6 ay evvel kaleme aldığım “Türkiye: Gelecek 20 Yılda Bölgenin Yeni Lideri” başlıklı yazımda, Türkiye’nin belli başlı adımları atması halinde bölgenin tartışmasız lideri olacağını kaleme almıştım. Bu öngörüde, Türkiye’nin tarihî dinamikleri, coğrafi-demografik avantajları, savunma sanayi atılımları, NATO standartlarındaki güçlü ordusu etkili olduğu kadar bölgedeki diğer ülkelerin akıbeti ve bölgedeki olası çatışma öngörüleri etkiliydi. Son gelişmeler ise gerçekten de bu öngörülerin gerçekleşebileceği yönünde.
Aynı yazıda, Türkiye’nin atması gereken adımlardan da bahsetmiştim:
“Geriye dinamik nüfusu ile artan askerî teknolojisi, NATO’nun en büyük 2. kara ordusu, istikrarlı demokrasisi (aynı partinin kazanmasından bahsetmiyorum, güvenli ve demokratik şekilde tekrarlanan seçimlerden bahsediyorum), Gabar civarında çıkan petrolü, yenilenebilir enerji yatırımları, Kalkınma Yolu Projesi, Afrika’da gerçekleştirdiği hamleler ile Türkiye kalmaktadır. Türkiye, kısa-orta vadede bölgede ve ilerleyen süreçlerde küresel ölçekte hegemon güç olmaya adaydır ancak dört önemli sorunu çözmesi gerekmektedir: Ekonomik İstikrarsızlık, Kürt Sorunu, Tarım-Hayvancılık Sorunu ve Düzensiz Göç Sorunu.” Haldun Barış, Türkiye: Gelecek 20 Yılda Bölgenin Yeni Lideri (1)
Türkiye’nin bu dört sorununu çözebilmeden güvenli, istikrarlı ve potansiyelini gerçekleştirebilmiş bir ülke olabilmesi çok zordur. Bu nedenle bu konularda bir an evvel vizyonunu ortaya koymalı ve gereken adımları atmalıdır. Örneğin Türkiye’nin artık dünyanın güvenli gıda üreticisi olmayı hedeflemesi gerekmekte veya Kürt sorununa ilişkin daha yapıcı ve cesur hamleleri tartışarak bölgede önemli bir aktör haline gelen Kürtleri safına çekmeyi hedeflemesi gerekmektedir. Bunun için bazı adımlar atılması gerekiyorsa bu adımlardan çekinmemek gerekir. Yine göçmen sorununa ilişkin ülkedeki göçmenlere Türkçe öğretilerek ve diğer temel uyum süreçleri ile geç kalınan entegrasyonu hızlandırmak için ve yerleşim yerlerinin stratejik olarak düzenlenmesine ilişkin adımlarla başlangıç yapılabilir.
Ekonomik sorunların çözümü ise en önemli konulardan biridir. Ancak bugüne kadar atılan adımların bir kısmı işe yarasa da sürekli dile getirilen ancak bir türlü hayata geçirilmeyen “yapısal reformların” bir an evvel yapılması gerekir. Bu önemli adımlar yerine neden yapıldığı anlaşılamayan hamlelerin yapılması ise güven sarsıcı olmaktadır. Örneğin geçen yıl yayınlanan tasarruf tedbirlerinin ve sık sık vergi konusundaki iki yüzlülüğün ekonomi yönetimine güveni azalttığını söylemeliyim. Tasarrufu “memur servislerini kaldırmak gibi” göz boyayıcı ve aslında hiçbir faydası olmayan şekilde değil; gerçek ve etkili kalemlerle yapmak gerekir. Bir yandan senede milyon dolarlar kazanarak yatırım yapmak yerine parayı ülkeden çıkaran iş adamlarına sık sık vergi affı getirirken diğer yandan fırıncıların vergi ödeyip ödemediğini tartışmak ise doğru bir yaklaşım değildir.
Devlet vergiden gelirini artırmak istiyorsa herkesin bildiği gibi vergi toplamanın yolu vergileri düşürmekten geçer. Türkiye’de ise vergiler çok yüksektir. Bu haliyle daha da vergi yüklemek vatandaşa eziyettir, büyümeyi de engeller, vergiden kaçınmayı da teşvik eder. Oysa mantık basittir, vergiler yük olmazsa herkes vergi öder, daha çok vergi toplanır. Az olan vergiler vatandaşın yükünü azaltır, yeni yatırımlar gelir, girişimler büyür. Bir süre sonra nüfus artış hızı artar. Ekonomi büyür. Bu nedenlerle vergileri psikolojik eşikleri de gözeterek makul seviyelere çekmek gerekir.
Son dönemlerde ekonomiyi önemseyen yönetimin artık bu gerçekleri de görerek bazı yapısal (vergi, ihale, bütçe konularında) adımları atması önemlidir. Ayrıca bölgesel bazı gerçeklerin de göz önünde bulundurularak “altın” rezervlerine yatırım yapılması da önemli olabilir.
Bütün bunların ve yukarıda belirttiğim dört sorunun da çözümü aslında düzgün işleyen, adaletli bir hukuk sisteminden geçmektedir. (Bu konuda da daha evvel Daktilo 1984’te “Türkiye’nin Hukuk Problemi” başlıklı yazıyı kaleme almış, birtakım önerilerde bulunmuştum.) (2)
Adalet bir toplumun temeli olduğu kadar bireyler için de vazgeçilemez bir duygudur. Bu duygunun kaybedilmesinin sonuçları genellikle ağırdır ve bireyi olduğu kadar çevresindekileri de etkiler. Ülkelerde ise hukuk olmazsa yozlaşma ve çürüme başlar, yolsuzluklar artar, insanlar başka yerlerde ve şekillerde adalet aramaya başlarlar veya adalet duygusunu yitiren bazı kimseler habisleşmeye başlar. Kısacası toplum çürür.
Tam bu noktada şunu kabul etmek gerekir; Türkiye bir sosyal çürüme içerisindedir ve bunu kabul etmeden buna bir çözüm bulabilmemiz de mümkün değildir. Kötülüğü nehyedip aramızda yaymamamız gerekir belki ancak kirleri halı altına itmek de doğru değildir:
Sadece son birkaç haftada Türkiye’de bebeklerin öldürüldüğü, satanist yapılanmaların olduğu ortaya çıktı. Birkaç aydır siyasilerin bazı “çocuk ölümlerinin” üstünü örttüğü iddiaları tartışılıyor. Kadınlar ölüyor. Tacizler artıyor ve kadın bedeni sömürüsü yaygın bir hal almaya başladı. Raporlarda uyuşturucu bağımlılığının çok küçük yaşlara kadar düştüğü ifade ediliyor. Kaçak silah satışları patladı, her köşe başında bir kafe var bu kafelerin sayısındaki artış kesinlikle normal değil. Eğitim sistemimiz belki de cumhuriyet tarihinin en kötü durumunda. Ülkede adaleti ve güvenliği sağlamakla yükümlü olan kimselerden bazıları bizzat suç işliyorlar ve bunu yapmaktan çekinmiyorlar. Çeteleşme ise yaygınlaştı.
Bunların yanı sıra dilimizin çoraklaştığını, sanat ve edebiyat konusunda maalesef önemli değerleri yitirdiğimizi ve üretkenliğimizin azaldığını belirtmem gerekiyor. Elbette iyi şeyler de oluyor ve ülkemizde umudumuzu yeşerten gelişmeler de var. Ancak yukarıda bahsettiğim hiç de küçük olmayan bu konuları da artık tartışmalı ve toplumsal bozulmayı durdurmanın yollarını aramaya kafa yormalıyız. Tarihin, coğrafyamızın ve zamanın bize yüklediği sorumluluğa karşı bunu bir an evvel yapmak zorundayız.
İlk olarak, Türkiye’de bir sosyal çürümenin var olduğunu kabul etmekle işe başlamamız gerekir ve sonrasında bunun nedenleri üzerine yoğunlaşıp çözüm yollarını aramak gerekir. Ancak böylesi bir meselede çözümün ne olduğuna ilişkin öneriler ortaya koyabilmek de kolay değildir. Belki akıllara ilk gelen daha sert yasalarla veya daha sert bir infaz sistemiyle bu çözümün sağlanabileceği olsa da bu yöndeki adımların çözümü sağlayıp sağlayamayacağı konusunda endişeliyim. Elbette, daha evvel de pek çok kez ifade ettiğim üzere infaz yasası değişmeli ve ceza sistemimiz bazı yönleriyle yeniden ele alınmalıdır ancak bu çözüm tek başına istediğimiz yararı sağlamayabilir. En nihayetinde her şeyi yasalarla düzenlemek de doğru değildir veyahut yasalarla düzenlenen her sınır “ahlâkî ve vicdani” olarak arzu ettiğimiz seviyede sonuçlar elde etmemize fayda sağlamayabilir. Dolayısı ile yasalar, belki de oluşturmaya çalıştığımız “düzenin” sağlayıcısı değil de koruyucusu olabilirler. Yine de Türkiye’de bir hukuk reformuna ihtiyaç olduğu ve bu reformun katılımcı esaslı, çoğulcu bir yapı ile yapılması ve bir “mutabakat” ile yürütülmesi elzemdir.
Burada bir parantez açmak ve yukarıdaki haberleri buraya not düşerken aklıma Medyen Şehri ile Hz. Şuayb Kıssası’nın geldiğini belirtmek ve bu kıssaya kısaca değinmek istiyorum.
Hz. Şuayb kıssası Kuran’da Araf ve Hud Suresinde geçmektedir. Hud Suresi 85. ayette ölçüde hile yapan, yol güvenliğini bozan, birbirlerini dolandıran Medyen halkına Hz. Şuayb’in şu uyarıyı yaptığı nakledilir:
“Ey kavmim! Ölçüyü ve tartıyı adaletle tam yapın. İnsanların eşyalarını (mallarını ve haklarını) eksiltmeyin. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.” (11;85)
Hz. Şuayb’ın bu uyarılarına kulak asmayan ve H. Şuayb’a inanları da tehdit eden Medyen halkı helak edilmiş kavimlerden birisidir.
Medyen halkına ilişkin ilginç bir bilgiye ise 2022 yılında, Prof. Dr. Mete Gündoğan Independent Türkçe’de yazdığı “Medyen Halkı ve biz” başlıklı yazısında değinmiştir. (4) Gündoğan bu yazısında, Medyen kelimesinin “sürekli borçlanmanın olduğu mekan ve zaman dilimi” anlamında kullanılmış olabileceğinden bahsetmektedir. Gündoğan, yazısında sürekli borçlanmaya dayanan kötü bir ekonominin Medyen halkının sosyal çürümüşlüğünde etken olmuş olabileceğini belirtmiştir. Bu yönüyle aslında sosyal çürümenin sebeplerinden birinin de “ekonomik sebepler” olduğu gerçeğine buradan değinebiliriz. Ancak belirtmek gerekir ki sosyal çürüme-bozulma yalnızca ekonomik sebeplere bağlı değildir ve ekonomik sebeplerin düzeltilmesi ile düzelecek bir durum ne yazık ki değildir.
Peki ne yapılabilir?
Konuya ve soruya ilişkin 2017 yılında ABD’nin bir sosyal çöküş içerisinde olduğunu düşünen ve çözüm arayışına giren, Johns Hopkins Üniversitesi’nden Seth D. Kaplan, “A System Approach to Social Disintegration” başlıklı makalesinde; hükümet, dinî kurumlar, STK’lar, özel sektör, yerel topluluklardan geniş bir yelpazeden aktörler ile “mevcut gerçekliğin” ortaya çıkarılmasını, sorunların neden devam ettiğine ve hatta arttığına ilişkin fikirlerini sunmalarını, daha evvel iyi niyetle yapılan ancak durumu kötüleştiren önerilerin neler olduğunu ve bu verilerle sistemde nasıl bir değişiklik yapılması gerektiğine ilişkin önerilerin sunulmasını öneriyor. Seth D. Kaplan, sorunlara yönelik eş zamanlı bir liderlik geliştirilmesi gerektiğini ve bunun ticarî-dinî-siyasî-sivil kombinasyon ile olması gerektiğini savunuyor. Amacı ise şu şekilde açıklıyor:
“Amaç, bir topluluğu rahatsız eden kısır döngüleri, onu güçlendiren erdemli döngülere dönüştüren olumlu bir eşik noktası yaratmaktır.” Seth D. Kaplan, “A System Approach to Social Disintegration”, National Affairs, 2017) (3)
Sosyal çürümeye ilişkin çeşitli örnekler de veren Seth D. Kaplan, bir örnekte Community Renewal International’ın “Dostluk Evleri” çalışmasından bahsediyor:
“Community Renewal International yüksek suç oranına sahip mahallelerde Dostluk Evleri inşa ederek toplumsal çöküşü tersine çevirmeye yardımcı olmak için çalıştı. Bunlar mahalleler arası ilişkilerin doğasını dönüştürerek sistematik olarak “güvenli ve şefkatli topluluklar” başlatmayı amaçlıyor.” (a.g.e. 3)
Seth D. Kaplan’ın önerileri oldukça önemli ve değerli. Hiç şüphesiz Türkiye’nin bu “mutabakata” ve yukarıdaki kombinasyonun da içinde bulunduğu oluşumlara ihtiyacı var. Belki de bunu yerel mecralarda sağlamak daha kolay olabilir. Daha açık ifade etmem gerekirse, ülkemizde Türk milliyetçileri ile Kürt milliyetçilerini; Suriyelilerle Zafer Partilileri, Çağdaş Yaşam Derneği yetkilileri ile tarikat temsilcilerini aynı masada oturtup “Gençliğin En Önemli 5 Sorunu Nedir? Gençlik için Neler Yapabiliriz?” diye sorulması veya örneğin “Bağımlılıklarla Mücadele” için ortak platformlar kurulması artık şart. Bu tarz girişimlerin etkisinin ise sanıldığından çok daha büyük olacağı aşikâr.
Öte yandan ben, bu denli girişimler olmasa dahi birkaç öğrenci için bile çabalamanın ne kadar değerli olduğuna inanıyorum. Nitekim bunu nispeten deneyimlediğimi ve deneyimliyor olduğumu da rahatlıkla söyleyebilirim. Bu durumu bir örnekle açıklamam gerekirse üniversitede son sınıftayken, 2020 yılında, arkadaşlarımla organize ettiğimiz Türkmen Çocuklar Eğitim-Kültür Atölyesi Projesinde, eğitim fakültesi son sınıf öğrencileriyle birlikte çocuklara etkinlikler düzenlemiş, derslerinde yardımcı olmaya çalışmış, drama dersleri verip filmler izletmiş, küçük tiyatro gösterileri hazırlamıştık. 10 öğrenci ile başladığımız etkinliklere katılım kısa zamanda ailelerin “lütfen bizim çocuğumuzu da alın” ısrarları ile 30-40 öğrenciye kadar çıkmıştı. Kimseden destek almamıştık, çocuklara vereceğimiz sandviçleri dahi sabah erkenden bizler hazırlıyorduk. Ailelerden gelen geri dönüşler o kadar güzeldi ki gerçekten mutlu olmamak elde değildi. O dönem, o proje bana aslında değişim ve dönüşümün bu şekilde başlayabileceğini göstermişti: Gönüllü olarak, hevesli olarak, merhametli olarak, işe başlayarak…
Açıkçası fakülte yıllarımdan beri içinde bulunduğum sivil toplum kuruluşlarında bunun için çabaladım ve çabalamaya devam ediyorum. Bu krizin çözümünün de siyaseten bir tarafın arka bahçesi olmayan “sivil toplumun” gücünden geçtiğine inanıyorum.
Tam olarak burada yazıyı evirmek ve siyaseten bir örnek vermek istiyorum. Vereceğim örnek Amin Maalouf’un Labirent adlı kitabından bir örnek. (5) Maalouf, kitabında 12. bölümde Deng Xiaoping’i ve ülkesinde açtığı sessiz, derin, mütevazı dönüşümü şöyle anlatıyor:
“Bir ülkenin derinlemesine dönüşümünü, özellikle de ülke bu boyutlardaysa tek bir kişiye mal etmek her zaman tehlikeli bir yaklaşımdır. Ama bir yönetici gereken vizyona, iradeye, otoriteye ve beceriye sahipse tarihteki rolü belirleyici, hatta yeri doldurulamaz hale gelir.
Deng örneğinde durum hiç tartışmasız böyleydi. Kaidesinden paldır küldür devrilen ve bunun bilincine varıp yeniden ayağa kalkması asırlar süren Orta İmparatorluğun engebeli güzergâhında, farkı Siçuanlının müdahalesi yarattı. Ülkenin başındaki varlığı kısa sürse de koşulları geri dönülmez biçimde değiştirdi.” (5)
İşte belki bu krizi aşabilmek için bizlerin de ihtiyacı olan anahtar kelimeler bunlardır: Sessiz, mütevazı, derin…
Son olarak yazıyı Beyaz Zambaklar Ülkesinde adlı eserde, adeta sosyal çürümüşlüğün reçetesi olan şu ifadelerle sonlandırmak ve hepimizi ülkemizdeki bu sosyal krizi aşabilmek için düşünmeye, gönüllü olarak, hevesli olarak, merhametli olarak, küçük adımlarla, sessiz, mütevazı ve derin şekilde işe başlamaya davet ediyorum :
“Finlandiya’nın bugünkü hâliyle, çocukluğumdaki durumunu kıyaslarken, şöyle bir tablo tasavvur ediyorum: Büyük bir harabe ev… Bütün pencereleri örtük… Dışarıdan bakıldığında metruk bir ev izlenimi veriyor… İçerisi karanlık, boğucu, rutubetli ve ağır havası olan bu ev, büyük bir mezarlığı andırıyor. Ama birtakım genç, korkusuz ve güçlü insanlar çıkıp geliyor. Çok neşeli ve zeki insanlar… Hemen evin perdelerini çekip, pencerelerini açıyorlar. Evin içine gün ışığı, temiz hava ve çiçek kokuları doluşuyor. İçeriye canlılık katıyor. Binanın dışı da onarım görüyor, yenileniyor. Çevredeki insanlar da artık cinli-perili bir evden kaçar gibi bu evden uzaklaşmıyorlar. Yanına gelip, yenilenen binayı hayranlıkla seyrediyorlar. İşte böyle bir değişim, her ülkede, her kentte, her ilçede ve unutulmuş, terkedilmiş her köyde yaşanabilir. Bunun için yalnızca dinamik fikirli, uyanık ruhlu ve uygarlık yolunda çalışmaktan yorulmayan, usanmayan; aksine heyecan ve zevk duyan insanlara ihtiyaç vardır.”(6)
Av. Haldun Barış
Sonnotlar
(1) Haldun Barış, “Türkiye: Gelecek 20 Yılda Bölgenin Yeni Lideri“, hurfikirler.com, 3 Nisan 2024.
(2) Haldun Barış,”Türkiye’nin Hukuk Problemi” , daktilo1984.com, 12 Mart 2024.
(3)Seth D. Kaplan, “A System Approach to Social Disintegration”, National Affairs, n. 61, Fall 2024.
(4) Prof. Dr. Mete Gündoğan, “Medyen Halkı ve biz”, Independent Turkçe, 10 Ocak 2022.
(5) Amin Maalouf, Labirent: Batı ve Hasımları, Yapı Kredi Yayınları, 2024, s. 200.
(6) Grigory Petrov, Beyaz Zambaklar Ülkesinde .