ÖZELLİKLE AYM Başkanı Prof. Dr. Zühtü Arslan’ın konuşmasında Mahkeme’nin son yıllarda geçirdiği paradigma değişimi çarpıcı bir netlikle gözler önüne serildi. Bireysel başvuru denetiminin kabulüyle birlikte AYM’nin toplumsallaşmaya başladığını vurgulayan Arslan; bugün gelinen noktada Mahkeme’nin, günlük hayatta herkesin karşılaşabileceği sorunlara temas ettiğini vurguladı. Arslan’a göre doğası gereği “hak eksenli” yaklaşımı zorunlu kılan bireysel başvuru, Mahkeme’nin norm denetimini de etkilemekte ve bu alanda da hak ve özgürlüklere öncelik veren bir yaklaşımın benimsenmesini sağlamaktadır.
Mahkeme’nin konumu
Zühtü Arslan’ın bu sözleri, AYM’nin siyasal sistem içindeki konumunu netleştirmesi bakımından oldukça anlamlı. Mahkeme’yi temsil yetkisine sahip olan Sayın Başkan, artık kendilerini demokratik karar alma sürecine müdahale eden bir vesayet kurumu olarak görmediklerini, hak ve özgürlükleri önceleyen bir yaklaşıma sahip olduklarını bu konuşmasıyla net bir biçimde ifade etmiş oldu.
AYM’nin son yıllarda verdiği pek çok karar da bu konuşmanın içi boş bir temenniden ibaret olmadığını gösteriyor. Geçmişte kanunların kamu yararına uygun olup olmadığını denetlerken kendi kamu yararı tanımını TBMM’ye dayatan Mahkeme; bugün verdiği kararlarda, bariz bir keyfilik olmadığı sürece yasama iradesi kamu yararına uygun kabul edilmelidir diyor. Geçmişte Anayasada yer almayan birtakım ölçütler belirleyerek buna göre denetim yapan ve iptal kararları veren Mahkeme, bugün kaynağını Anayasadan almayan denetim yetkilerini kullanmayı reddediyor. AYM bugün, TBMM’nin siyasi takdir yetkilerine müdahale etmekten kaçınan bir noktaya doğru evrilmiş durumda.
Geçmişi terk etti
Öte yandan AYM, laiklik gibi resmi ideolojinin kavramsal araçları söz konusu olduğunda da geçmişte benimsediği dayatmacı anlayışı çoktan terk etmiş görünüyor. Geçmişte laikliği kamusal alanın tüm dini sembollerden arındırılması olarak algılayan AYM, bugün bu kavramı din ve vicdan özgürlüğü çerçevesinde ele alıyor. Nitekim başörtüsü sebebiyle duruşmalara girme imkanından yoksun bırakılan bir avukatın yaptığı başvuruyla ilgili kararında Mahkeme, konuyu hak eksenli bir yaklaşımla ele almış ve avukatın talebini haklı bulmuştur (Bkz. Tuğba Arslan, B. No: 2014/256, 25/6/2014). Kamuoyunda “4+4+4” formülüyle bilinen ve eğitim sisteminde kapsamlı bir değişiklik öngören kanunla ilgili kararında da Mahkeme, zorunlu nedenler olmadıkça bireylerin din ve vicdan özgürlüğüne müdahale edilemeyeceğini ifade etmiştir (Bkz. AYM E.2012-65, K.2012-128, 20/9/2012).
Bugün gelinen noktada AYM, evrensel hukuk ilkelerini daha önce hiç olmadığı kadar dikkate alıyor ve kararlarını bu temel üzerine inşa etmeye çalışıyor. Skandal niteliğinde birtakım kararlar yoluyla siyaseti ve toplumu biçimlendirmeye çalışan bir Mahkeme artık yok.
Bu paradigma değişimi, AYM’nin zaman zaman hatalı kararlar alabileceği ihtimalini ortadan kaldırmıyor. AYM de dünyadaki tüm diğer yüksek mahkemeler gibi hatalı kararlar alabilir, bazı toplumsal çatışma konularında taraf tuttuğu izlenimine yol açabilir. Örneğin Twitter kararının başvuru tarihinden itibaren yalnızca 9 gün içinde sonuçlandırılması, Can Dündar kararının yine çok kısa bir süre içinde ve ikna edici olmayan birtakım gerekçelerle sonuçlandırılmış olması bu bakımdan izaha muhtaçtır.
Buna benzer durumlarda AYM’yi eleştirmek elbette meşru ve gereklidir. Ancak hatalı bir karar nedeniyle geçmişin tüm günahlarını bugünkü Mahkeme üyelerine yüklemek en hafif tabiriyle haksızlıktır. AYM üyeleri bir süreden beri resmi ideolojinin militanı olmak yerine hak ve özgürlüklerin güvencesi olarak anılmak istiyor. Bu çabayı görmeden Mahkeme hakkında yapılan yorumlar ise haliyle sığ ve eksik kalıyor. Geçtiğimiz aylarda Can Dündar ve Erdem Gül kararına karşı verilen tepkilerin büyük bir kısmı bu bakımdan sorunluydu. Şahsen benim de hatalı olduğuna inandığım bu karar üzerinden AYM’ye verilen tepkiler o kadar ölçüsüzdü ki, vesayet rejimini geriletmek bakımından son yıllarda elde edilen kazanımların neredeyse tamamı yok sayıldı.
Herkesin çaba göstermesi gerek
AYM’nin siyasal sistem içindeki konumu bakımından elde edilen başarının böylesine toptancı bir yaklaşımla görmezden gelinmesi ülke adına oldukça üzücü. Ancak bu üzücü tablonun da bize öğretecekleri var: AYM’deki paradigma değişiminin tam olarak anlaşılabilmesi için hepimizin çaba göstermesi gerekiyor. AYM kararlarını konu alan çalışmaların artması, toplumsal hayata temas eden Mahkeme kararlarının daha çok gündeme gelmesi gerekiyor. Ayrıca hak eksenli bir yaklaşımın benimsenmesi konusunda AYM’nin daha fazla cesaretlendirilmesi ve muhtemel hatalı kararlar karşısında daha soğukkanlı tepkiler verilmesi gerekiyor. AYM’nin post-vesayet döneminin yüz akı olabilmesi için hepimize büyük sorumluluk düşüyor.