Şiddet insanî hayatın bir gerçeği. Tarihin her döneminde ve beşerî coğrafyanın her yerinde bizimle olagelmiş. Uygarlığın gelişmesi, şiddetin azaltılması, kontrol altına alınması, kurallara bağlanması ve haksız şiddetin yaptırıma uğratılması çabası ile paralel yürümüş.
İletişim araçlarının gelişmesi ve yaygınlaşması hepimizin iletişim bombardımanına maruz kaldığı- bırakıldığı bir çağı ortaya çıkardı. Bunun etkisiyle eskiden toplumların daha barışçıl olduğunu, fazla şiddete sahne olmadığını, bugünse şiddetin eskiyle kıyaslanamayacak kadar arttığı ve çirkinleştiği kanaatine kapılıyoruz. Bu külliyen yanlış. Steven Pinker’in Türkçesi de yayımlanan Doğamızın Daha İyi Melekleri (Alfa Yayınları) adlı abidevî çalışması beşerin bugünkü hayatında şiddetin eskiyle kıyasla inanılmaz ölçüde düştüğünü (40’ta 1’e indiğini) gösteriyor. Aynı tespiti teyit eden başka çalışmalar da var.
Bununla beraber benim asıl merak ettiğim ve insanlık için çok daha önemli olduğunu düşündüğüm başka bir husus var: Aydınların şiddete düşkünlüğü. Hemen herkesin kafasında aydınların (tahsil terbiye görenlerin, eğitim-öğrenim merdiveninde yukarılara tırmanmış olanların, yoğun bilgi birikimine ve perspektifli bakışa sahip kimselerin) toplumsal meselelerde daha barışçıl ve hoşgörülü olduğu veya olması gerektiği kanaati hâkim. Ne var ki, tarihî veriler bunun bir tespit değil bir temenni, umut, daha doğrusu yanılgı olduğunu kanıtlıyor. Aydınlar, bazı durumlarda, şiddete aydın olmayan insanlardan daha tutkulu şekilde sarılıyor. Aydınların uyguladığı veya desteklediği şiddet daha kısa sürede daha çok insana daha ağır zarar veriyor. Tarihin hayli ileri bir safhasında yaşamamıza rağmen aydınların şiddete bağlılığında genel şiddetteki azalmaya refakat eden bir azalma görülmüyor. Bu nedir ve nasıl izah edilmelidir? Günün birinde bir doktora öğrencisiyle birlikte bu konuyu ayrıntılı biçimde çalışabilmeyi umut ediyorum. Burada yapabileceğim ise okumalarıma ve hassaten Paul Johnson’ın Entelektüeller (Paradigma Yayınları) adlı kitabına dayanarak bazı olguları, tespitleri ve yorumları okuyucularla paylaşmak.
Aydınların bizzat uygulaması, destek vermesi, teşvik etmesi, karşısında sessiz kalması veya saklaması anlamında kısaca aydın şiddeti diyeceğim bu şiddetin en tipiklerinin ve korkunçlarının 20. Yüzyıl’ın ilk yarısında gerçekleştiğini görüyoruz. Sırasıyla sosyalist, faşist ve nasyonal sosyalist hareketler ve rejimler 20. Yüzyıl’ı kana boğdu ve şiddete akıl almaz boyutlar kazandırdı. Karl Marx’ın devrimci şiddeti seven ve kutsayan bir yazar olduğunu biliyoruz. Mussolini de inceliğe gerek duymaksızın görevlerinin şiddet kullanmak olduğunu ifade etmişti. Stalin Lenin’in izinde proleterya devletini kurmak ve sağlamlaştırmak için akıl almaz genişlik ve vahşette şiddet kulandı. Hitler ırk sosyalizmi doğrultusunda şiddeti biyolojik temelli bir görev ve araç olarak gördü. Daha yakınlarda uçuk yazar Fransız Jean Paul Sartre, yine şiddeti seven bir yazar olan Franz Fanon’un bir kitabına kana susamış bir giriş yazdı. Sartre, Johnson’ın işaret ettiği gibi, 1960’dan itibaren toplumu dehşete iten birçok terörist hareketin akademik vaftiz babası oldu.
Aydın şiddetinin tarihinde ve fiiliyatında Fransa’nın özel bir yeri olduğu söylenebilir. Siyasal amaçla şiddet kullanımı (terör) büyük ölçüde Fransız Devrimi’nin ürünüydü. Robespierre ve arkadaşları Rousseau’nun felsefesinden de yararlanarak, ideal bir dünya uğruna, ‘halk düşmanlarını’ ve ‘cumhuriyet düşmanlarını’ zevkle fiziksel olarak tasfiye etti. Fransız akademik ve entelektüel ortam dünyanın başka yerlerindeki şiddet dalgaları için de döl yatağı olma fonksiyonunu üstlendi. Bunun tipik bir örneği Kamboçya’da olan bitendi. Kamboçya’da 1975’ten itibaren nüfusun üçte biri ile beşte birinin korkunç cinayetlerle öldürülmesini organize eden Yüksek Organizasyon grubu Fransızca konuşan bir orta sınıf entelektüeller tarafından teşkil edilmişti. Grubun sekiz liderinden beşi öğretmen, biri üniversite profesörü, biri devlet memuru, biri iktisatçıydı. Bunların tamamı 1950’lerde Fransa’da eğitim görmüştü, Komünist Parti’ye üye olmakla kalmayıp Stalin’in felsefi aktivizm doktrinini ve ‘zorunlu şiddet’ ilkesini gayet iyi öğrenmiş ve derinden benimsemişti. Kamboçya’nın kitlesel kâtilleri bu grubun ideolojik çocuklarıydı.
Paul Johnson’ın dediği ve yukarıda da işaret edildiği üzere, entelektüellerle şiddet arasında bir bağlantı kurulması çok zaman yanılgı olarak görülür ve reddedilir. Asıl bu bir yanılgıdır ve reddedilmemelidir. Şiddeti olumlayan Marx milyonlarca Aydın’ın beynini yakıp kavurdu. Mussolini’nin hepsi de İtalyan olmayan pek çok entelektüel hayranı ve takipçisi vardı, ABD dâhil. Hitler iktidara tırmanma sürecinde en büyük başarıyı üniversite kampüslerinde sağladı. En büyük seçmen desteğini üniversite öğrencilerinden gördü. Öğretmenler ve üniversite profesörleri arasında her zaman çok rahattı. Nazi Partisi’nin üst kademelerinde pek çok entelektüel vardı ve bunlar SS’in korkunç planlamalarında görev aldı. Hatta SS’ler arasında pek çok doktoralı kimse bulunmaktaydı. Hitler’in Doğu Avrupa’daki ‘nihaî çözüm’ünün öncüsü seyyar ölüm müfrezesinde çok sayıda üniversite mezunu vardı. Tipik bir örnek olarak “D” müfrezesinin komutanı Otto Ohlendorf’un üç üniversite diploması ve hukukta doktorası vardı. Aydınlar Hitler’e olduğu gibi Stalin’e de, Mao’ya da büyük sempati besledi. Onları yeni bir dünyanın kurulması içim mecburen haklı şiddet kullanan öncüler olarak selamladı, alkışladı. Stalin’in ve Mao’nun kitle katliamlarını önce meşrulaştırdı, sonra üstünü örttü…
Aydınlar ile şiddet arasındaki ilişki ölümcül bir kara sevda ilişkisi gibi görünüyor. Türkiye de bu fenomenden mustarip. Mesela, PKK terörü birçok aydın tarafından ya açıkça destekleniyor ya sessizce destekleniyor ya da görmezden geliniyor.