KCK operasyonu, Mart 2009’da başladı. Akıl hocalığını üstlenen bazı akademisyenler, operasyonun üç amacının olduğunu belirtiyorlardı. Onlara göre bu operasyonla PKK ve BDP içindeki şahin–güvercin ayrımı derinleşecek, şahinlerin tasfiye edilmesiyle siyasi alan genişleyecek ve PKK’nin eylem gücü kırılacaktı. Ortada siyasi bir amaç vardı, emniyet ve yargı güçleri de bu siyasi amaca araç kılınmıştı.
Ancak, Ankara’da bazı strateji merkezlerinde yapılan hesap Diyarbakır’da tutmadı. PKK ve BDP’deki şahinler ile güvercinler ayrımı belirsizleşti, kendini koruma içgüdüsüyle herkes şahinleşti, en güvercin olarak görülen siyasi aktörler bile şahin bir dile meyletmeye başladı. Kitlesel tutuklamalar şiddet savunucuların elini güçlendirerek, siyasi alanı daralttı.PKK, şiddetin dozunu istediği zaman yükseltip istediği zaman düşürerek kendisinin eylem yapma gücünün KCK tutuklamalarına bağlı olmadığını gösterdi. Yani KCK operasyonu kendisinden beklenenin tersine sonuçlar üretti.
Sona erdirmek
Bu tablo, KCK operasyonunun çöktüğünün kanıtıydı. Siyaseten yapılması gereken, daha fazla zarara yol açmadan bu operasyonun nihayete erdirilmesiydi. Fakat hükümet tam tersini yaptı, operasyonu derinleştirdi ve sürdürdü. Emniyet ve yargı güçleri, hükümetin bu inadını ve operasyonu sürdürme kararlığını görünce, daha hoyrat davranmaya başladılar, sistematik bir baskı aracı olarak kullandıkları TMK sayesinde “terör eylemleri” ile “siyasi eylemleri” aynı kaba koydular. Böylece şiddete başvuranlar ile siyaset yapanlar eşit şekilde cezalandırılması gereken kişilere dönüştü. Gösteriye katılan, slogan atan, yazıp çizen, BDP’nin siyaset akademisinde ders veren kişiler de “terör suçlusu” haline geldi.
Sonuçlar
Giderek bir cadı avına dönüşen operasyon, üç noktada olumsuz sonuçlar doğurdu/doğuruyor: İlki, hukuka olan güvenin yerle yeksan olması. Bir yargı düzenine meşruluk sağlayan temel, onun tarafsız davranması ve siyasal iktidarı denetleyerek özgürlükleri güvence altına alması. Oysa KCK davasında bir siyasi aparat gibi hareket eden yargı, bu işlevleri yerine getirmediğinden bir bütün olarak hukuka duyulan güveni eksiltiyor ve adaletin tesis edileceğine olan inancı sarsıyor.
İkincisi, toplumda gözle görülür bir korkunun yaygınlaşması. İlgili ilgisiz herkes hakkında takibat yapılması, en küçük bir şüphede bile bol kepçeden tutuklama kararları verilmesi, yolu bir şekilde BDP binasından geçenlere ve neredeyse BDP’lilere selam verenlere bile potansiyel suçlu muamelesi reva görülmesi, insanları endişeye sevk ediyor. Yoğun gözaltı ve tutuklamalarla korku yaygınlaşıyor, toplumu esir alıyor ve Kürt meselesinde AKP’den farklı bir noktada duran herkes “Acaba bugün sıra kimde?” diye soruyor. Dolayısıyla sağda solda “ileri demokrasi” nutukları çeken iktidar, gerçekte emniyet ve yargı eliyle muhalefeti sindirip yıldırarak bir “korku toplumu” yaratıyor.
Üçüncüsü, siyasete duyulan güvenin kaybı. Gelinen nokta itibarıyla KCK operasyonu artık bir BDP’yi tasfiye etme operasyonudur. Bugün BDP’nin çok sayıda milletvekili, belediye başkanı ve üyesi cezaevinde. Her gün gelen dalgalarla içerideki BDP’li sayısı artıyor. Emniyet ve yargı marifetiyle BDP siyasi bir linçe tabi tutuluyor ve partinin politik alandaki etkinliği ve saygınlığı yok mesabesine indiriliyor. Bu durum, siyaseten yol alınabileceğini ve müzakereler yoluyla sorunlara bir çözüm bulunabileceğini savunanları zayıflatırken şiddet yöntemlerini ön plana çıkarmayı arzulayanları güçlendiriyor. Böylece şiddet, siyasetten daha güçlü bir çekim merkezi haline geliyor. BDP devreden çıkartılıyor, ortada sorunun tek muhatabı olarak PKK kalıyor. Kısacası KCK operasyonu, PKK’ye can suyu taşıyor.
Israr neden?
Peki, böylesine vahim sonuçlar doğurmasına karşın neden AKP, KCK operasyonlarında ısrar ediyor? Bunun altında hükümetin bel bağladığı iki ayaklı bir güvenlik konsepti var. Hükümet,PKK’nin gücünün fazlaca abartıldığını, şimdiye kadar PKK’nin üstesinden gelinememesinin ordu içindeki karışıklıklardan ve ordu ile hükümetler arasındaki işbirliği eksikliğinden kaynaklandığını düşünüyor. Bugün bütünüyle hükümetin emri altına giren ve üstün askeri teçhizatla donatılan ordunun PKK’yi ortadan kaldırabileceğini hesaplıyor. Bu hesap artık açık şekilde gazete sütunlarına yansıyor. Mesela Emre Uslu, “Çok net söylüyorum, mevcut strateji devam ettirilirse PKK önümüzdeki bahar döneminde yok edilir” diyor. (Taraf, 02.11. 2011)
Bu konsept, önce PKK’nin belinin kırılmasını ve siyasi/askeri açıdan zayıflatılmasını ardından kolu kanadı kırılmış PKK’nin müzakere masasına çekilmesini ve birtakım hukuki adımlar atılmasını kapsıyor. AKP’nin yeni yıldızlarından Gaziantep milletvekili Şamil Tayyar, hükümetin bu niyetini şüpheye yer bırakmayacak bir berraklıkta açıklıyor: “Terör örgütünün psikolojik olarak üstün olduğu bir dönemde sizin güçlü ve kalıcı reformları hayata geçirebilmeniz son derece zordur. Onun için terör örgütünün dizlerinin üzerine çökertilmesi, PKK’ya haddinin bildirilmesi gerekiyor. Ondan sonra Kürt meselesinin çözümüne dair eksik kalan reformları peş peşe devreye sokmanız lazım.” (Star, 31.10.2011)
Büyülü ortam
Bu konseptin siyasi ayağını ise BDP’nin kriminalize edilerek siyasi alandan çekilmesi oluşturuyor. AKP’nin, zannederim, şöyle bir planı var: AKP, bir taraftan BDP’yi Meclis’e davet ediyor, “terörle mücadele siyasetle müzakere” diye söylem geliştiriyor ve böylece toplumda BDP ile çalışma niyetinde olduğuna dair bir algı yaratıyor. Ama diğer taraftan gerek BDP’yi mahkûm eden ve hedef haline getiren dili ve gerek KCK operasyonlarıyla BDP’nin siyaset yapmasını, fiili olarak imkânsız hale getiriyor. Bununla AKP, BDP’nin bu baskıları protesto ederek müzakere zeminlerini -örneğin Anayasa Uzlaşma Komisyonunu- terk etmesini bekliyor. Zira böyle bir durum AKP’ye BDP’yi Kürt kamuoyuna şikâyet etmesi için önemli bir fırsat sunacak. Son dönemlerde sürekli Kürt annelerine seslenen Başbakan bu sefer tüm Kürtlere dönüp “Gördüğünüz gibi ben onlarla konuşmak istedim ama onlar sahadan çekildiler” diyecek ve demokratikleşme adımlarının atılmamasının, yeni anayasanın yapılamamasının ve Kürt sorununun çözülememesinin faturasını BDP’ye kesecek.
Merkez medya, emniyet ve yargı, hükümetin bu güvenlik konsepti için seferber olmuş durumda. Koordineli bir şekilde çalışan bu üçlü, operasyona ideolojik bir meşruiyet ve toplumsal destek sağlamak için azami bir gayret sarf ediyor. Ancak PKK’yi askeri olarak bitirmeyi ve BDP’yi ise siyaseten marjinal hale getirmeyi hedefleyen bu politikadan bir çözüm çıkmaz. Çünkü kendisini tasfiye etmeyi amaçlayan her operasyona PKK daha fazla şiddetle karşılık veriyor. BDP’yi sindirmeyi amaçlayan her operasyon, Türkiye’de herkes için özgürlüklerin ve siyasetin zemin kaybetmesi sonucunu doğuruyor. Hükümet –daha önceki hükümetler gibi- kendisini alkışlayanların ve kendisine gaz verenlerin yarattığı büyüye kapılmış gibi. Bu büyülü ortam, yaşananları çarpıtıp gerçeği görmeyi engellediği için çok büyük bir tehlike arz ediyor. Hükümetin tez elden bundan kurtulması ve daha fazla sayıda insanı öldürerek ve özgürlükleri daha da sınırlandırarak Türkiye’de demokrasinin ve barışın inşa edilemeyeceğini görmesi gerekiyor.