir (Turan, 1973: 75). Osmanlılar hiçbir beldenin adını değiştirmemiştir. Osmanlıda yaşayan milletlerin hepsi dinini ve lisanını korumuş ve bugüne kesintisiz getirebilmiştir. Amerika kıtasının keşfinden sonra İnka, Maya ve Aztek kültürlerinden geriye ne kalmıştır? Kaçının kültürü, dini ve dili yaşamaktadır?

Bu dönemde Müslüman yöneticilerin, karşılaştıkları sorunlara esnek çözümler getirebilmesi önemli bir başarıydı. Örneğin Ebu Yusuf yıllık mahsulü hesaba katmayan sert vergi rejiminin haksız sonuçlara yol açtığını göstermiş ve orantılı vergiye geçişi önermiştir (Koehler, 2016: 215). Hz. Ömer zamanında fethedilen beldelerin toprakları, onları fethedenlere dağıtılmayarak, işletmek ve vergisini ödemek koşuluyla eski sahiplerine bırakılmıştı (Duri, 1991: 41). Değişen koşullara göre ilk dönem uygulamaların daha farklı şekilde yorumlanması sosyo-ekonomik denge ve ilerleme açısından olumlu sonuçlar üretmiştir.

iii. Sınırlı devlet uygulamaları

İslam’ın ilk dönemlerinde idarecilerin, sosyal ve iktisadî hayata sınırlı müdahalesi servetin büyümesinde etkili olmuş gözükmektedir. B. Koehler (2016) Hz. Peygamber zamanında az personel küçük bütçe anlayışının doğduğuna, İslam ortak pazar girişimciliğinin küresel ticareti ve yeni birleşik yatırım çeşitlerini teşvik ettiğine, Medine pazarındaki ticaretten vergi alınmadığına, getirilen vergilerin ise sosyal güvenlik harcamalarını karşılamaya yönelik olduğuna, tüketicinin korunduğuna, tekellerin yasaklandığına işaret eder ve İslam’ın başından beri iktisadî büyümeye imkân veren bir tavır sergilediğini belirtir. Özel mülkiyet sınırlanmamıştı. Piyasa fiyatlarına genel olarak müdahale edilmemiştir. Ticaret serbest yürütülmüştür. Kallek (1997: 142) İslam iktisat sisteminde devletin serbest rekabet şartlarına müdahale etmemesinin esas olduğunu ve Asr-ı saadetteki uygulamaların bunu gösterdiğini vurgular. Müslümanların, İspanya’yı fethettikten sonra burada toprak reformu yaparak ve ticaretteki sınırlamaları ve ağır vergileri kaldırarak büyük bir gelişmeye imkân verdikleri oryantalist Dozy tarafından tespit edilmektedir (Garaudy, 1984: 37). Vergiler şer’i esaslara dayalı olarak belirlenmiş ve cizye, öşür ve haraç gibi birkaç vergi uygulama zemini bulmuştur. Kuran’da hiçbir otoriteye farklı vergiler ihdas etme yetkisi verilmemiştir (Ersoy, 2012: 102). Bimaristanlar, eczane piyasası ve kerhizler özel teşebbüsün büyük işler yaptığını göstermektedir (Sanandaji, 2020: 169-181). Vakıfların geniş rolü dikkate alındığında, sosyal dayanışmanın esas itibarıyla özel çabalarla sağlandığı açıktır. Özetle Müslümanların iktisadî hayata getirdikleri rasyonel ve liberal uygulamalar insanların ve tüm üretim faktörlerinin serbestçe dolaşımına imkân vermiş ve büyük bir ekonomik gelişmeyi beslemiştir.

iv. Müslüman filozofların katkısı

Ana hatlarıyla liberal eğilimleri yansıtan bu uygulamalar, dönemin Müslüman düşünürleri tarafından da açıkça desteklenmiştir. Genel olarak Müslüman filozoflar, piyasayı hem bir rekabet hem de klasik devlet felsefesine benzer şekilde işbölümü ve mübadele yoluyla işbirliği ve yardımlaşmanın bir aracı olarak görmüşlerdi (Güran, 2017: 103). İbn Teymiyye (1263-1328), narh hadisine akılcı bir yorum getirerek, piyasada kıtlık ya da bolluğun adaletsizlik içermeyen nedenlerle de oluşabileceğini izah eder. İnsanların, haksızlık yapmadan, malları geçerli fiyattan sattıkları halde malın arzı veya talebindeki değişikliklerden kaynaklanan fiyat hareketlerinin Allah’a havale edileceğini söyler (Kallek; 1997: 171). Gazali (1058-1111), devletin varlık nedenini adalet ve güvenliği sağlamak ve haksızlıkları önlemek olarak görür. Ona göre adil yönetim ülkeyi zenginleştirir. Fiyatlar piyasada serbestçe belirlenmelidir. Dünyayı imar etmek insanın dinî vazifesidir. Her meslek sahibinin kendi alanıyla ilgili bilgi ve becerisini artırması ve geliştirmesi farzdır (Ersoy, 2012: 108-114). Ebu Yusuf (731-798) düşük ve adil vergilerin toplumun genel refahına katkı yapacağı konusunda ayrıntılı fikirler ortaya koymuştur. Ona göre faydası belli gruplara yönelik projeler kamu finansmanı ile değil, bu kesimler tarafından karşılanmalıdır (Ghazanfar, 2015: 310-312). Tek başına bu tutum bile İslam’da devletin yeniden dağıtımcı işlere girişmesinin dinî bir referansa dayanamayacağını kanıtlar. Şeybani (749-805) tüccar olarak para kazanmanın bir bürokrat veya asker olarak gelir sağlamaktan daha değerli olduğunu savunmuştur (Beack, 1997: 90). Nizamülmülk (1017-1091) devletin başlıca görevinin insanların rahat ve huzur içinde yaşamasını sağlamak ve adaleti tesis etmek olduğu görüşündedir. Keykavus (1021-1082), piyasa ekonomisinin işleyişiyle ilgili çok sayıda kavrayış sunmakta ve rasyonel kişisel çıkarla ilgili A. Smith ve A. Rand gibi düşünürlere yakın tespitler yapmaktadır (Sanandaji, 2020: 161). Maverdi (954-1058) ezici bürokrasiye karşı çıkmakta, toplumun sırtına ağır yük oluşturan bu sınıfın en az düzeye indirilmesini önermektedir. Yine devlet adamlarının iktisadî faaliyetlerde bulunmasını istemeyen Maverdi, özel mülkiyet haklarına ve hür teşebbüse saygılı bir tutuma sahiptir. Halkın, verimliliği artıran yatırımlar yaparak ürün artışı sağlaması halinde vergilerin yükseltilmemesi gerektiğini, aksi halde girişim arzularının kırılacağını öne sürer (Kallek, 2003: 183-184).

İbn Haldun (1332-1406), liberal fikirlere yeni bir aşama kazandırmış gözükmektedir. Ona göre haksızlık ve baskı toplumları yoksullaştırır. Adalet iktisadî kalkınmanın temelini oluşturur. Ağır vergiler devletin gelirini artırmak yerine düşürür. Yöneticilerin artan harcamalarıyla vergi yükünü ağırlaştırması çalışma şevkini kırar, üretimi azaltır. Böylece vergi matrahı küçülür ve neticede devlet gelirleri azalırken, fasit bir sahtekârlık dairesine girilir. İbn Haldun, devletin doğrudan iktisadî/ticari hayata girmesine karşıdır. Çünkü devletin ticaret yapması iktisadî dengeyi bozar, haksız rekabet oluşturur. Devletin iktisadî kaynakları kontrolü onu zamanla bir baskı aracına dönüştürür (Kozak, 1999; Sanandaji, 2020: 165-66).

Bu kısa izahat gerek teorik gerekse uygulama yönüyle, ortaçağ İslam uygarlığının liberal temeller üzerine yükseldiğini, sınırlı devlet ve hoşgörü eğiliminin her tarafta güçlü olduğunu göstermektedir.

İslam Uygarlığının Gerilemesi

İslam uygarlığının duraklama ve gerilemesinde birbiriyle bağlantılı bir dizi faktör etkili olmuştur. Moğol saldırılarının yarattığı tahribat önemli sebeplerden biridir. Bu yıkımdan sonra piyasa ekonomisinin toplumlar için önemi giderek azalmış, çalışmaya ve servete karşı irrasyonel bir bakış açısı gelişmiş ve mistik eğilimler güçlenmiştir. İslam’ın yorumunda yapılan yanlışlar insanları iktisadî faaliyetlerden ve girişimcilikten uzaklaştırmıştır. Sorgulayan, araştıran zihinlerin yerini ezberleyen; dışa bakan keşfetmeye çalışan faaliyetlerin yerini de içeriye yönelen mistik girişimler almıştır. Müfessirlerin yerine hafızlar ön plana çıkmıştır. Otoriter siyasî eğilimlerin doğuşu ile ekonomi ve fikir hayatında özgürlüklerin kısıtlanması da geriye gidişin adeta tuzu biberi olmuştur.

Vurgulanması gereken diğer önemli bir gerçek de Müslüman dünyanın bugünkü olumsuz koşullarında batılı devletlerin tutumlarının hayli etkili olduğu gerçeğidir. İslam uygarlığı ile İtalyan liman şehirleri arasında ortaçağ boyunca devam eden ticaret, adil esaslara dayalıydı ve herkesin menfaatine sonuçlar yaratmıştı. Mallar, fikirler ve tekniklerin serbestçe dolaşması tüm bölgelerde ekonomik ve kültürel gelişmeyi uyardı. Fakat Avrupa medeniyetinin merkantilist dönemden sonra izlediği ticaret politikaları bazı yönleriyle zararlı oldu. Miyop bakış dünyaya bir ticari savaş dönemi yaşattı. Sömürgelerde izlenen tekelci politikalar bu ülkeleri rekabetçi piyasa ekonomisinden kopardı. Onların üretken güçlerinin altını oydu. Kapalı ve baskıcı rejimlere girmesine katkı yaptı. İngiltere ve Portekiz gibi ülkeler bir dönem İtalyan liman şehirleri gibi politikalar izleseydi, Ortadoğu ve Asya ekonomilerinin geleceği çok daha farklı olabilirdi (Sanandaji, 2020: 201-212).

Batının yüzyıllardır devam eden bu yanlış tavrı, maalesef Müslüman halklarda tepkisel bir tutumun ortaya çıkmasına katkı yaptı. Rasyonellikten uzaklaşma batıyla olan mesafenin açılmasından başka bir sonuca hizmet etmemektedir. Ekonomi sahası söz konusu olduğunda, bugün iki konuda ortaçağın çok gerisinde kalan bir anlayışa sahip olduğumuzu ve bu konuların ciddiyetle ele alınmaması halinde daha fazla bedel ödeyeceğimizi ifade etmek isterim.

i. Rasyonellikten uzaklaşma ve İktisat bilimine kapalılık

Birincisi, iktisat bilimine kapalı bir anlayışa doğru sürüklenmemizdir. Bir zamanlar insanlığın birikimini kabul etme konusunda çok esnek davranan İslam medeniyeti, bugün batı bilim ve uygarlığına karşı gereksiz bir tepki içerisindedir. Bunun önemli bir sebebi bilimle (ve dolayısıyla iktisatla) din arasındaki ilişkiler konusunda ciddi bir kafa karışıklığının varlığıdır. Aslında bilim hayatımızı kolaylaştırır, din ise güzelleştirir diyebiliriz. Din hayatın gayesini bize öğretir, akıbetimiz hakkında bilgilendirir. Bilim ise hayatın ve tabiatın gerçeklerini anlamak ve zorluklarıyla baş etmek için imdadımıza yetişir. Din iyi ve kötüden, güzel ahlâktan bahseder, iktisat ihtiyaçlarımızın en iyi nasıl karşılanacağını araştırır vs. Bunları birbirine karıştırmak, onları kesin şekilde ayırmak kadar yanlış bir tutumdur. Kuran iktisadî konularda ahlâkî normlar vaz etmekle beraber, kapsamlı bir iktisadî öğreti getirmemektedir (Beack, 1997: 88). Burada bilimin araştırması gereken geniş bir alan bulunmaktadır. Esasen Kuran’ın ve Hz. Peygamberin iktisadî konulara yaklaşımı da genel hatlarıyla rasyoneldir. Mesela Kuran, işleri (partililere, yakınlara, eşe veya dosta değil) ehil olanlara vermeyi emreder (Nisa, 58). Yine insan için kendi yaptığından (çalışması ve gayretinden) başka bir şey olmadığına hükmeder (Necm, 39). Hz. Peygamber hurma aşılama konusunda sahabeye, “siz dünyanızı benden daha iyi bilirsiniz (Müslim/Fedail, 141)” diyerek, dinî ve dünyevi konular arasında açık bir ayrım yapar, yani bilimin, aklın ve tecrübenin sahasında dinî hüküm getirmez. Medine’de fiyatların arttığı bir dönemde narh koyulması isteğini geriye çevirir. Ülgener buradan hareketle ilk dönem İslam anlayışında batı liberalizminin teolojik temellerine yaklaşan noktaların olduğundan söz eder (Ülgener, 2006: 85-87). Rasyonel eğilim altın çağın Müslüman düşünürlerinde de vardır. İbn Teymiyye fiyatların, adalete aykırı olmayan sebeplerle de artabileceğini izah eder. Gazali “ümmetin ihtilafı rahmettir” hadisini işbölümü ve uzmanlaşmanın önemine işaret olarak yorumlar. İbn Haldun emeği zenginliğin kaynağı olarak görür. Hz. Ali’ye atıf yaparak, insanın değerini takvasıyla değil, güzel yaptığı bir işle ölçer. Kendi dönemini aşan bir kavrayışla mesleklerin insan karakterine etki edebileceğini söyler. Sammanlı Sufi dünyadan uzaklaşmak dinden uzaklaşmaktır der. Akşemsettin, Hocası Bayram Veli’ye, Yunus’un makamı Mevlana’dan yücedir, çünkü o kendi el emeği dışında bir şey yememiştir, diye yanıt verdiğinde, icazet almaya hak kazanır (Kozak, 1999: 23, 89, 95). Osmanlı şeyhülislamı Ebusuud, faiz ve riba arasında ayrım yaparak finans piyasalarının çökmesinin önüne geçer (Pamuk, 2005: 79) ve para vakıflarının faaliyetlerine izin verir vs. Bütün bunlar iktisadî konulara/sorunlara rasyonel yaklaşımın örnekleridir. Fakat sonraları bu yaklaşımdan hızla uzaklaştık. Smith ile çağdaş olan İbrahim Hakkı’nın yazdıkları ibret vericidir! Zenginliğin sebepleri olarak evini ve kapısının önünü süpürmek, kuşluk namazı kılmak, her gece Mülk suresini okumak, ezandan önce mescide varmak gibi şeylerden söz eder (Bayraklı, 2015: 281-282). Fuzuli’nin “Maksudun eğer din ise dünyadan geç, Allah’a yapışıp cümle eşyadan geç” (Sayar, 2008: 89) mısralarına ne demeli acaba? Bugünkü Müslümanlar da iktisat biliminin en temel konularını dine dayandırma hevesini kararlılıkla sürdürmektedir. Bir ara adil düzen bir ekonomik programmış gibi anlatılmıştı. Bugün İslam ekonomisi, İslami finans vs. çalışmaları zirve yapmış durumdadır. Kitaplar basılmakta, konferans, sempozyum, çalıştay vs. etkinlikler düzenlenmektedir. Sadece iktisadın değil, neredeyse her bilim alanının önüne İslami kelimesini getirerek sorunların çözülebileceği sanılmaktadır. Böyle olunca batıda kemal seviyeye ulaşan bilimlerin pek çok önemli katkısından mahrum kalmaktayız ve sadece gerçeklerden biraz daha uzaklaşmaktayız. Yazar Selwyn Duke bir toplum gerçeklerden ne kadar uzaklaşırsa, gerçeği söyleyenlerden o kadar nefret eder der. Bu gidişatın varacağı yer, herhalde sadece böyle bir aşama olabilir.

Ekonomiye doğru bir perspektifle yaklaşmak geleceğimiz açısından çok önemlidir. Bilindiği gibi ekonomi kıt kaynakları daha iyi kullanmanın yollarını araştıran ve bu yönüyle teknik sayılabilecek bir bilimdir. Tarihine bakıldığında da önce bir hanenin ihtiyaçlarını karşılamak, sonra bir ulusun zenginliğinin sebeplerini ve nihayetinde de kıt kaynakların en iyi kullanım alanlarına tahsis edilmesinin yollarını araştırmak şeklinde bir ana programa sahip olmuştur. Bu yönüyle de değerden-azade bir bilimdir. Aksi takdirde bilim haline gelmesi de mümkün olmazdı. Değer yüklü kavramlarla bilimsel gerçekleri izah etmek mümkün değildir. Ünlü düşünür Max Weber, kapitalizmin yükselişinde Protestan değerlerin etkisini incelemesine rağmen, bilim olarak iktisadın değerden azade olması gerektiğine işaret etmiştir (Skousen, 2003: 295). Bugün İslam ekonomisi olarak dile getirilen konuların neredeyse tamamı değer yüklü tartışmalar niteliğindedir. Dolayısıyla değer dünyasına girince bilimsel gerçeklerin inkârı kaçınılmaz olmaktadır. Kendimize has modeller (?) geliştirerek sadece kendimizi ve bilmeyen insanları avutmaktayız. Bu çarpık bakış açısı biraz da kapitalizm/serbest piyasa gibi ekonomik sistemlerin gerçek mahiyetini bilmemek ya da anlamamaktan kaynaklanmaktadır. Piyasa ekonomisi insan hayatının tümünü ihata eden ahlâkî öğretiler getirmez; onun rolü toplumun kıt kaynaklarını etkin kullanma yollarını göstermektir. Dolayısıyla özel mülkiyet, rekabet ve sınırlı devlet gibi birkaç ilkeye dayalıdır. Böyle teknik bir öğretiyi dine rakip ve sanki insana ahlâkî ödevler vaz eden bir total anlayış gibi takdim etmek yaşanan kafa karışıklığının ana sebebi gibi gözükmektedir.

Zenginlik üzerinden bir değerlendirme yapacak olursak, bir toplumun refaha ulaşması için ekonomi biliminin evrensel temel gerçeklerine riayet etmek gerektiği söylenmelidir. İktisadî gerçeklere aykırı işler fakirliği körükler. Dolayısıyla fakirlik/zenginlik dinî ya da ahlâkî referanslarla açıklanamaz. Doğru iktisat politikalarına uymak ya da uymamakla ilgilenmeliyiz. Pareto’nun deyimiyle iktisatta doktrinler yoktur, iktisat bilenler ve bilmeyenler vardır (Öksüz, 2017: 226). Ülkelerin gelişmişliğinin serbest piyasa, sağlam hukuk sistemi, demokrasi, düşük vergiler, deregülasyon, sınırlı hükümet gibi liberal değerlerle mümkün olduğu bilinen bir gerçekliktir. Müslüman ülkelerin geçmişte sahip olduğu ve batıda bugün olgunluğa ulaşan bu politikaların görmezlikten gelinmesi ağır maliyetlere yol açmaktadır. Büyük mütefekkir İzzetbegoviç (2014: 94-96) kapitalist dünyanın kaydettiği muazzam gelişme ve dinamizmi, kapitalizmin ekonomi ve bilimi harekete geçirme yeteneğini ve yüksek seviyede siyasî özgürlükler ve hukuki güvence temin etme kabiliyetini kabul etmek gerektiğini belirtir. Ona göre kapitalizmin gelişmesi Marksist teorilerin yanlışını açığa çıkarmıştır ve yine kapitalizmin pragmatik ruhu gelişmiş toplumun akılcılığına daha uygundur. Batının zenginliği sanıldığı gibi sırf sömürüyle değil, devletin dışında ve piyasa mekanizması içinde geniş bir servet edinme sahası olduğunun anlaşılmasıyla ilişkilidir. Bu zihniyet insanların kapıkulu olmadan da önemli ve kazançlı işler yapabileceğinin, hayır ve şerrin sadece devletten gelmediğinin anlaşılmasına dayanmaktaydı (Öksüz, 2017: 167). Batılılar işbirlikleri ve ortaklıklar yoluyla büyük servetler biriktirmiştir. Bizde servet denetim altındayken, finans yabancılara terk edilirken, batıda bunlar hür teşebbüs altında sürekli gelişmiştir. Düşünce dünyası da buna uyum sağlamıştır. Esnek bir veraset hukuku, anonim ortaklıklar ve riskin dağıtılması, fikri mülkiyet hakları, bilimsel derginin icadı, herkes için ekonomik özgürlük ve en güçlü olanın hayatta kalması gibi ilkeler Batının yükselişinde etkili araçlar olmuştur (Sanandaji, 2020: 195-202).

Kısaca Batıdaki gelişmeler insanlığın ortak mirasının bir parçası sayılmalıdır. Batıdaki teknolojiyi alma eğilimine karşı hayli hassas görünen kesimler kurumsal/iktisadî alandaki gelişmeler söz konusu olduğunda neden kafasını kuma gömmektedir? Özgür basın, bağımsız yargı, sağlam mülkiyet hakları, çoğulcu demokrasi, istikrarlı bir para sistemi uçak teknolojisine sahip olmaktan daha mı az önemlidir? Ayrıca böyle bir davranışsal ve kurumsal çerçeve oluşturmadan sürdürülebilir bir teknoloji transferi nasıl mümkün olacaktır? Her şey sadece paraya bağlı olsaydı, petrol zengini Arap devletlerinin dünyanın en fazla teknoloji geliştiren ve en sanayileşmiş ülkeleri arasında olması gerekmez miydi?

ii. Devlet müdahalesine dair yanılgı

İkinci bir yanılgı devletin/hükümetin ekonomi ve toplum üzerindeki hâkimiyeti konusunda ciddi bir yanlış tutumun varlığıdır. İslâm coğrafyasında devletlerin toplumu dizayn etme çabası ve gücü her geçen gün artmaktadır. Dinî referanslara dayalı bile olsa bu tutum reddedilmelidir. İstikrarlı toplumlar özgürlüklerin teminat altına alınmasıyla ortaya çıkar. Proudhon’un deyimiyle düzenden özgürlüğe değil, özgürlükten düzene ulaşmak mümkündür. Bu durum ekonomik ve düşünce özgürlükleri alanında çok daha önemlidir. Ekonomik özgürlüklerin teminat altına alınabilmesi halinde siyasetin bozucu etkileri en aza indirilebilir. Siyasetin artan gücü ayrıca fikir özgürlüğünü tehdit etmektedir. Bugün Müslüman halkların en çok ihtiyaç duyduğu konuların başında serbest ve eleştirel düşünce gelmektedir. Ortaçağın sonlarına doğru Müslüman dünyada sorgulayan düşünürler eziyet görmeye başlamış veya düşüncelerini saklamak zorunda kalmıştır. Ayrıca düşünce özgürlüğü ihtimali ilim ve felsefede giderek azalmıştır (Beckwith, 2012: 152). Bu durum Müslüman dünyanın gerilemesiyle yakından bağlantılıdır. Uzun zaman geçmesine rağmen, İslam dünyası fikir özgürlüğü ve eleştirel düşüncenin yeniden güçlendirilmesi adına pek bir ilerleme sağlayamamıştır. Oysa böyle bir geleneğin güçlenmesi ve yaygınlaşması hem sorunların rasyonel bir zeminde tartışılması ve hem de şiddet eğilimlerinin en aza indirilmesi için mutlak bir zorunluluktur.

Bu noktada hükümetlerin İslami referanslarla, özellikle de gelir dağılımında adaleti sağlamak gibi gerekçelerle iktisadî hayata müdahalesinin bizzat İslam adalet anlayışına aykırı olduğunu belirtmek isterim. Çoğu Müslüman bu sahada devletten çok şey beklemekte ve ona önemli vazifeler yüklemektedir. Ancak İslam perspektifiyle bakıldığında bu dengenin sağlanması en başta devletin değil, toplumun (zenginlerin) görevidir ve esas itibariyle ahlâkî bir ödevdir. Hükümetlerin sosyal devlet gerekçesiyle geniş müdahaleler yapması iş dünyası üzerine ağır maliyetler getirerek, işsizliğin ve çeşitli suiistimallerin başlıca sebebini oluşturmaktadır. Ortaçağ İslam devletleri vakıf kurumu üzerinden toplumsal dayanışmanın sivil çabalarla gerçekleştirilebildiğinin çok başarılı bir örneğini vermiştir. Endülüs’te sosyal hizmetleri vakıflar yürütürdü. Mısır’da Türk emirler pek çok hizmeti vakıflarla gerçekleştirdi. Selçuklularda iktisadî ve sosyal hayatın temelini vakıflar oluşturuyordu. Sağlık ve sosyal yardım kurumları, hastaneler, misafirhaneler, medreseler, hamamlar vs. hayli yaygınlık kazanmıştı (Tabakoğlu, 1994: 97). Osmanlılar daha da ileriye giderek 16. yüzyılda kamu gelirlerinden vakıflara önemli miktarlara varan tahsisler yapmışlardı. Vakıfların inşa ettiği külliyeler sayesinde cami, medrese, imarethane gibi toplumsal ve kültürel kuruluşlara işlerlik kazandırılmış ve aynı zamanda onlara gelir sağlayacak olan yerlerin inşası gerçekleştirilmiştir. İç içe geçen bu faaliyetler şehirlerin imarına büyük katkıda bulunmuştur (Güran, 2006: 3-7). Dolayısıyla sosyal dayanışmanın devlet eliyle gerçekleştirilmesi bir mecburiyet değildir. Devlet doğası gereği bir ekonomik soruna odaklandığında, birkaç yeni sorun yaratmış olur. O yüzden siyasetin toplumun her alanına nüfuz etme çabalarına karşı çıkmalıyız. Kapsamlı devlet müdahalesinden olumlu sonuçlar beklemek iktisadî cehaletin en bariz ve en yaygın örneğidir. Bilinmelidir ki, iktisat cahili bir toplum uzun süre varlıklı kalamaz; T. Sowell’in deyimiyle iktisadın birinci kuralı kıtlıksa, siyasetin birinci kuralı iktisadın birinci kuralını yok saymaktır (Gwartney vd., 2016: 16). R. Reagan hükümet çözüm değil, sorundur dediğinde bilinçli bir tespit yapmıştı. Bu nedenle ekonomiyi kendi kuralları içinde düşünmek gerekir; siyasetin ve değer dünyasının iktisat bilimini istila etmesine karşı çıkmak zorundayız.

Özetle İslam’ın ilk/orijinal yorumunda sınırlı devlet esastı. Devletlerin yeniden dağıtımcı politikaları İslam’ın iktisadî adalet anlayışına terstir. Çünkü devlet kaynak dağılımına aşırı müdahil olursa, F. Bastiat’nın deyimiyle hukuk bir yağma aracına dönüşmektedir (Skousen, 2003: 69). Diğer bir deyimle devlet, Ali’den alıp Veli’ye ihsan eden bir mekanizmaya dönüşürse, o zaman ekonomide kimlerin kazanıp kimlerin kaybedeceğine de karar veren bir rol üstlenmiş olur. Bu durum adalete aykırı olduğu gibi, uzun vadede müşevvik yapısını bozarak verimli iktisadî faaliyetleri de baltalar ve iktisadî gelişmeye engel olur. Burada devletlerin iktisadî hayata dolaylı katkılarını reddetmiyoruz. Mesela devletler istikrarlı para sistemi kurarak ekonomiye büyük katkı yapabilir. Tarihte Atina, Roma, Bizans ve İslam dünyasının parlak dönemleri istikrarlı para sistemleriyle mümkün olmuştur. İbn Rüşt paranın mübadele ve değer ölçüsü işlevi yanında müstakbel satın alma gücü için bir rezerv olduğunu vurgular ve paranın değeriyle oynamayı ribaya eşdeğer gayri adil bir keyfilik olarak görür. Makrizi’ye göre hasta para hasta bir toplumun ürünüdür. Devvani adil ve etkin bir hükümetin ancak paranın istikrarıyla mümkün olacağını belirtir (Baeck, 1997: 98, 105-106). Kopernik bir devleti yıkan dört unsurdan birinin paranın bozulması olduğunu söyler (Huberman, 1991: 101). Aynı şekilde etkin bir mülkiyet hakları sistemi büyük faydalar sağlar. Müslüman dünyada bu konulara çok önem verilmişti. Türk atabeyi Nureddin Zengi Şam ve çevresini yıkan büyük depremden sonra zenginlerden zaruret hali gerekçesiyle ilave kaynak sağlama yoluna gidememişti (Sanandaji, 2020: 175). Kanuni devrinde Süleymaniye Camiinin inşası esnasında bir Yahudi’nin evi istimlak edilememiş ve konu şeyhülislama intikal edince, ondan “mülkiyet hakkının mukaddes ve masun” olduğu cevabı alınmıştır (Danışmend, 2021: 111). Mülkiyet haklarına ve başka kültür ve inançlara çok geniş müsamaha gösteren ilk İslam medeniyetlerinden, bugün kendi halkının en temel haklarına bile saygı göstermeyen rejimlere geçmiş olmak ne büyük talihsizliktir!

Sonuç

İslam kardeşliğinin bir gereği olarak çok farklı alanlarda ve çok daha sıklıkla yapılmasına ihtiyaç olduğunu düşündüğüm bu gibi bilimsel toplantıların bir katkısı olacaksa, Müslüman devletlerin hükümetlerine, kendi halklarının özgür tercihlerine saygı göstermeleri gerektiği hatırlatılmalıdır. K. Jaspers (1981: 58) hürriyet ve tanrının ayrılamaz olduğunu ve dolayısıyla hürriyetin inkârı ile tanrının inkârı arasında bir bağlantı olduğunu düşünmektedir. Bu derece önemli olması gereken hürriyet fikrinin Müslüman toplumlardaki algılanışı ciddi şekilde sorunludur. İslami değerler adına yapılan pek çok düzenlemenin aslında İslam’ın ruhuna aykırı olduğu, dinde zorlama olamayacağı, İslam ahlâkına uygun davranışların gönüllülük ilkesine dayanması gerektiği her şekilde vurgulanmalıdır. Ahlâka uygunluk, özgür ve bilinçli davranışlarla kötülüğü önlemek ve iyiliği yaymakla olur. Kant’ın özgürlük yoksa ahlâklılık da yoktur (Arslan, 1994: 98) felsefesi esas olmalıdır. O yüzden insanı, yasalarla ahlâkî davranışlara zorlamanın bizzat ahlâk kaidesinden yoksun olduğunu söylemeliyiz. Eğer Müslüman kalacaksak bunun yolu en başta kendimizi ıslah etmek ve davranışlarımızla başkalarına örnek olmaktır; yoksa siyasî veya idari mekanizmalarla başkalarını hizaya getirmek değildir. İslam’ın hoşgörülü, esnek ve kuşatıcı yorumu çok daha geniş kitlelerin kazanılmasına ya da dikkatinin çekilmesine hizmet edebilir. Ne de olsa eylemlerin gücü sözlerin gücünden daha fazladır.

Bütün büyük gerçekler basittir diye bir söz var. İslam insanların çalışması, kazanması, meşru yollarla mal-mülk sahibi olmasına karşı bir şey dememektedir. Dolayısıyla rasyonel iktisadî ilkeler İslam anlayışına ters değildir. Ancak, İslam ahlâkı varlıklı insanlara muhtaçları düşünme, onlara sahip çıkma görevi vermektedir. Ahilik ve vakıf geleneği bunun güzel örneklerini yansıtmaktadır. Üretmek, kazanmak ama aşırıya gitmemek ve başkasını düşünmek. Bu, iki dünya saadetinin de kapısını aralayan formüldür. Samimi Müslümanlık, başkalarının ürettiği değeri kamu otoritesi yoluyla zapt edip dağıtmaktan değil, kendi ürettiği değeri gönül rızasıyla vermekten geçer! Sarp yokuşu aşmak (Beled, 11-17) da herhalde böyle mümkün olabilir.

Kaynakça:

Arslan, A. (1994). Felsefeye Giriş. Vadi Yayınları. Ankara.

Baeck, L. (1997). “Klasik İslam Çağının İktisat Düşüncesi”, İçinde, İktisat Risaleleri, Derleyen ve çeviren: M. Özel, İz Yayıncılık, İstanbul. s. 83-110.

Bayraklı, B. (2015). Kur’an’sız Müslümanlık. Düşün Yayıncılık. İstanbul.

Beckwith, C. I. (2011). İpek Yolu İmparatorlukları. Çev: K. Yıldırım. ODTÜ Yayıncılık. Ankara.

Danışmend, İ. H. (2021). Garp Membalarına Göre Eski Türk Demokrasisi. Ötüken Neşriyat. İstanbul.

Duran, B. (1999). Osmanlı Akılcılığı. Nesil Yayıncılık. İstanbul.

Duri, A. İslam İktisat Tarihine Giriş. Endülüs Yayınları. İstanbul.

Ersoy, A. (2012). İktisadî Düşünceler Tarihi. Nobel Yayıncılık. Ankara.

Garaudy, R. (1984). İslam’ın Vadettikleri. Çev: S. Akdemir. Pınar Yayınları. İstanbul.

Ghazanfar, S. M. (2015). “Orta Çağ İktisat Düşüncesinde Kamu Ekonomisi”. İçinde, Orta Çağ İslam İktisat Düşüncesi. Ed: S. M. Ghazanfar, Çev: M. S. Akgönül. Klasik Yayınları, İstanbul. s. 303-322.

Güran, T. (2006). Ekonomik ve Mali Yönleriyle Vakıflar. Kitabevi. İstanbul.

Güran, T. (2017). İktisat Tarihi. Der Yayınları. İstanbul.

Gwartney, J. D., Stroup, R. L., Lee, D. R., Ferrarini, T. H. (2016). Temel Ekonomi. Çev: A. Uzun. Liberte Yayınları, Ankara.

Huberman, L. (1991). Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla. Çev: M. Belge. İletişim Yayınları. İstanbul.

İzzetbegoviç, A. (2010). İslâmî Yeniden Doğuşun Sorunları, Çev: R. Ademi. Fide Yayınları. İstanbul.

İzzetbegoviç, A. (2014). İslam Deklarasyonu. Çev. R. Ademi. Fide Yayınları, İstanbul.

Jaspers, K. (1981). Felsefeye Giriş. Dergâh Yayınları. İstanbul.

Kallek, C. (1997). Asr-ı Saadette Yönetim-Piyasa İlişkisi. İz Yayıncılık. İstanbul.

Kallek, C. (2003). “Mâverdî”. TDV İslâm Ansiklopedisi. 28. Cilt. s. 180-186.

Koehler, B. (2016). İslam’ın Erken Döneminde Kapitalizmin Doğuşu. Çev. İ. Kurun, Liberte Yayınları. Ankara.

Kozak. İ: E. (1999). İnsan, Toplum, İktisat: İbn Haldun’dan Yola Çıkılarak Çok Yönlü Bir Tahlil Denemesi. Değişim Yayınları, Adapazarı.

Lombard, M. (1983). İlk Zafer Yıllarında İslam. Çev: N. Uzel. Pınar Yayınları. İstanbul.

Miquel, A. (1991). İslâm ve Medeniyet. Çev. A. Fidan-H Menteş, Birleşik Kitabevi.

Öksüz, İ. (2017). Niçin Geri Kaldık? Panama Yayıncılık. Ankara.

Özgen, A. (t.y). “Müslüman Ülkeler ve Demokrasi”. İnsani Değerler Derneği, https://www.insanidegerler.org/5522/musluman-ulkeler-ve-demokrasi. Erişim: 01.03.2024.

Pamuk, Ş. (2005). Osmanlı-Türkiye İktisadî Tarihi: 1500-1914. İletişim Yayınları. İstanbul.

Russel, B. (2012). Batı Felsefesi Tarihi. 2. Cilt. Çev: A. Fethi. Alfa Basım Yayın. İstanbul.

Sanandaji, N. (2020). Kapitalizmin Doğduğu Yer: Ortadoğu. Çev: A. Uzun. Liberte Yayınları, Ankara.

Sayar, A. G. (2008). Osmanlıdan 21. Yüzyıla Ekonomik, Kültürel ve Devlet Felsefesine Ait Değişmeler. Ötüken Neşriyat. İstanbul.

Skousen, M. 2003. Modern İktisadın İnşası. Çev: M. Acar, E. Erdem, M. Toprak. Liberte Yayınları. Ankara.

Tabakoğlu, A. (1994). Türk İktisat Tarihi, Dergâh Yayınları. İstanbul.

Tez, Z. (2014). İslam’ın Batı Cephesi. Hayy Kitap, İstanbul.

Turan, O. (1973). Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi. Turan Neşriyat. İstanbul.

Ülgener, S. (2006). Makaleler. Yayına hazırlayan: A. G. Sayar. Derin Yayınları. İstanbul.

Wikipedia, “Index of Economic Freedom”, https://en.wikipedia.org/wiki/Index_of_Economic_Freedom. Erişim: 03.03.2024.

Daha Fazla Yaşasaydı…

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal, 1881 yılında doğmuş, 1938 yılında, 57 yaşında ölmüş. Kurduğu devletin başında da, Meclisin açılışını baz alırsak 18, Cumhuriyetin ilanını baz alırsak 15 sene kalabilmiş. Silah arkadaşlarının ömürlerine baktığımızda İsmet İnönü’nün 89, Celal Bayar’ın 103 sene yaşadığını görüyoruz. Sadece İsmet İnönü’ye göre, daha 30 sene civarı bir ömrü olabilirmiş.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, 10 Kasım anma töreninde; “Şayet, Gazi’nin ömrü ve sağlığı en azından bir 10 yıl daha ülkeyi yönetmeye el verseydi, hiç şüphesiz 2. Cihan Harbi sonrası bambaşka bir Türkiye görecektik” diye bir cümle kurdu. 10 yıl daha yaşasaydı yıl 1948 olacak ve Mustafa Kemal, 67 yaşında olacaktı.

Tarihî olaylar için bugünden geriye baktığımızda, “keşke öyle değil de böyle olsaydı” demek, boş bir hayaldir. Çünkü “olaylar öyle olması gerektiği için öyle olmuştur” demekten başka çaremiz yok. Ama, bir kelebeğin bir yerde kanadını bir çırpışının başka bir yerde fırtınaya sebep olması gibi, sürecin bir yerinde küçük farklı bir etkenin devreye girmesiyle, bütün tarih bambaşka olabilirdi. Yani sadece o olayın öyle değil de böyle olması ama diğerlerinin aynı şekilde yaşanması mümkün ol(a)mazdı. Bütün tarih değişirdi.

Örneğin, Mustafa Kemal 10 yıl daha yaşasaydı, kendi genel Başkanlığındaki bir CHP’de, Celal Bayar ve 3 arkadaşı 4’lü takrir verip, CHP’den ayrılıp DP’yi kurarlar mıydı, kurabilirler miydi? Kursalardı başlarına bir iş gelir miydi? Yani Terakkiperver Fırka ve Serbest Fırka’nın akıbetine DP de uğrar mıydı? 4’lünün başlarına bireysel olarak bir şey gelir miydi? Kurmasalardı, yani takrir vermeyi düşünmeselerdi, hayali hep çok partili bir düzen olduğu söylenen Mustafa Kemal’in hayali ne zaman gerçekleşirdi? Başka partilerin kurulmasına ne zaman müsaade ederdi? DP’nin kurulmasına yine de müsaade edilseydi, 1946 seçimleri yine “açık oy-gizli tasnif” usulüyle mi yapılırdı?

Tarihî olarak bütün bu olaylar geçmişte yaşandığı gibi olsaydı da, Mustafa Kemal o 10 senenin üzerine bir 10 sene daha yaşasaydı, 1950 seçimlerinde, bu sefer yine “açık oy gizli tasnif” mi yapılır ya da “gizli oy açık tasnif”e mi geçilirdi? Şayet 1950 seçimleri yine aynı şekilde yapılıp, 27 yıllık CHP iktidarı, Mustafa Kemal’in sağlığında ve başkanlığındayken devrilseydi, olaylar nasıl gelişirdi? Cumhurbaşkanlığına Celal Bayar seçilebilir miydi? Yoksa Mustafa Kemal “ebedi şef” olarak, iktidardaki DP ile uyumlu çalışıp yine Çankaya’da oturup, “tarafsız bir Cumhurbaşkanı” olabilir miydi? DP hükümetinin, NATO’ya girebilmek için Kore’ye asker göndermesine ne der, NATO’ya üye olmamıza nasıl bakardı? Örneğin, ezanın Arapça okunması kararını veto eder miydi? DP, Mustafa Kemal’le iyi geçinmek için yine 5816 sayılı kanunu çıkarır mıydı? Buna Mustafa Kemal ne derdi?

Bir 10 sene daha yaşayıp, 10 yıllık DP iktidarını silah zoruyla indiren 27 Mayıs darbesi, Mustafa Kemal’in Cumhurbaşkanlığında yine yapılır mıydı? Aynı askerler, “nasıl bu gerici DP hükümetine müsaade ettin” diye Mustafa Kemal’i de tutuklar mıydı? Yassıada’ya sürgüne gönderirler miydi? Yoksa, sadece onu ayırıp, sadece hükümetin üyelerini mi yargılarlardı? İdamlar karşısında ne yapar, nasıl davranırdı?

Darbe yapıl(a)mayıp, DP iktidarının ömrünün seçim yoluyla sona ermesine izin verilir miydi? Böyle bir sürenin sonunda 1961 seçimlerine partinin başında mı girerdi? Yoksa aktif siyasetten vazgeçip CHP Genel Başkanlığını İnönü’ye mi bırakırdı? İnönü, 1961 seçimlerini kıl payı da olsa kazandığında, Mustafa Kemal’le parti içi güç yarışına girer miydi? Partisi iktidardayken, Kıbrıs’a müdahale edilmemesi konusunda hükümete yazılan Johnson Mektubu’na karşı nasıl bir tavır takınırdı?

1965 yılında partisi yine yenildiğinde, kurucu parti(si)nin artık halkın gözünden, belki bir daha tekrar giremeyecek şekilde düştüğünü gördüğünde nasıl davranırdı? Muhalif partilerle münakaşalara, polemiklere girip, doğal olarak kendisine bugün atfedilen, adeta “ilahî bir varlık olma” kimliğine halel getirir miydi?

Bütün bunlar olmayıp, 1968 yılına kadar (1938’in üzerine 30 yıl daha yaşasaydı demiştik) Türkiye, kendisinin Cumhurbaşkanlığı ve İnönü’nün Başbakanlığında “Tek Parti” iktidarıyla mı gelirdi? Böyle bir durumda Türkiye, dünyada daha mı muteber olur, yoksa klasik bir Ortadoğu ülkesi muamelesi mi görürdü?

İlave bir 5 yıl daha yaşasa ve 1971 muhtırasını görseydi ve CHP yine ara dönem hükümetine bakan verseydi, o zaman Bülent Ecevit’in, Mustafa Kemal’in başkanlığına karşı tavrı ne olurdu? Kendi sağlığında bir genel başkan değişimi yaşanır mıydı? Yani, iktidardan düşen CHP’den sonra Genel Başkanlıktan düşen bir Mustafa Kemal’i de görür müydük?

Şayet Mustafa Kemal, bir 30-35 yıl daha yaşasaydı, kendisinin bugün gördüğü hürmet ve ihtimam yine aynı dozajda olur muydu? Daha mı fazla (hem nitelik hem de nicelik olarak) hürmet görür yoksa diğer siyasiler gibi unutulur muydu?

Bütün bu soruların cevabı, yeni yeni onlarca soruyu doğuracaktır. Burada hepsini yazabilmek mümkün değil. O yüzden, sevenleri, “ahh ah, daha fazla yaşasaydı” derken, daha farklı bir tarih olabileceğini hiç düşünmüyorlar.

Tarih, öyle olması gerektiği için öyle yaşanmıştır. Mustafa Kemal de, saygınlığının zarara uğramaması için tam zamanında ölmüştür.

Meslek Lisesi Meselesine Bakışım

0

28 Şubat döneminin bir problemi olarak kat sayı sorunu vardı. 2010 yılında konu nihayet çözüldü. Çözüldü çözülmesine de aradan geçen 14 yılda meslek liseleri hâlâ tercih edilen okullar olmaktan çok uzak! Probleme ilişkin MEB çok ciddi adımlar atıyor… Bunlardan bazıları şunlardır: Meslek liselerini tanıtım ve yönlendirme faaliyetleri, rehberlik danışmanlık hizmetleri, staj döneminde maaş, okul donatımları, atölye ve işlik alanlarının zenginleşmesi, sektör ile işbirliği, sanayi bölgelerinde okulları yapmak gibi… Bu ve benzeri onca çabaya rağmen meslek lisesi tercih oranlarında istediğimiz yerde değiliz. İşte bu noktada ben olguya biraz farklı yaklaşıyorum.

Problem ne? Neden gençler meslek lisesinde okumak istemiyor? 

Bana göre problem meslek liselerinde zeki, uyumlu öğrencilerin sayıca azlığıdır. İkinci soruya ilişkin de meslek liselerinin tercih edilmeme nedenlerini de şöyle sıralayabilirim:

1. ‘Ara Eleman’ ifadesindeki negatif algı,

2. Meslek lisesi öğrencisine ilişkin negatif algı,

3. Düşük akademik başarı,

4. Güvenlik kaygısı,

5. Belli mesleklerin saygınlığı, MTAL mesleklerine düşük saygı,

6. Beğenilme, evlenme kaygıları.

Gençler, ‘ara eleman, işçi, usta vb.’ gibi unvanları yakalarında taşımak istemiyorlar. Bu bir anlamda anlaşılabilir bir durumdur. Bunun yerine: Tekniksiyen, Teknik Eleman, gibi unvanları kullanmak gerekiyor. Bir diğer yargı; ‘meslek liselerinde, tembel, haylaz, şiddete eğilimli kaba saba gençler okuyor’ yargısıdır. Bu tabloyu destekleyecek kimi olaylar yaşanmıyor değildir. Yine de toptan böyle bir yargıyı destekleyecek bir tablo yoktur. Bir diğer engel olarak ‘Bu okullarda okuyanlar üniversiteye gidemez’ anlayışı da etkili olmaktadır. Oysa böyle bir durum söz konusu değildir, hatta sadece meslek lisesi mezunlarının tercih edebildiği mühendislik fakülteleri vardır. Özellikle anneler, çocuklarının bir meslek lisesine devam etmesini bir yıkım olarak algılıyor bu da zaten zar zor ikna edilmiş genci çabucak vazgeçiriyor. 6. maddedeki etken de; konuşulmaz, ifade edilmez ancak gençlerin kafasında önemli bir yer işgal eder. Kültürel kaynaklı faktörlerden biri de; ‘iş-meslek saygınlığıdır’. Bize göre, hâkim, savcı, kaymakam, doktor, mühendis ve yönetim pozisyonunda olanlar’ saygındır. Bunun dışındaki özellikle mavi yakalı işlere ilişkin saygınlık bakışı maalesef düşüktür. Bunu gören gençlerin bir meslek lisesine devam etme olasılığı zayıflamaktadır.

Ne Yapılmalı?

Meslek lisesine kayıt olan öğrenci sayılarını arttırmalıyız. Bu konuda yukarıdaki ana başlıklarını verdiğim adımları atmaya devam etmeli daha özenli bu etkinlikleri yerine getirmeliyiz. Çünkü sokakta boş boş gezen her insan toplumumuz için tehlikedir. Bütün bunların yanında benim daha farklı bir odak grup özel çalışması önerim vardir. Açalım:

Hedef grup LGS’ye girmiş ancak sınavla öğrenci alan bir liseye devam etmesini sağlayacak puana ulaşmamış mezuniyet notu 85+ olan zeki, uyumlu gençlerdir. İşte bu hedef kitle içinden bir grup gencin bu okullara özel olarak yerleştirilmesi… bunun için hedef grupta yer alan gençler ile özel görüşme, bilgi verme değil ikna etme, ev ziyareti yapılma, anne ve babası ile görüşme, meslek lisesini özel olarak gezdirme… gibi faaliyetlerle meslek lisesine kazandırılmalıdır. İş burada bitmiyor bu şekilde gelen öğrencileri; GİRİŞİMCİ ADAYI, İNOVASYON ADAYI, MARKA ADAYI, BULUŞ- PATENT ADAYI, ATÖLYE KURMA ADAYI, İŞ YERİ AÇMA ADAYI … olarak okula başlayacak ve konumlarına göre eğitim almaları sağlanacak..

Bu odak gruplara; farklı bir eğitim programı uygulanmalıdır. Ayrıca özel isimler (patronlar kulübü vb.) verilmesi çok etkili olacaktır. Lise birden itibaren; bu grupta yer alan öğrenciler, girişimcilik, muhasebe, e-ticaret vb. ekstra dersler almalılar… Bunların yanında, ergonomi, estetik, yaratıcılık, çizim ve tasarım gibi derslerle kursları tamamlayarak becerilerini yetkinliklerini geliştirmeliler. Böylece bu özel grup sayesinde okulların imajı hızla pozitif alana geçecek, okullardaki şiddet olayları azalacak, örnek gösterilen bir grup öğrenci olacaktır. Okulun teknik ve akademik başarısı hızla tırmanışa geçecektir.

Bu grubun görevi, marka, tarz, girişim, buluş-patent almaktır. Mutlaka özel bir amaçla okula alınmalıdır. Okulda da özenli zengin bir eğitim yürütülmelidir.

Meseleye bir de bu açılardan bakalım istedim!

Dosya: Sokak Köpekleri Meselesi

“Köpekperestlerin” Ruh Hâli
16 Ekim 2024

Köpekperestlerin tamamı değil belki ama büyük çoğunluğu çok ilginç bir ruh hâli içinde. İnsan ile sahipsiz, serseri, başıboş sokak köpekleri arasında bir tercih yapmaları gerektiğinde kesinlikle sokak köpeklerinden yanalar. Onların insanlar gibi -hatta insanlarınkilerden daha güçlü ve sağlam temelli- haklara sahip olduklarına inanıyorlar. Bütün insanları sokak köpeklerine bakmakla ve saygı göstermekle mükellef addediyorlar. Sokak köpeklerinin insanlara zarar verdiği olayları büyük ölçüde görmezden gelirken köpeklere verilen gerçek veya hayali zararları korkunç bir infialle karşılıyorlar. İnsanlara çok ağır beddualar ediyorlar. İnsanların ölmesini sokak köpeklerinin ölmesine yeğliyorlar. Hatta bazıları hayvan olarak anılmayı onur sayıyor ve hayvanlarla beraber yaşamayı insanlarla beraber yaşamaya tercih edeceğini açıkça dile getiriyor…

Bu durumu bir vaka üzerinden daha somut olarak tartışmak mümkün. Malum, zaman zaman toplumsal hayatta kadınlar şiddet görüyor, mağdur ediliyor. Bu şiddetin faillerine nasıl tepki göstermek gerekir? Kuşku yok ki kadına yönelik şiddet kınanmalı ve şiddeti gerçekleştiren özne veya özneler mutlaka cezalandırılmalıdır. Fail özellikle bir erkek olduğu sürece köpekperestlerin bu hususta diğer insanlardan önemli bir tavır farkı göstermesi zayıf bir ihtimal. Herkes gibi onlar da failin cezalandırılmasını isterler. Ancak, fail bir köpek ise durum değişiyor. Normal insanlar söz konusu köpeğin mutlaka itlaf edilmesi gerektiğini düşünürken köpekperestler bu durumda kurbanı unutuyor ve failin -yani köpeğin- korunmasının derdine düşüyor! İnsana zarar veren köpeğin itlaf hatta tecrit edilmesini engelleme çabası içine giriyor…

Kuşku yok ki sokak köpeklerinden sadece kadınlar zarar görmez. Türkiye’de kaydedilen vakalara göre saldırgan sokak köpekleri tarafından ciddi zarar verilen erkekler, uzuvlarını kaybeden yaşlı ve genç insanlar, vahşice katledilen çocuklar var. Köpekperestlerden bir tekinin, evet bir tanesinin bile, ilaç için olsun, bu vakalara dair üzüntü ifade eden bir açıklaması, geçmiş olsun diyen bir beyanı, zarar veren köpeğin itlaf edilmesine yönelik bir talebi olmadı. Veya ben böyle bir açıklama görmedim, duymadım. Onlar bu vakaları, akla, mantığa, insani realiteye ve ahlaka aykırı şekilde, insanların diğer insanlara verdiği zararlarla karşılaştırarak dengeleme, çok az olduklarını ve bu yüzden istatistiklere bile giremediklerini iddia ederek önemsizleştirme peşindeler. Bu konuda sokaklarında başıboş köpek bulunmayan ABD ve AB ülkelerinin örnek gösterilmesi bile onlara tesir etmiyor. Diğer meselelerde sıkı Batıcı olduklarını iddia eden köpekperestler bu bakımdan kesinlikle Batı standartlarını tercih etmiyor. Hatta sıkı Kemalist olanları -ki çoğu öyle- M. Kemal’in 1932’de çıkarttırdığı, sahipsiz ve maskesiz köpeklerin itlaf edilmesini öngören genelgeyi bile görmezden geliyor!..

Bunun sağlıklı bir durum ve tutum olduğu söylenebilir mi? Hemcinsleri olan insanlara karşı bu düşmanlık normal midir? İnsanların sokak köpekleri yüzünden yaşadığı ızdıraplara kayıtsızlık nasıl açıklanabilir? İnsanlardan uzak bir hayatı istemek nasıl mümkün olabilir? Bir insan nasıl böyle bir şey düşünebilir? Bir köpeğin hayatı nasıl olur da insan hayatı ile aynı seviyede ve önemde, hatta insan hayatından daha değerli görülebilir? Kesinlikle burada yanlış giden bir şeyler var. Hem de çok ciddi şeyler. Bu yüzden, köpekperestlerin ruh hâllerinin iyi gözlemlenmesi ve bilimsel metotlarla tahlil edilmesi gerekiyor kanaatindeyim.

Merhametsiz ve vicdansız köpekperestler!

28 Ağustos 2024

Köpekperestler caddelerde, sokaklarda, meydanlarda, çocuk parklarında başıboş sokak köpeklerinin bulunmasına karşı çıkan ve bu hayvanların toplanmasını isteyen kimselere ağır ithamlar yöneltiyor. Onları katliam istemek veya savunmakla, diğer canlara değer vermemekle, vicdansız ve merhametsiz olmakla suçluyor. Her şeyin olduğu gibi kalmasını, yani köpeklerin her nerede iseler orada bırakılmasını talep ediyor. Bazıları bunun köpekler kısırlaştırıldıktan sonra yapılmasına razı gelirken diğerleri köpeklere hiçbir şey yapılmamasını istiyor…

Vicdan insanlara ait bir vasıftır, çünkü vicdandan bahsedebilmek için ahlâkî değerlere sahip olmak gerekir. Hayvanlar âleminin ahlâkla bir ilişkisi yoktur. Hayvanlar tabiatlarına ve güdülerine bağlı olarak hareket ederler. Merhamet de insanlara mahsustur. Merhamet, felakete uğramış veya başına kötü şeyler gelmiş ve bundan ıstırap çeken bir insana acıyarak, o insanın çektiği ıstırabı kendi yüreğinde hissetmektir. Bu da hayvanlarda değil insanlarda karşımıza çıkar.

Vicdan ve merhamet insanlar tarafından diğer insanlara karşı gösterilir ve sergilenir. Yani vicdan ve merhamet insan-insan ilişkisinde söz konusu olabilir. İnsan-hayvan ilişkisindeki vicdan ve merhamet de insan-insan ilişkisindeki vicdan ve merhamete nispetle ikincildir; kesinlikle aynı derecede önem ve değer taşımaz…

Bu çerçevede kimin vicdanlı ve merhametli oluğuna baktığımız zaman, insanlara vicdan ve merhamet gösterenlerin gerçekten vicdanlı ve merhametli oldukları görülür. Sokak köpeklerinin saldırdığı, yaraladığı, ölümüne sebep olduğu çocuklar ve yaşlılar insan oldukları için vicdanlı bakışı ve merhameti asıl hak eden varlıklardır. Onlara merhamet göstermek ve vicdanlı davranmak bu hasletlere sahip olunduğunu göstermenin başlıca ortamı ve aracıdır. Bu çerçevede sokak köpeklerine karşı çıkan ve bunu insanların zarar görmemesi için yapan kimseler gerçekten vicdanlı ve merhametli kimselerdir.

Buna karşılık, “köpekperestler”, vicdanlı ve merhametli davranmaktan ziyade, vicdan ve merhamet şovu gerçekleştirmeye çalışıyor. Başka bir deyişle, vicdan ve merhamet kavramlarını şahsî beklentileri, psikolojik ihtiyaçları ve maddî çıkarları için araçsallaştırma peşinde koşuyor. Zira bu insanlar insan kardeşlerine sokak köpeklerinin verdiği zararları görmezden gelmekte, neredeyse hiç gündeme getirmemekte. Konuştuklarında utanç verici ve insana düşmanlığı yansıtan ifadeler kullanmakta. Sokak köpeklerinin yol açtığı facialar kendilerine hatırlatıldığı veya güçlü delillerle önlerine konduğu zaman dahi ne bir üzüntü beyan etmekte ne de işe yarar bir çözüm yolu teklif etmekte. Oysa, sokak köpeklerinin durumunun tartışma konusu olmasının sebebi tam da bu. Bu köpekler kuduz ve kist hidatik gibi hastalıkları yaymaları ve doğrudan saldırıları ile insanlara doğrudan doğruya veya dolaylı olarak verdikleri zararlar yüzünden gündeme gelmekte.

İnsanı öncelemeyen hiç kimse vicdan ve merhamet sahibi olduğunu öne süremez. Bu yüzden, asıl vicdanlı ve merhametli olanlar köpeklerin mutlaka sahipli olarak yaşamasını ve sahipsiz köpek kalmamasını isteyenlerdir. Buna karşı çıkan “köpekperestler” ise, aksini ne kadar iddia ederlerse etsinler, insan kardeşlerinin sahipsiz, başıboş sokak köpeklerinden gördüğü zararlara karşı kayıtsız ve hareketsiz kalan, vicdansız ve merhametsiz kimselerdir.

‘Köpekperestlerin’ Fikrî Zayıflığı!

24 Temmuz 2024

Köpekperestlerin Hayvanları Koruma Kanunu’nda yapılması düşünülen değişikliklere itirazları devam ediyor. Bu itirazlar, ne yazık ki, üzerinde ciddî olarak düşünülmüş, ahlâkî ve felsefî kökleri olan, dünyadaki uygulamaları takip eden tezlerden ziyade ezberler ve kendileri gibi düşünmeyenleri çeşitli şekillerde suçlamalar olarak tezahür ediyor.

Bir ezber, dünyaya gelmiş tüm canlıların yaşama hakkına sahip olduğu. Bu bakışa göre, canlılar arasında bir alt-üst sıralaması yapılamaz. Her canlının yaşama hakkı vardır. Sokak köpekleri de yaşama hakkına sahip varlıklardır. Bu çizgide olup da hızını alamayan bazıları insan hayatı ile hayvan hayatı arasında bir fark olmadığı inancında. Hatta bunlardan bazıları sokak köpekleri tarafından vahşi şekilde öldürülen veya çok ağır zarar verilen çocuklarla ilgili yaptıkları paylaşımlarda dahi köpekleri öne çıkarmakta ve hayatını kaybeden insanlar hakkında bir üzüntü dile getirmemekte… TBMM’deki Komisyon çalışmaları sırasında bunun vahim bir örneğini gördük. CHP, DEM ve TİP milletvekilleri dinlenmek üzere çağırılan zarar görmüş çocuk yakınlarına hakaret ettiler. Hiçbir şekilde üzüntü beyan etmediler. Onların Komisyon’da konuşmasını engellemeye çalıştılar…

Milyarlarca hayvan insanlar tarafından beslenme amacıyla zaten sistematik olarak öldürülüyor. Bu tespite karşı ileri sürülen argüman dünya besin zincirinin parçası olan koyun ve inek gibi hayvanlarla kediler ve köpekler arasında ayrım yapılması gerektiği. İyi ama onların besin zinciri dışında gördüğü hayvanları bazı kültürler besin zincirinin bir parçası olarak görmekte. Her yıl dünyada 3 milyon kedi ve 25 milyon köpek öldürülmekte ve yenmekte. Ayrıca, dünyada ağır bir kıtlık vakası boy gösterse ve insanlar beslenmekte ciddî sıkıntılar çekse köpek ve kedi gibi hayvanların besin zincirine dâhil olma ihtimali artacak ve bazı insanlar tarafından bu hayvanlar da yenecektir!..

Bir diğer tuhaflık, sokak köpeklerinin insanlara verdiği zararlardan söz edince hemen insanlara zarar veren kimselerin gündeme getirilmesi, tecavüzcülerden, çocuk ve kadın katillerinden örnekler verilmesi. Bununla söylenmek istenen; hayvanlar tarafından verilen zararları olağan görmemiz ve bir anlamda şu yaşananlara razı olmamız… Bu bakışta da vahim hatalar var. Her şeyden önce insanlar hayvanlarla karşılaştırılamaz. İki varlık farklı türlere ait. Aksi takdirde insan ile hayvan aynı seviyede görülmüş olur. İnsanların insanlara zarar verdiği vakalar yaşanıyor; ama bu zararların faillerini yakalamak, yargılamak ve mahkûm etmek mümkün. Buna karşılık hayvanları böyle bir sorumluluk ile yüzleştirmek imkânsız. Eskiden, örneğin, bir insana zarar vermiş bir köpek kesinlikle itlaf edilirdi. Şimdi ise koruma altına alınmakta ve iyi durumda ise tekrar sokaklara salınmakta.

Önemli bir mesele bu köpeklere bakmanın yüksek maliyetinin görmezden gelinmesi ve vergilerle finanse edilen kamu bütçelerinden karşılanmak istenmesi. Bu da bizi bir toplumsal tercih meselesiyle yüz yüze bırakıyor. Kamu kaynakları kimsesiz çocukların korunmasına mı yoksa sokak köpeklerinin beslenip barındırılmasına mı harcanmalı? Bence, elbette, çocuklara tahsis edilmeli. Ama ‘köpekperestler’ yılda 400 milyar lirayı bulacağı söylenen bakım masraflarının herkes tarafından paylaşılmasını istiyorlar. Oysa doğrusu sokak köpeklerine bakmanın kamusal bir yük olmaktan çıkarılması ve masrafların bu işe önem ve değer verenlerin katkısıyla karşılanması. Bunu söyleyince hemen başka masraf kalemlerinden bahsediliyor. Onlar da elbette tartışılabilir ama gündeme getirilen harcama kalemlerinin hepsi insan-insan ilişkisiyle ilgili. Dolayısıyla, bu harcama kalemlerini sokak köpekleri için yapılacak harcamalarla karşılaştırmak da yanlış…

Maalesef, ‘köpekperestlerin’ hemen hemen hiçbir konuda ciddiye alınmayı hak eden bir görüşü yok.

‘Köpekperestlerin’ Akıl ve Mantık Dışı Argümanları!

19 Temmuz 2024

Köpekperestlerle tartışmak çok zor. Ana sebep köpekperestlerin argümanlara karşı argümanlarla cevap verecek birikime, sabra ve medenî cesarete sahip olmamaları. Konu hakkında ne derseniz deyin aşağı yukarı aynı türden cevaplarla daha doğrusu reaksiyonlarla karşılaşmanız söz konusu. Bunlar da genellikle teze karşı cevap geliştirmek yerine muhatabını insafsızlık, merhametsizlik ve vicdansızlıkla suçlama biçiminde tecelli etmekte.

Gelin köpekperestlerin dediklerine biraz daha yakından bakalım…

İlk dedikleri şey sokak köpeklerinin de can sahibi olduğu ve yaşamaya hakları bulunduğu. Bu hususta hızını alamayan bazıları insanlara köpeklerin can sahibi olma hakkının eşit derecede güçlü olduğunu, birinin diğerine tercih edilmemesi gerektiğini dahi ileri sürebilmekte.

Sokak köpekleri meselesinin tartışma gündemine girmesinin ana sebebi, insanlara zarar vermeleri. Bu hem insanlara saldırmaları ve onları -özellikle çocukları ve yaşlı insanları- yaralamaları veya öldürmeleri hem de kuduz ve kist hidatik gibi hastalıkları yaymaları şeklinde vuku buluyor. Geçen sene 470 bin ısırma vakası oldu. Yani her gün 1.200 civarında insan sokak köpekleri tarafından ısırılıyor. Bunu normal karşılayan insanlık düşmanlarına diyecek bir şey yok, ama her makul ve mutedil insanın bu durumdan rahatsız olması lâzım. Günün birinde bu tür vakalar kendilerinin veya yakınlarının başına da gelebilir. Dolayısıyla insan hayatı ile sokak köpeklerinin hayatı arasında bir çelişki var. Bu durumda tercih edilmesi gereken elbette insan hayatı.

Köpekperestler tüm canlıların hayat hakkından söz ederken aslında kastettikleri daha ziyade sokak köpeklerinin yaşama hakkı. Oysa, insanlar hayatta kalabilmek için sistematik biçimde hayvan eti yemek zorunda veya durumunda. Bu yüzden de her sene çok sayıda hayvan öldürülüyor. Bu konuya daha yakından bakınca karşımıza ilginç rakamlar çıkıyor. Her sene 300 milyon inek, 500 milyon koyun, 500 milyon ıstakoz, 650 milyon hindi, 750 milyon somon, 900 milyon ton balığı, 1,2 milyar tavşan, 1,5 milyar domuz, 2 milyar ahtapot, 2 milyar istiridye, 2,1 milyar kaz, 2,9 milyar ördek, 3 milyar karides ve 75 milyar tavuk insanlar tarafından yeniyor. Bunların hepsi de can sahibi ama köpekperestlerden bunların yaşama haklarına ilişkin bir savunu duymadık.

Aslında daha da ilginç bir durum var. Bu da bizim sözüm ona “hayvan hakları” savunuculuğu yaptığını öne süren köpekperestlerin canla başla savunduğu bazı hayvanların da insanlar tarafından düzenli olarak yenmesi. Mesela her yıl yıl 3 milyon kedi ve -evet, yanlış okumuyorsunuz- 25 milyon köpek de yeniyor! Bu hayvanların yenmesi bazı coğrafyalarda düzenli olarak vuku buluyor.

Bu noktada şu itirazda bulunmak mümkün. Köpekler insana bu sayılan tüm hayvanlardan daha yakın. Âdeta onların hayatının ortağı. Bu bir ölçüde doğru. Ne var ki böyle olması köpeklerin temel tabiatının değiştiği ve değişebileceği anlamına gelmiyor. Köpekler, tabiatları icabı saldırgan ve yırtıcı hayvanlar. Fiziksel varlıkları ve yetenekleri insanlara zarar vermeye uygun ve yeterli. Nitekim sahiplerine veya yakınlarına dahi zarar veren köpekler var. Ancak, buna nispeten tahammül edilebilir; zira bir saldırgan ve insana zarar verme kapasitesine sahip bir hayvanı her şeyi bilerek ve isteyerek sahiplenen bir insan başına geleceğe razı olmak zorunda. Buna karşılık, sokak köpekleri herhangi bir insana zarar verme potansiyeline ve kabiliyetine sahip.

Bir kere daha söyleyeyim, sokak köpekleri meselesi boşlukta tartışılmıyor, bir bağlamı var ve bu bağlama ilişkin görüşler geliştirmek gerekiyor. Köpekperestlerin yapmakta başarısız olduğu da bu.

Vatandaş Başının Çaresine Bakarsa…

14 Ağustos 2024

Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı sahipsiz sokak köpekleri probleminin yakın dönem kökleri 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’na kadar gidiyor. Kanun çıktığında bu kadar çok sokak köpeği yoktu. Kanunun arkasında sokak köpeklerine iyi muamele etme ve onları koruma eğilimi vardı. Kanuna göre sokak köpekleri ile belediyeler ilgilenecek, hayvanların aşılaması ve bakımı yapılacak ve kısırlaştırılan hayvanlar alındığı yere bırakılacaktı. Ancak, parti ayrımı olmaksızın, hemen hemen hiçbir belediye, kanunun kendisine verdiği yükümlülükleri yerine getirmedi!..

Diğer taraftan, kanun geniş bir rant alanı oluşturdu. Sokak köpeklerine neredeyse insanlar kadar değer verilmesi ve koruma sağlanması mama şirketleri ile mama toplama ve hayvanların sağlık bakımı gerekçesiyle faaliyet gösteren 2600 kadar derneğin ortaya çıkmasını sağladı. Bu arada köpek ticareti kârlı bir iş kolu hâline geldi. Bazıları köpek üretmekle ve bazıları da köpek ticareti yapmakla hayatını kazanmaya başladı. Bir hevesle köpek edinen bazı kimselerin bir kısmının sonra köpeklerden vazgeçmesi ve onları terk etmesi de eklenince köpek nüfusu hızla artmaya başladı. İnsanlardan çok daha hızlı ve fazla üreme kapasitesine sahip köpekler hızla çoğaldı. Bugün sokaklarda yaklaşık 5 milyon sahipsiz köpek var. Tedbir alınmazsa bu sayının 5-6 yıl içinde ona katlanması ve sokaklarda 50 milyon sokak köpeğinin başıboş gezmesi kuvvetle muhtemel.

Aslında köpeklerin insanlara saldırısı zaten devamlı vuku bulmaktaydı. Ama, iletişim teorisinde hep dendiği gibi, köpeklerin insanları ısırması ve insanlara saldırması haber değeri taşımıyordu. Saldırı ve ısırmalar dar bir muhitte duyuluyor ve insanlar kendi dertlerine yanarak durumu sineye çekiyorlardı. Ne var ki “köpek lobisi” karşı lobilerin ve hareketlerin ortaya çıkmasına ve sosyal medya platformları da köpek saldırılarının bütün Türkiye’nin duyacağı haberlere dönüşmesine yol açtı. Bugünkü rakamlarla her yıl 450 bin civarında ısırma vakası oluyor ve her gün 1.200 kişi köpek saldırısı yüzünden hastanelere başvurmak zorunda kalıyor.

Bu arada kültürde de büyük ölçüde kanunun eseri olarak önemli bir değişiklik vuku buldu. Eskiden bir insana saldıran ve zarar veren köpekler istisnasız itlaf edilirdi. Şimdi ise köpekler insanların önüne geçti. Saldıran köpekler alınıyor, sağlık kontrolünden geçiriliyor ve sağlıklı ise alındığı yere bırakılıyor. Mesela 9 yaşındaki Mete Durna’yı boğazını parçalayarak öldürmüş olan bir köpek şimdi el bebek gül bebek bakım altında!..

Bütün bunlar sürdürülemez bir durum ile karşı karşıya kaldığımızı gösteriyor. Bu probleme bir çözüm bulunması lazım. İktidar bunun farkına vardı ve yetersiz ama hiç değilse sokak köpeklerinin sokaklardan toplanmasını belediyelere emreden bir kanun çıkardı. Başta CHP’li belediyeler olmak ve aralarında bazı AK Partili belediyeler de bulunmak üzere bazı belediyeler ya bu kanuna açıkça itiraz ediyor ve onu uygulamayacaklarını söylüyor ya da hiç ses vermiyor ama uygulamaya niyetli görünmüyor.

Bu, elbette, kaotik bir durum ortaya çıkarır. Toplum buna tahammül edemez. Bir süre sonra insanlar kendilerine veya yakınlarına zarar vermiş veya zarar verme potansiyeli taşıyan köpekleri bizzat kendileri itlaf etmeye başlayabilir. Bu, “köpekperestlerin” tepkilerini çekecek olsa da, takip edilecek bir yol hâline gelebilir. Bu yüzden, bütün belediyelerin aklını başına alması ve kanunun emirlerini yerine getirmesi şart!

Köpekperestlerin Toplumsal Profili…

12 Temmuz 2024

Bazılarını “köpekperest” olarak adlandırmanın onlara haksızlık yapmak anlamına geleceğini sanmıyorum; zira, köpeklere âdeta “tapıyor” ve çoğu zaman onları insanlardan daha üstün varlıklar olarak görüyorlar. Sosyal medya sayfalarında verdikleri mesajlara bakıldığında insan ile köpek arasında bir tercih yapmak gerekirse köpekleri insanlara tercih ettikleri gerçeği karşımıza çıkıyor. Hatta bazıları hızını alamıyor ve insanın mesela bir solucan veya bir fare ile aynı varlık statüsüne sahip olduğunu öne sürüyor. Köpeklerin insanlara verdikleri zararları böyleleri hiç görmüyor. Sadece geçen sene 470 bin insanın köpekler tarafından ısırılmış olması, binlerce insanın hastaneye gitmek zorunda kalması, köpeklerin bazı insanları, mesela çocukları âdeta yemesi ve parçalaması da onlar için bir dert, endişe ve üzüntü sebebi teşkil etmiyor. Bu kimselerin diğer hayvanlara gösterir gibi yaptıkları hassasiyet de köpeklere verdikleri değere ve öneme destek için kullanılıyor. Bu yüzden, köpekperest olarak adlandırılmaları gayet makul ve doğru.

Böylelerinin özellikleri nelerdir? Daha ziyade hangi sosyal ve ekonomik köklerden geliyorlar? “Cinsiyet” ile “köpekperestlik” arasında bir bağ var mı? Bu gibi hususlarda bazı gözlemler yapmak ve tespitlerde bulunmak mümkün.

Köpekperestler arasında elbette hem erkekler hem de kadınlar var. Ancak, büyük bir çoğunluğu kadın; en azından en militan ve en saldırgan olanları! Bu durum nasıl açıklanabilir? Sanırım bu kadınların çoğu bir şekilde hayatta mutsuz olmuş, evlenmemiş veya başarısız bir evlilikten sonra boşanmış, çocuk sahibi olmayan veya olamamış kadınlar. Bunlar arasında diğer insanlardan, bilhassa kendi ailelerinin bireylerinden veya geniş ailedeki yakınlarından haksız ve yanlış muamele görmüş, bir şekilde istismara uğramış veya eziyet edilmiş kimseler özellikle dikkat çekici. Nitekim, böyleleri içinde bir köpek için bir milyon insanın feda edilebileceğini savunan akıl, mantık ve ahlâk dışı mesajlar verenler de var. Bu mesajların dili bazen çok küfürbaz ve hakaretamiz. Mesajların sahiplerinin bilinçaltı okunduğunda onları verenlerin insandan duyduğu nefreti yansıttıkları görülüyor. Muhtemelen bu nefret aslında kendilerine zarar vermiş kişilere duyulan öfkenin ve nefretin bir yansıması.

Bu kadınların köpeklere “evladım”, “canım”, “yavrum”, “annem” gibi olağan şartlarda anneler tarafından insan yavrularına seslenirken kullanılan kelimelerle hitapta bulunması da ilginç. Neticede hiçbiri insan yavrusu değil, zira insanlar tarafından dünyaya getirilmemiş. Bu davranışı belki de evlat sahibi olamamanın veya evlatlarından hayır görememiş olmanın bir yansıması olarak görebiliriz.

Bir diğer dikkat çeken özellik sahipsiz köpeklere bakımın aynı zamanda bu kadınların en azından bazıları için bir tür meslek, bir geçim kapısı ve hatta zenginleşme aracı-yolu olarak görülmesi ve kullanılması. Söz gelimi Urfa’daki kuduz vakasından sonra civardaki köpekleri toplayan, bir araca dolduran ve sosyal medyadan Ankara’ya doğru yola çıktıklarını ifade eden kadının mal-mülk durumuna bakıldığında bu açıkça görülüyor. Kadının birkaç yıl içinde muazzam bir zenginliğe ulaştığı anlaşılıyor. Galiba kontrol edilemeyen, hatta muhtemelen farkına bile varılmayan bir para akış sistemi var ve bundan muazzam çıkar elde edilebiliyor. Ülkede 2600 civarında köpek bakımı ile ilgilenen dernek olması da bunun bir işareti ve ispatı olarak görülebilir.

Bu özellikleriyle “köpekperestler” de aslında ciddi bir sosyal problem olarak boy gösteriyor.

Köpekseverler ve Köpekperestler!

10 Temmuz 2024

İnsanları köpeklere karşı tavrı bakımından ikiye ayırabiliriz: “Köpekseverler” ve “köpekperestler…”

Elbette her iki kesimde de yer almayan, köpeklere karşı şu veya bu istikamette bir tavır geliştirmeyen ve bir düşüncesi olmayan insanlar da var. Ancak, köpeklerle ilgili duygu ve düşünceye sahip olanları bu şekilde gruplandırmak mümkün.

Köpekseverler köpekleri seven, onlarla ilgilenen ve onların iyiliğini isteyen insanlar olarak tarif edilebilir. “Köpekperestler” ise bu duygu ve düşüncelerin çok ötesine geçerek köpeklerin peşinde koşan, köpeklere âdeta tapan, onları en mühim canlı türü olarak gören, hatta bu bakımdan onlara insanlardan daha fazla değer atfeden kişilere ve kesimlere verilen bir isim… Bunlar “hayvan hakları” genel adı altında esas itibarıyla sadece köpeklerle ilgilenmekte ve köpeklerin sözüm ona haklarını savunmakta… Köpekleri sevmek demek onların iyiliğini istemek demek olduğuna göre bu iki grup insandan hangisi köpekleri gerçekten sevmekte ve hangisi sevmemekte? Bu sorunun cevabı köpekperestlerin çoğu zaman sunmak istediklerinin tersine bir manzara ortaya çıkartır; köpeklerin köpekseverler tarafından sevildiğini köpekperestler tarafından ise sevilmediğini gösterir…

Bir hayvanı sevmek demek ona ilgi göstermek ve onun iyi bir hayat yaşamasını istemektir. Özellikle köpekler çoğu zamanda ve durumda kendi kendine yeterli olmayan, insanın ilgisine ve desteğine ihtiyaç duyan varlıklardır. Kendi kendilerine ya düzenli beslenemezler ya da yetersiz beslenirler. Barınma imkânları yoktur. Sokak aralarında dolaşır, sıcak ve soğuktan, yağmur ve kardan kötü etkilenirler. Sağlık bakımlarını bizzat takip edemezler. Mesela hastalıklardan korunmak için gerekli aşıları bilmezler ve kendileri yaptıramazlar. Bir yerlerine bir şeyden dolayı zarar geldiği; diyelim ki bacakları kırıldığı zaman mutlaka bir insanın ilgi göstermesine muhtaçtırlar. Kendi başlarına veteriner kontrolüne gidemezler. Sokaktaki “serseri” hayatlarına çoğu zaman şiddet ve vahşet hükmeder. Güçlerinin yettiği diğer bazı hayvanları kendilerine yem eder güç yetiremediklerinde yem olurlar. Bu yüzden, köpekler insanlar tarafından sahiplenilmeye muhtaçtırlar…

Oysa köpekperestler köpeklerden bahsederken sanki akıl ve irade sahibi bir varlıktan söz ediyormuş gibi konuşurlar. Yaptıklarının sorumluluğunu üstlenemeyen varlıkların nasıl olup da hak sahibi olabileceğini düşünemezler. Onlar için hayvan hakları bir ezberdir, daha doğrusu bir kesin inançtır. Köpeklerin hayatları hakkında sahte bir hassasiyet gösterirler, ama bu hayatın kalitesi hakkında bir şey söylemezler. Köpeklerin sahipsiz şekilde sokaklarda kalmasını, ihtiyaçlarının giderilmesinin insanların keyfine bırakılmasını isterler. Yemek ve su gibi ihtiyaçlarının giderilmesi insanların keyfine ve tesadüfe bırakılmış bir hayat yaşamasını dilerler…

Köpekperestler “hayvan hakları” adını verdikleri namevcut bir genel hak kategorisinden söz ederler. Ama aslında kastettikleri tüm hayvanların değil sadece veya ağırlıklı olarak köpeklerin haklarıdır. Mesela sokak köpeklerinin kedileri parçalamasını, kuşlara zarar vermesini önemsemezler. Hatta onları beslemek için diğer hayvanların, özellikle kanatlıların öldürülmesini ve köpeklere yem edilmesini garipsemezler. Bunu bizzat yapar veya yapılmasını teşvik ederler…

Bu kısa karşılaştırma da göstermeye yeterlidir ki köpekperestler aslında köpek dostu değil köpek düşmanıdırlar!..

Sahipsiz Sokak Köpekleri Problemi

26 Haziran 2024

Sahipsiz sokak köpeklerine sahip çıktığını ve onları koruduğunu iddia eden kişiler çeşitli argümanlar öne sürüyor. Ne var ki tüm bu argümanlar ve köpekleri gerçekten koruyup kolladıkları iddiası hem ahlak ve felsefe hem de alandaki fiilî durum tarafından çürütülmekte.

Bunların ilk yaptıkları sokak köpeklerine karşı çıkanlar sanki tüm köpeklerden rahatsızmış ve bütün köpeklerin itlaf edilmesini istiyormuş gibi konuşmaları. Gerçek elbette böyle değil. Karşı çıkılan sahipli ve tasma altındaki köpekler değil, sahipsiz, sokaklarda başıboş ve çoğu zaman sürüler hâlinde dolaşan köpekler. Köpekler sevimli ve güzel hayvanlar, ancak, sahipli olmaları şartıyla. Bu yüzden bu iddia gerçeği yansıtmıyor. Hatta köpek sahibi olanlar arasında dahi bile sokak köpeklerinden rahatsız olanlar var. Dolayısıyla, toplanması istenen tüm köpekler değil sokak köpekleri.

Bir diğer mesele kimin köpeklerin iyiliğini istediği. Çok iddialı konuşmak, söylenen şeyin her zaman gerçek olduğunu kanıtlamaz. Sokak köpeklerine sahip çıkanlar da aslında köpeklerin iyiliğini isteyen kimseler olarak görülemez. Sokaklarda dolanan, düzenli yiyecek bulamayan, aşıları yapılmayan ve veteriner kontrolünden her daim uzak hayvanlar mı daha iyi ve mutlu bir hayat yaşıyor yoksa sahipleri tarafından beslenen ve sağlık bakımları düzenli olarak ve özenle yaptırılan köpekler mi? Sokaklarda yerine göre birbirlerine saldıran ve zarar veren, yakaladığı kedileri parçalayan köpekler mi daha iyi şartlarda yaşıyor yoksa evlerde sahipleriyle birlikte yaşayan köpekler mi? Onların gerçekten iyiliğini isteyenler onları sokaklarda muhafaza etmeyi değil, sahiplerinin olmasını ve hayatlarının düzen ve istikrara kavuşturulmasını isteyenlerdir.

Sokak köpeklerine karşı çıkılması da, sırf köpeklere karşı çıkmış olmak adına değil, insanlık adına yapılıyor. Sokak köpekleri ile insanların hayatları arasında açık bir ihtilaf var. Sahipsiz sokak köpekleri her şeyden önce sadece sokaklardaki varlıklarıyla kuduz ve kist hidatik gibi hastalıkların ortaya çıkmasına, yayılmasına sebep oluyor. Nitekim Türkiye DSÖ tarafından, utanç verici şekilde, kuduz riski yüksek ülkeler arasına alındı. Bazı ülkeler Türkiye’ye seyahat edecek vatandaşlarını bu konuda uyarmakta ve dikkatli olmalarını istemekte. Diğer taraftan, sokak köpekleri tek başlarına veya sürüler hâlinde insanlara saldırıyor. Her sokak köpeği bu bakımdan bir potansiyel tehlike ve sokak köpeklerinin masum, saldırganlıktan uzak veya zavallı olarak nitelenmesi vahim bir yanılgı. Saldırma hissi ve güdüsü doğalarında var. Her yıl binlerce insan sokak köpeğinin saldırısına maruz kalıyor. Özellikle çocukların ve yaşlıların hayatı bu bakımdan risk altında. Ama sadede onlar değil, genç ve kuvvetli insanlar da köpeklerin kurbanı olabiliyor. Acı can kayıpları yaşanabiliyor. Çok sayıda insan çeşitli organlarının parçalanması durumuyla karşı karşıya kalabiliyor.

Bir insan ile bir köpek arasında hayata ilişkin bir zıtlık olduğunda elbette insanın tercih edilmesi gerekiyor. Bu hem dinen hem de ahlâk ve felsefe açısından böyle. Bu yüzden, insanların sokak köpeklerine karşı çıkmasını sanki onlar bütün hayvanlara ve köpeklere karşıymış gibi sunmak bir akıl tutulması veya ahlaksız bir hile. Ancak, sokak köpeklerine sahip çıktığını iddia eden birçok kişinin, sosyal medya paylaşımlarına bakarak, insan düşmanı oldukları söylenebilir.

İktidarın sahipsiz sokak köpekleri probleminin çözümü için acilen adım atması şart. Gecikme uzadıkça problemin potansiyel maliyeti de artmakta.

Hayvan Hakları Diye Bir Hak Kategorisi Yoktur!

14 Haziran 2024

Haklar her şeyden önce insanlara mahsustur. Bu yüzden, hak deyince akla gelmesi gereken, insan hakları. İnsanlar tüm insan haklarına sahip olarak dünyaya gelir. Bu açıdan insanlar arasında dinlerine, dillerine, cinsiyetlerine, etnisitelerine ve sosyal ve ekonomik statülerine bağlı değişiklikler olamaz. Buna karşılık, hayvan hakları deyince, genel bir hak kategorisinden ziyade, sadece belli hayvanlara atfedilen, konumuz çerçevesinde ise, daha çok sokak köpeklerine ait olduğu iddia edilen haklar akla gelmekte.

İnsan akıl ve irade sahibi bir varlık. İnsan ahlâk ve hukuk kuralları üretir. İnsan doğal değil toplumsal bir düzen içinde yaşar. Hakların ana kaynağı bunlar. Ancak, hayvanlar ne akla ne de iradeye sahip; ne ahlak ve hukuk kuralları oluşturma ne de bir düzen ortaya çıkarma kabiliyetine malik. Ayrıca, insanlar yapıp ettiklerinden sorumlu tutulabilir. Hayvanlar ise böyle bir mesuliyete muhatap kılınamaz. Oysa, hak sahibi olacak bir özne mutlaka davranışlarından sorumlu tutulabilmeli.

Hayvanlar âleminde zaten çoğu yerde ve zamanda şiddete dayalı bir ilişkiler ağı var. Hayvanlar hem kendi hemcinslerine hem de diğer türlere zarar verici davranışlar gerçekleştirebilir. Bazı hayvanların kendi türünden olanlara saldırabildiği, hatta kendi yavrularını dahi yiyebildiği bilinmekte.

Hayvan hakları deyince kavramı kullananların aklına genellikle sokak köpeklerinin hakları geliyor, oysa, mesela sivrisinekler, kuşlar, fareler de birer canlı türüdür ama hiç kimse onların haklarından söz etmez. Haklar genel bir kategoriyse bütün hayvanları kapsamalı, değilse zaten hak adını almamalı. Sadece belli hayvanlara atfedilen haklara hak değil bir tür imtiyaz demek daha doğru olur.

İnsanlar bazı hayvanları çoğu zaman yok etmek mecburiyetinde. Aksi takdirde, ağır problemlerle karşılaşabilirler. Sıtma bulaştıran sivrisineklerin, kuş gribi taşıyan kanatlıların, kuduz bulaştıran kedi-köpeklerin vs. öldürülmesi kimsenin dikkatini ve ilgisini çekmiyor. Hayvanlar insanlar tarafından sürekli yeniyor; inekler, koyunlar, tavuklar ve balıklar gibi. Hiç kimse veya insanların çoğu bunu garipsemiyor. İnsanların hayatta kalması ve refah seviyesi bununla da bağlantılı. Hatta belli hayvanlar sırf yenilmek ve yararlanılmak için insanlar tarafından üretiliyor ve çoğaltılıyor. Bazı yerlerde korunan hayvanlar başka yerlerde sofralara konabiliyor. Söz gelimi köpek bizde neredeyse “kutsanan” bir hayvan; ama Çin’de insanlar köpek eti yiyor. Bazı durumlarda hayvanlar dinî amaçlarla kurban ediliyor… Hayvan hakları görüşünde ısrar etmek ve fazla ileri gitmek sonunda insanları bu pratiklere de karşı çıkmak mecburiyetinde bırakabilir.

Tartışılan şeyin tüm hayvanlar veya tüm köpekler değil sadece sahipsiz, başıboş sokak köpekleri olduğunun altı çizilmeli. Bu çerçevede, bazılarının iddia ettiği gibi, tüm sokak köpekleri önce sahiplenilmiş sonra terk edilmiş değil. Sokaklarda doğan ve büyüyen köpekler de var. Vahşilikleri de bu köpeklere insanlar tarafından öğretilmedi, doğalarının bir sonucu.

Köpeklerle ilgili olarak bu tartışmanın yapılmasının ana sebebi köpeklerin insanlara zarar verme kapasitesi ve potansiyeli. İnsan hayatı kutsaldır ve diğer tüm canlıların hayatından önce gelir. Her yıl yüz binlerce köpek saldırısı oluyor ve binlerce insan yaralanıyor. Bu saldırılarda, özellikle çocuklar ve yaşlılar hayatını kaybediyor. Bunları hayvan hakları vardır veya tabiatta canlılar arasında bir denge mevcuttur bahanesiyle görmezden gelmek ve köpeklere hak vermek sağlıklı bir tutum olamaz.

Sahipsiz, sokakta yaşayan köpekler problemi en kısa sürede çözülmeli. Hayvan hakları gibi aslı astarı olmayan kavramların arkasına sığınarak çözüm engellenmemeli. Aksi takdirde, problem her geçen gün büyüyecek ve topluma maliyeti her bakımdan artacak.

Hak Kavramının İstismarı ve “Hayvan Hakları!”

12 Haziran 2024

Hak kavramının istismarı ve “hayvan hakları!”

İnsan haklarını ifade etmek için kullanılmakta olan hak kavramı ne yazık ki çok istismar edildi. Kavram, önce, insan hakları içinde genişletici yorumlara tabi tutuldu. İlk olarak insan haklarına dâhil olup olmadıkları tartışmalı olan iktisadî ve sosyal haklar kavramı ortaya çıktı. Zamanla üçüncü ve dördüncü kuşak haklardan bahsedilir oldu. Keza, kavram günlük hayatın akışı içinde de kullanıldı. Meselâ doğuştan gelen değil sözleşmeden doğan bir hak-talep olan işçi hakları da neredeyse insan hakları kavramının bir parçasıymış gibi güven ve kararlılık içinde kullanılmaya başladı.

Bu kavram genişlemesinin anlaşılır sebepleri vardı. En başta geleni, hak kavramının taşıdığı büyük ahlaki meşruiyetti. Yeni hak kategorileri öne sürenler insan haklarının özelliklerinden uzak, hatta bu özelliklere bazen tamamen ters taleplerine hak adını vererek onları hak kavramının yüksek itibarından yararlandırmaya çalıştı. Bu politika bir ölçüde işe de yaradı. Şimdi ise kavramda bir yeni genişletme talebiyle karşı karşıyayız.

Bu sefer hak sahibi özneler olarak, yukarıda sayılan hak kategorilerinden tamamen farklı biçimde, insan dışında bir tür, hayvanlar gösteriliyor. Hayvanların da insanlar gibi haklara sahip olduğu iddia ediliyor ve bu haklara “hayvan hakları” deniliyor. Hayvan hakları insan hakları gibi geniş anlamda değil dar anlamda kullanılıyor ve daha ziyade hayat hakkı ile ilişkilendiriliyor. Buna göre, dünya sadece insanlara ait değil, hayvanların da dünyada hakkı var. Nefes alan her canlı yaşama hakkına sahip. Daha da ilginci, bu bakımdan insanlarla hayvanlar eşit sayılıyor, hatta bazılarınca hayvanlar insanlardan daha üstün statüde görülüyor. İnsanların hayvanların hayat hakkına müdahale etmemesi isteniyor…

Konu elbette daha ziyade sokak köpekleri veya başıboş, sahipsiz köpekler etrafında tartışılıyor. Bu köpeklerin nerede isterlerse orada yaşamaya hak sahibi oldukları öne sürülüyor. Sokaklar sadece insanlara ait değildir, hayvanların da onlar üzerinde hakkı vardır deniyor. Sahipsiz köpeklerin zaman zaman insanlara verdiği zararlar -ciddi yaralanmalar hatta ölümler- görmezden geliniyor veya saldıran hayvanlar değil saldırılan insanlar suçlanıyor. Çocukların köpek saldırısına maruz kalması durumunda çocukların ebeveynleri suçlamayla karşılaşıyor. Köpeklerin sebepsiz yere hiç kimseye saldırmayacağı iddia ediliyor. Bazen, köpeklerden insan gibi bahsederek, “durup dururken kimse kimseye saldırmaz” şeklinde ifadeler kullanılıyor!

Bu çizgide olanlar arasında toplumun hemen çeşitli kesimlerinden insanlar var. Sekülerler, yani meseleye dinî açıdan bakmayanlar yanında dindarlar arasında da aynı kafada olanlar mevcut. Dindar olanlar sokak köpeklerinin de Allah’ın verdiği bir can taşıdığını ve bu canın hiç kimse tarafından ellerinden alınamayacağını söylüyor. Bunu yapmanın büyük bir günah teşkil edeceğini ve bir anlamda Allah’a karşı gelmek olacağını dile getiriyor.

Hükûmetin gelen taleplere ve baskılara dayanamayarak sokak köpekleri problemini çözeceğini ilan etmesi ve bu konuda yasal düzenleme yaptırmak için harekete geçmesi üzerine koyulaşan ve bir kör kavgasına dönüşme potansiyeli taşıyan bu meselede hakikatler için nereye bakmamız gerekir? Konuyu ele almada bize ne rehberlik etmeli? Hisler mi, heyecanlar mı, alışkanlıklar mı, ön yargılar mı, çıkarlar mı? Bence meseleyi ahlâkî ve felsefî olarak da ele almakta fayda var. Daha doğrusu meseleye bakmanın ana yolu bu. Aksi takdirde, bir ilerleme kaydedemeyiz ve anlamlı, işe yarar, topluma yol gösterici bir sonuca ulaşamayız.

Önce İnsanlar mı Sokak Köpekleri mi?

8 Eylül 2023

Önce bir noktanın altını kalınca çizmekte fayda var. Tartışılan konu insanlar ve hayvanlar arasındaki değil, insanlar ile sokak köpekleri arasındaki ilişki. Genel olarak hayvanlardan bahsedilseydi, mesela insanların ayılarla, farelerle, sivrisineklerle, yılanlarla vs. ilişkisinin de ele alınması gerekirdi. Oysa gündemde olan tüm köpekler dahi değil, sahipsiz olan, tasma altında bulunmayan, yani sokakta yaşayan köpekler. Bunun da sebebi bu hayvanların insanlara çok yakın yaşamalarına rağmen yırtıcı karakterlerini korumaları, insanlara zarar verecek güce sahip olmaları ve vermeleri. Nitekim her yıl ülkemizde binlerce kişi sokak köpeklerinin saldırısına uğramakta ve ölümden sakat kalmaya kadar uzanan zararlar görmekte. Köpekler ayrıca birbirlerine de zarar verebilmekte.

İnsanların sokak köpeklerinden zarar görmesi doğal olarak bu hayvanların kontrol altına alınmasını gündeme getirmekte. Tartışmaların genel çerçevesi bu. Ne zaman biri bu sorunu dile getirse bazıları radikal ve saldırgan bir tavır takınıyor. Köpek saldırılarını ve yaralanan insanların yürek burkucu durumlarını ya görmezden geliyor ya da aslında bunun, nasıl oluyorsa, köpeklerin değil insanların eseri olduğunu öne sürüyor.

Bu tuhaf ve gayriinsani bir tutum. İnsanlara zarar veren her ne ise o şeyin gündeme alınmasından daha olağan ne olabilir? Böyle yapan kimseler, Allah korusun, muhtemelen, kendileri veya bir sevdikleri benzer bir saldırıya uğrayana kadar bu tavrı takınmaya devam edecek. Akılları başlarına ancak böyle bir saldırıdan sonra, umulur ki, gelecek. Oysa insan her şeyden önce gelir. İnsana zarar veren durumların mutlaka önlenmeye çalışılması icap eder.

Diyelim ki insanların da, sahiplendikleri köpekleri daha sonra sokaklara atmaları yüzünden, soruna katkıları var. Bu neyi değiştirir ki? Böyle olması soruna karşı tedbir alma mecburiyetini ortadan kaldırmaz. Yalnızca bize meselenin bu kısmını ihmâl etmememizi hatırlatır. Ayrıca, tedbir alınmasından bahseden insanları merhametsizlikle suçlamak da tuhaf. Asıl merhametin köpeklerden çok onlardan zarar gören kadınlara, çocuklara karşı gösterilmesi gerekmez mi?

Sokak köpeklerinin verdiği zararları dile getiren benim gibi kimseleri veya önlenmesi için çaba sarf eden ve çağrıda bulunan insanları hayvan düşmanı olarak etiketlemek de ucuz demagoji. Hayvanlar sadece köpeklerden ibaret değil. Ancak, tartışılan sokak köpekleri, çünkü insana zarar verme potansiyeline sahipler. Mesela sokak kedilerinden veya kuşlardan aynı ölçüde rahatsızlık duyan insanların sayısı karşılaştırılamayacak kadar az. Bunun nedeni kedilerin ve kuşların insanlara köpekler gibi ağır zarar verme potansiyelinin olmaması. Bu yüzden, sokak köpeklerine karşı tedbir alınmasını isteyenlere genel olarak hayvan düşmanı etiketini yapıştırmak çok yanlış ve çirkin bir tavır. Böyle yapanların, kendilerinin insanlık düşmanı olduğu yolundaki bir suçlamaya hazır olmaları gerekir. Aslında bazılarının insanların yaşadığı acılara kayıtsız kalması ve hiç gündemine almaması da bu suçlamanın bir bakıma ve bir dereceye kadar doğru olduğunu gösteriyor denebilir.

Köpeklere kaşı nasıl tedbir alınacağı elbette tartışmaya açık. Kimse hayvanlara eziyet edilmesini istemiyor. Ne var ki sokakların köpeklerden arındırılması ve insanların köpek saldırılarından korunması şart. Bu ciddi sorun görmezden gelmekle yok edilemez. Ayrıca, sokaklar insanların oluşturduğu mekânlar, dolayısıyla sokak köpeklerine yaşama imkânını da insanlar vermiş oluyor. Yani sokakların hayvanların doğal yaşama ortamı olduğu görüşü temelsiz.

Sokak köpeklerinin sahiplendirilmesi, sahiplendirilemeyen hayvanların barınaklarda toplanması ve üremelerinin önlenmesi için kısırlaştırılması, bulaşıcı hastalık taşıyan tedavisi imkânsız köpeklerin itlaf edilmesi bu sorunu çözmek için yapılabilecekler arasında görünüyor.

Önce İnsanlar mı Hayvanlar mı?

6 Eylül 2023

Geçen hafta cuma günü yayınlanan sokak köpeklerinin sebep olduğu acılar ve problemler üzerine yazımdaki görüşler özellikle sosyal medyada çeşitli değerlendirmelerle ve yorumlarla karşılaştı. Bunların çoğu yazıda dile getirilen fikirlerle hemfikirdi. Az sayıda kişi itiraz etti; farklı yorumlar yaptı. Sayıları az ama ısrarları ve hatta inatları fazlaydı. Bu yüzden aynı konuyu tekrar ele almamın uygun olduğu kanaatindeyim…

Probleme bakışta radikal bir perspektif var. Buna göre dünya sadece insanlara ait olmaktan uzak. Dünyada yaşayan her canlının dünya üzerinde hakkı var. İnsanı merkeze koyan yaklaşımlar hatalı. İnsan dünyadaki ne tek ne de en önemli canlı türü; diğer canlıların hayat alanlarına ve varlıklarına müdahale etmeden yaşamayı öğrenmeli. Hatta diğer canlıları (ve cansızları) dikkate alacak yeni bir vatandaşlık kavramı geliştirilmeli…

Bu görüşün, sadece kâğıt üzerinde kalmaya mahkûm, hoş ama boş bir fantezi olduğu hayatın gerçeklerinden anlaşılıyor. Bir defa, dünyada var olduğuna inanılan ‘barışı’ bozan ilk ve tek varlık insan değil. Canlılar arasındaki hayat bir bakıma canlı türlerinin birbirine saldırması ve varlıklarına son vermesi üzerine kurulu. Bu insanın ne sebep olduğu ne de değiştirebileceği bir gerçek. Gücü yeten hayvanlar gücünün yettiği hayvanları avlıyor, öldürüyor. Söz gelimi ormanların kralı olarak bilinen arslan hemen hemen her canlıyı öldürme peşinde. Ancak arslanlar da örneğin sırtlan grupları tarafından yok edilebiliyor. Dünyada işler bu çerçevede ilerliyor. Bunun değişeceğine, değişebileceğine dair hiçbir işaret de yok. Dolayısıyla, insan ne diğer canlılara karşı yırtıcılık gösteren tek varlık ne de yırtıcılığın başlangıcını yapan özne.

Dünya elbette sadece insanlara ait sayılmaz. Ancak, insan hayvanlardan farklı özelliklere sahip. İnsan akıl sahibi. İnsan düşünüyor ve fikir üretiyor. İnsan üretim yapıyor. İnsan kural üretiyor. İnsan sosyal düzen oluşturuyor. Bu özellikler diğer canlı türlerinin çoğunda hiç yok; bir miktar olduğu düşünülenler de bu bakımdan insanlarla karşılaştırılamayacak kadar ilkel.

Hayvanlar daha ziyade yaratılışlarından gelen içgüdülere ve ihtiyaç duygularına dayanarak hareket ederken insan türü içgüdüleri de hayatında kullanmakla beraber hiçbir surette sadece içgüdülere dayanan bir hayat yaşamıyor.

Bu, ister istemez, insanı bir anlamda ve bir dereceye kadar dünyanın efendisi hâline getiriyor. Tarih boyunca insanların hayvanlara üstün ve onlara egemen olduğu görülüyor. İnsan bazı hayvanları evcilleştirmiş. Bazı hayvanların fiziksel gücünden yaralanarak medeniyeti kurma yolunda ilerlemiş. Örneğin toprak sürmede, eşya taşımada, hayvanlar insanların yardımcısı olmuş. İnsanlar yararlandıkları hayvanları tabiatın acımasız türlerine karşı korumuş. Onların hayatını garanti altına almış. Tek başına tabiata bırakılsa fazla uzun yaşayamayacak varlıklar insanın bu tutumu sayesinde hayatta kalmış. Bugün de soyu tehlikede olan hayvanların varlığını sürdürmesi büyük ölçüde insanlar tarafından koruma altına alınmalarına bağlı. Yani insan hayvan ilişkisinde hayvanlar her defasında ve mutlak anlamda zararlı çıkmamış.

Bu nedenle insanı dünyanın merkezine koyan bir yaklaşım akla da, ahlâka da, realiteye de daha uygun. Bunun böyle olması, yani yeryüzünde egemen varlığın insan olduğu bir düzen insan tarafından değil, Yaratıcı tarafından var edilmiş veya dünya böyle işleyecek biçimde kurulmuş. Bundan dolayı, önce insan demek gerekir. Bu, havanların tamamen ihmâl edilmesi ve görmezden gelinmesi anlamına gelmez ama dünyada asıl olan daima insan ve hayvanlar her zaman insana nispetle ikincil konumda.

Sokak Köpekleri ‘Terörü’

1 Eylül 2023

Terör kelimesinin taşıdığı menfi çağrışımdan yararlanmak için insanlar sokak köpeklerinin sebep olduğu problemlerden terör adıyla bahsediyor. Bu sadece bu duruma mahsus değil. Terör kavramının yaptığı kötü çağrışımlardan yararlanmak için, mesela, “trafik terörü” gibi kavramlar da kullanılıyor.

Kavramların alan genişletmesine maruz kalması ve orijinal anlamlarının dışında kullanılması ilk defa karşımıza çıkmıyor. Benzer hâller başka alanlarda da ortaya çıktı. En güzel ve en anlamlı örneklerden biri insan hakları kavramının alabildiğine genişletilmesi ve yerli yersiz istihdam edilmesi. Ne yazık ki bu tutum kavramın anlamını ve değerini önemli ölçüde erozyona uğrattı.

İnsan hakları esasen klasik veya birinci kuşak hakları ifade etmek için kullanılan bir kavramdı. İnsan hakları deyince hayat, hürriyet ve mülkiyet tabiî hakları ve bunların sivil ve sosyal hayatta bileşimi ve açılımı olarak tezahür eden din, ifade, seyahat, yerleşme, meslek seçme, iş kurma özgürlükleri akla gelirdi. İnsan haklarına ilişkin felsefi ve ideolojik tartışmalar ikinci kuşak insan hakları denen kavramların ortaya çıkmasına yol açtı.

Böylece birilerinin birilerine pozitif anlamda bir şeyler sağlaması anlamına gelen çalışma-istihdam edilme, konut sahibi olma, ücretli tatil, ücretsiz sağlık ve eğitim hakkı gibi haklar ortaya çıktı. Bundan büyük ölçüce kapitalizm sorumluydu; çünkü ortaya çıkmasına yol açtığı zenginlik bu tür hakların kolaylıkla sağlanabileceği yolunda kanaatler oluşturdu. İş burada da kalmadı, daha sonra üçüncü kuşak haklar denilen haklar ortaya çıktı. Bugün her kesim kendi pozisyonunu kuvvetlendirmek için hak kavramının itibarından yararlanmaya çalışmakta ve kavramı eğip bükerek, gelişigüzel kullanmakta. Daha yakınlarda, örneğin, tabiî ve sivil değil sözleşmeden doğan bir hak olarak kullanılması gereken emeklilik hakkı doğal bir hak kavramı gibi değerlendirilerek erken emeklilik çağrılarında devreye sokuldu. Neyse, bu ayrı ve dramatik bir hikâye…

Bu yüzden sokak köpekleri sorunundan ‘terör’ diye bahsetmek hatalı. Ancak, sokak köpeklerinin insanlar için çeşitli sorunlara yol açtığı da açık bir gerçek. Bunlar sadece ağır sonuçlar verdiğinde veya bu gibi durumlara maruz kalan insanlar bir şekilde geleneksel veya sosyal medyaya ulaşma ve seslerini duyurma imkânına sahip olduğunda topluma yansıyor. Fakat her yıl on binlerce insanın köpeklerin saldırısına uğradığını, binlercesinin yaralandığını ve onlarcasının öldüğünü biliyoruz. Problem her geçen gün ağırlaşıyor; zira sokak köpekleri sokaklarda yaşamaya ve üremeye devam ediyor. Bu probleme karşı bir şeyler yapılması gerekiyor.

Ancak, konu bu şekilde gündeme gelince bazıları hemen harekete geçiyor. Bunu isteyenleri hayvan düşmanlığıyla itham ediyor. Sokak hayvanlarının da yaşamaya hakkı olduğunu vurguluyor. Sokakların, hayvanların da yaşama ve var olma mekânı olduğunu iddia ediyor.

Bu tezlerin büyük ölçüde yanlış olduğu söylenebilir. Söz konusu olan hayvanlar sokak köpekleri. Köpekler insana saldırma ve zarar verme gücüne sahip. Söz gelimi sokak kedileri için benzer şeyler söyleyen kimseyi pek duymadım. Sokakların, hayvanların doğal mekânı olduğu iddiası da çok tartışmalı. Sokaklar insanların oluşturduğu mekânlar ve hayvanların sokaklarda yaşaması da insanların onlara yardım etmesine bağlı.

Netice itibarıyla yapılması gereken şey belli. Sokakların sahipsiz köpeklerden arındırılması şart. Hızla çoğalmalarının önlenmesi de. Bunun için hangi tedbirlerin ve nasıl alınması gerektiği, bu işte ana sorumluluğun kimlere düştüğü tartışılabilir. Tartışılamayacak olan insanlarla hayvanlar arasında bir tercih yapmak gerektiğinde insanların tercih edilmesi gerektiği. Akıl, mantık ve ahlâk da böyle buyuruyor.