Avrupa’da Laikliğin İflası(mı)?

İsrail’in 1948’den itibaren uyguladığı politikaların ahlâkî olarak hiçbir meşruiyeti olmadığı gibi rasyonel olarak da ikna edici argümanlar üretemediği görülüyor. İşlediği suçlar, soykırım politikaları ve en önemlisi Batı’nın desteği İsrail’e alan açıyor gibi görünse de İsrail’e dönük öfke ve nefreti çoğaltıyor. Görünen o ki, İsrail işgal ettiği coğrafyalarda binlerce insanın ölümüne neden olurken geride kalanların ve gelecek nesillerin zihninde büyük bir İsrail karşıtlığının doğmasını engelleyemeyecek.

O halde İsrail bu irrasyonel ve gayrıahlaki politikaları uygulamada neden böylesi bir ısrar içinde olabilir? Genel olarak İsrail siyasetini açıklarken teopolitik kavramı kullanılıyor. Siyasetin belli bir inanç ekseninde yorumlanması olarak ifade edilen teopolitik kavramı aynı zamanda İsrail’in irrasyonel durumunu işaret ediyor. İsrail başbakanı Netanyahu da dönem dönem kendileri açısından kutsal görülen öğretilere atıfta bulunarak teopolitik tutumu gözler önüne seren açıklamalarda bulunuyor. İsrail’in Gazze saldırılarının devam ettiği günlerde  İsrail Maliye Bakanı Bezalel Smotrich de Ortadoğu’da Ürdün, Suudi Arabistan, Mısır, Irak, Suriye ve Lübnan’ı kapsayan bir Yahudi devleti kurmayı hedeflediklerini söyleyerek gerçek hedefin ne olduğunu göstermiş oldu.

Hatırlanacağı gibi İsrail’in Gazze’de başlattığı işgalin gerekçesi olarak Hamas’ın 7 Ekim’de düzenleği saldırılar gösterildi. Ancak Smotrich ve Netanyahu yaptıkları açıklamalarla İsrail’in işgalci politikalarının asıl nedeninin 7 Ekim olmadığını bilakis kendi teopolitik kurguları olduğunu gösterdi. Zaten 7 Ekim öncesinde ve sonrasında İsrail’in yaptıklarına bakıldığında İsrail’in niyetinin Smotrich’in sözleriyle bağdaştığı görülüyor. İsrail, Filistin’de bir soykırım gerçekleştirirken işgal edip kendi topraklarına katmak istediği Suriye, Yemen, Lübnan ve İran’a da dönük saldırılar gerçekleştiriyor.

Vadedilmiş toprak meselesi Yahudi teolojisinin bir konusu olmanın yanında Yahudilerin bir devlet kurma planıyla da doğrudan ilgilidir. Siyonizmin hedefleri arasında Yahudilerin birlik içerisinde yaşayacağı bir devlet kurma hayali önemli bir yer tutar. 20. Yüzyılın başında devletin nerede kurulacağı konusunda Filistin’in haricinde Arjantin ve Uganda da alternatifler arasındaydı. Arjantin ve Uganda’nın seçenekler arasında bulunması Yahudilerin önceliğinin aslında güvenlikli bir bölge arayışı olduğunu gösterir. Fakat Filistin’de karar kılınması siyonizmin planından bağımsız değildir. Çünkü Filistin tercihinin temelinde vadedilmiş topraklar inancını da geliştiren siyonist paradigma belirleyici olmuştur. Siyonizmin teopolitik tutumuna göre Tanrı, bu toprakları Yahudilere vadetmiştir, Yahudiler kendileri için ayrıcalıklı görülen bu topraklarda yaşamalı ve kimse buna itiraz etmemelidir.

Fakat burada daha mühim olan husus İsrail’in tüm siyasetini inanç temelinde meşrulaştırmasına karşın, modern düşünceyi ve dolayısıyla siyaseti laiklik ekseninde geliştiren Batı’nın buna itiraz etmemesidir. Unutulmamalıdır ki aydınlanma ile birlikte siyasal alandaki en önemli tartışmalarından biri din ve devletin birbirinden ayrıştırılması oldu. Laiklik, devletin tarafsızlığı açısından bir zorunluluk olarak görüldü. Avrupa’da din ve kilise arasında uzun yıllar gerilim yaşandı. Filozoflar, bilim insanları ve sanatçılar bu gerilimde çoğunluklu olarak kilisenin karşısında yer alarak, dinin egemenliğine karşı mücadele ettiler. Sonuçta, kilise kaybetti. Laiklik ilkesi Avrupa’nın temel dinamiklerinden biri haline gelerek kamusal alanda dinin dışarda tutulması sonucunu doğurdu. Öyle ki, Avrupa’nın siyasal ve ekonomik üstünlüğü ele geçirmesiyle laiklik dünyanın dört bir yanına ihraç edilmeye başlandı.

Batı medeniyeti, gelişmenin, aydınlanmanın ve zenginleşmenin ön şartı olarak laiklik ilkesini işaret etti. Bir toplumun yahut devletin din ve devlet işlerini birbirinden ayırmamasını, dini hükümlere göre politika geliştirmesini demokrasi karşıtı bir tutum olarak kusurlu bir davranış olarak gördü. Laikliğin ihlalini demokrasiye karşı işlenmiş bir suç hatta bir ‘günah’ olarak değerlendirdi. Dine dayalı yönetim biçiminin insan hak ve özgürlüklerine aykırı olduğu vurgulandı.

Dünya tarihinin son 250 yılına damgasını vuran Avrupa düşüncesinin laikliği en temel değerlerden biri olarak kabul etmesine karşın bugün varlığını teolojik bir kurguya dayandıran siyonizme destek olması ise Avrupa’nın kendi iddiasından vurulmasının ötesinde lailklik ilkesini ayaklar altına aldığını da göstermektedir. Uluslararası silahlı müdahalelerine dahi teokratik rejimleri gerekçe gösteren Avrupa/ABD, bugün dünyanın en vahşi katliamlarını gerçekleştiren ve bu soykırım politikalarını teopolitik kurguya dayandıran İsrail’e silah desteği sağlamakta. Ayrıca bu katliamları meşru bir eylem olarak desteklerken İsrail’e koruma kalkanı oluşturuyor. İsrail, bebekleri, sivilleri öldürüyor, hastaneleri, ibadethaneleri vuruyor. Başka ülkelerin egemenlik hakkına saygı göstermeden bu toprakların kendilerine ait, vadedilmiş topraklar olduğunu söyleyip işgal ediyor ve bunları sapkın bir dini inançla meşrulaştırmaya çalışıyorken ‘laik Batı’ yaşananlara destek oluyor.

Hal böyleyken hem felsefi hem de siyasi olarak laikliklik ilkesinin çağdaş toplumun vazgeçilmez bir unsuru olduğunu belirten Batı’nın, bugün tüm dünyanın gözleri önünde İsrail’in bu ilkeye aykırı davranmasına ses çıkarmaması her zaman sorgulanacak bir samimiyetsizlik örneği olarak görülecektir.

 

Bu Yazıyı Paylaşın

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et