Başbakan Erdoğan üniversite harçlarının kaldırılmasını uygun görmüş.
O uygun gördüyse yakında kaldırılacaktır. Böyle söylüyorum çünkü Başbakan’ın bu kararı üzerine hükümet içinde en ufak bir tartışma yapılacağını zannetmiyorum.
Oysa bu karar, ilkokul çocuklarına sabahları süt vermeye, ilkokul kitaplarını bedava dağıtmaya, tablet bilgisayar vermeye benzemiyor. Bu, açıkça yanlış bir karar. Popülist bir politika da değil; tam tersine sosyal adalete aykırı, fakirden alıp zengine veren bir politika… Üniversitelerin finansmanı konusunda bütün dünyada izlenen yolun tam tersi yönde bir yol…
Avrupa’nın üç beş ülkesi dışında Çin’den İngiltere’ye kadar bütün dünya, üniversite eğitimini paralı hale getirirken bizim üç kuruşluk harçları bile kaldırmaya kalkmamızın açıkça yanlış olduğunu bilen birçok insan var AK Parti içinde. Ama tabii bunları hiç kimse Başbakan’a söyleyemeyecek. Mesela 2008 yılında YÖK Başkanı iken, bırakın harçların kaldırılmasını devlet üniversitelerinin paralı hale getirilmesi gerektiğini savunan Yusuf Ziya Özcan da sesini çıkarmayacak.
Yoksulluk edebiyatı eşliğinde bedavacılık
Üniversite harçları muhalif gençlik hareketlerinin en gözde konularından biridir. Her yıl üniversite harç miktarları açıklandığında aynı vaveyla kopar; eğitimin devletin anayasal görevi olduğu hatırlatılır; harç parasını ödeyemediği için okulu bırakacağını söyleyen gençlerden söz edilir.
Gerçekte ise hiç kimse harç ödeyemedi diye okulu bırakmak zorunda kalmaz çünkü ödeyemeyecek durumda olduğunu ispatlayan öğrenciye zaten Kredi ve Yurtlar Kurumu kredisi sağlanır. Ama itiraz yine bitmez; bu defa da bu kredinin geri ödemeli oluşundan yakınılır; işsizlik diz boyuyken, mezun olan genç nasıl olacak da iş bulup bu krediyi geri ödeyecek denir. Ağdalı bir yoksulluk edebiyatı sürer gider.
Oysa gerçekler hiç de öyle değildir. Parasız yükseköğretim, özellikle bizim gibi fakir ülkelerde, “mutlu azınlığa devlet sübvansiyonu” olmaktan başka bir anlam taşımaz. İstatistikler ülkemizde yükseköğrenim yaşına gelmiş 18-24 yaş grubu içinde yer alan gençlerin sadece yüzde 5 kadarının yükseköğrenim görme ayrıcalığına kavuşabildiğini gösterir. Bu şanslı yüzde 5’in hangi sosyo-kültürel gruptan, Türkiye’nin hangi bölgelerinden ve ne tip okullardan geldiği ise hepimizin malumudur.
Nitekim Dünya Bankası’nca yapılan birçok araştırma da “yükseköğretime yapılan devlet katkılarından en çok üst gelir gruplarının yararlandığını ve ülke fakirleştikçe bu faydalanma oranının daha da belirgin hale geldiğini” belirtir.
Ama bu ülkede ne zaman ağzınızı açıp paralı yüksek öğretim diyecek olsanız; paralı yüksek öğretimi bırakın, zaten sembolik olan harçların biraz yükseltilmesini savunsanız hemen saldırıya uğrarsınız: “Vay, sen yoksul çocuklar okumasın mı demek istiyorsun!”
Düşük gelir grubu sadece yüzde 15
Gerçekte bu tam bir demagojidir. DİE tarafından Türkiye genelinde üniversitede çocuk okutan ailelerin gelir durumlarını ölçmek için yapılan araştırmalar, bu ailelerin yaklaşık yüzde 15’inin düşük gelir gurubundan, yüzde 70’inin orta gelir grubundan, geri kalan yüzde 15’inin ise yüksek gelir grubundan geldiğini ortaya koymaktadır. Bir başka deyişle, ailelerin yüzde 85’i bu harçları ödeyebilecek durumdadır. Ama büyük çoğunluğu oluşturan bu kesim, yüzde 15’lik azınlık olan yoksulların arkasına saklanarak kendi bedavacılığını sürdürmeye çalışır.
O yoksul kesim avantacıların vitrinidir.
Bu vitrin kullanılarak “sosyal adaletten” bahsedilir.
Ve bu yolla, Türkiye’nin en büyük sosyal adaletsizliği gerçekleştirilir. Çocuğunu iyi liselerde okutabilmiş, milyarlar harcayıp üniversiteye hazırlamış olan imtiyazlı bir azınlık için parasız öğretim yapılır. 70 milyon insanın ödediği vergilerle bir avuç hali vakti yerinde, en azından orta halli ailenin çocuğuna bedava yüksek öğrenim verilir. Çocuğunu üniversiteye sokmak ne kelime, ortaokulu bile okutamayan milyonlarca vergi mükellefinin ödedikleriyle bu çocuklar okutulur.
İşte asıl sosyal adaletsizlik budur. Küçük bir şanslı azınlığın faydalandığı bir hizmeti bütün topluma ödetmektir…
Aslında yapılması gereken, o yüzde 15’lik kesimi bursla desteklemek, diğer kesimlerden ise -öyle sembolik değil-makul bir katkı payı almaktır.
Ama bunu yapabilmek için, öncelikle şu malum “eğitimin vatandaş açısından temel bir hak, devlet açısından ise temel görev olduğu, öyleyse parasız olması gerektiği” şeklindeki klişeyi yıkmanız gerekir.
Yarın bu noktadan devam edeceğim.
Bugün, 27.07.2012