Özel işyerlerinde dinî inançları çerçevesinde başlarını örtmek istemeleri nedeniyle görevlerine son verilen Belçika ve Fransa vatandaşı iki Müslüman kadın hakkında geçtiğimiz günlerde AB Adalet Divanı tarafından verilen karar “ayrımcılığın yasallaşması” ve “kültürel çoğulculuğun tabutuna çivi çakılması” olarak yorumlandı.
Alınan kararın kâğıt üzerinde tüm dinlere yönelik gözükmesine karşılık, uygulamada öncelikli olarak Müslümanları hedef alan bir “ayrımcılık“ı ortaya çıkaracağı açıktır.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 2012’de üniformasının üzerinde görülecek biçimde haç simgesi taşıyan kolye takmak isteyen bir hostese, British Airways’in “haç taşımanın Hıristiyanlığın vecibelerinden olmadığı” gerekçesiyle izin vermeyerek, Büyük Britanya’nın da gerekli hukukî önlemleri almayarak “ayrımcılık” yaptığına hükmettiği göz önüne alındığında, AB Adalet Divanı’nın aldığı kararın ne denli farklı bir yaklaşımı ortaya koyduğu daha iyi anlaşılabilir.
Burada önemli olan, Avrupa’da popülist sağın yükselttiği ama diğer siyasal eğilimlerden de destek alan “göçmen ve Müslüman karşıtlığı“nın hukukun da dahil olduğu alanlar üzerindeki etkisini artırması, konuya on, hattâ beş yıl öncesinden farklı yaklaşılmasına neden olmasıdır.
Dolayısıyla konuya teknik bir hukuk yorumu, ya da 1905 model Fransız laikliği hayaletinin geri dönüşü olarak bakmak yanıltıcı olabilir. Zikredilen Fransız vatandaşı kadının davası hakkında geçen yılın Temmuz ayında görüş bildiren AB Adalet Divanı raportörü Eleanor Sharpston’ın da savunduğu gibi şirketin koyduğu başörtüsü yasağının “yasa dışı doğrudan ayrımcılık” olarak yorumlanması da mümkündür. Ancak AB Adalet Divanı, bu hukukî görüşe itibar etmemiştir.
Bu tercihin Batı Avrupa’daki güncel “Zeitgeist’ı (zamanın ruhunu)” yansıttığı ortadadır. Karar kadar, bâzı bireylerin işlerini başarılı biçimde yapan kadın görevlilerden, “başörtülerinden dolayı” rahatsız olma ve şikâyette bulunmalarının da sorgulanması gereklidir. Bunun ise güçlü bir ivme kazanan “İslâmofobi“den derin biçimde etkilenen zamanın ruhundan kaynaklandığı belirtilebilir.
Sorun nedir?
AB Adalet Divanı’nın benimsediği hukuk yorumunun “ayrımcılığın yasallaşması” anlamına geldiği ortadadır. Buna karşılık kararın özel olarak Avrupa genel olarak da Batı’nın çok kültürlülük sınavında başarısız olduğu anlamına geldiği iddiasını tartışmaya açmak gerekmektedir.
Yükselen İslâmofobinin yarattığı ortamın etkilediği karar, son tahlilde, “çok kültürlülüğe” değil bir dinin mensuplarının çok kültürlülük kapsamına dahil edilmesine itiraz etmektedir. Karar dar açıdan yorumlandığında, Avrupa’nın 1970’lerden başlayarak 1990’ların sonuna kadar süren farklı kültür, tercih ve kimlikleri tanıma, onların varlıklarını sürdürmelerini sağlayacak düzenlemeler geliştirme siyasetlerinin tersine döndüğüne kanıt olarak sunulabilir. Günümüzde “çok kültürlülük” savunuları inişe geçerken “ortak değerler,” “türdeş vatandaşlık” ve bunların da ötesinde “asimilasyon/bütünleşme” vurguları güç kazanmış durumdadır.
Ancak bu gelişmeyi kültürel çoğulculuğun zemin kaybetmesi olarak görmek yanıltıcı olabilir.
Bunun yanı sıra Avrupa’da bilhassa 2010 sonrasında David Cameron’ın başını çektiği siyasetçiler tarafından güçlü bir “çok kültürlülük” eleştirisinin dile getirilmesinin bunun delili olarak gösterilmesi de büyük resmi algılama alanında sorunlara neden olabilir.
Charles Taylor, 1994’te çok kültürlülüğü ” bir tanınma sorunu/siyaseti” olarak tanımlamış, bu da yaygın kabûl görmüştü. Çok kültürlülük ve kültürel çoğulculuğa “dar” değil bu tanımda mündemiç “geniş” anlamda yaklaşıldığında, gerilemenin Avrupa’nın değişik yaklaşımları benimseyen ve bunlara dayalı “kimlikler“i korumaya çalışan topluluklardan ziyade “göçmen” ve “Müslümanlar“a yönelik “anlayış“ı alanında yaşandığı belirtilebilir.
Geniş anlamda kültürel çoğulculuk zemin kaybetmemekte, tam tersine güç kazanmaktadır.
Örneğin, aynı zaman diliminde “Batı“da eşcinsellere evlilik hakkı tanınması yaygınlaşmıştır.
Benzer şekilde yerli (indigenous/ native) topluluklar ve yerleşik etnik azınlıklara kültürel özerklikler verilmesi de bilhassa BM Genel Kurulu’nun 2007’de Yerli Toplulukların Hakları Beyannâmesi’ni kabûlü sonrasında artış göstermiştir.
Dolayısıyla karşılaşılan sorunun dar bir yorumla “kültürel çoğulculuğun çöküşü” olarak görülmesi doğru değildir. Şahit olunan, çok kültürlülüğe “Müslüman karşıtlığı” çerçevesinde itiraz ve “sınırlama“lar getirilmesi ve bu “özgün” alanda “burada sana kendinolarak yer yok, ya asimile ol ya terk et” yaklaşımının benimsenmesidir.
Müslümanların farkı
Bunun nedeni “Batı“nın Müslüman ve “göçmenler“e on dokuzuncu asır sömürgeciliğinintemel tezleriyle yaklaşmasıdır. Diğer bir deyişle Müslümanlara post-modern bir“medenîleştirme misyonu (mission civilisatrice)” çerçevesinde yaklaşılmakta, onların ancak değerlerini bir kenara bırakarak, “kendileri olmaktan vaz geçerek,” yâni dönüştürülerek “medenîleşebileceği“ savunulmaktadır. Bunun düşünsel arka planını, “modernlikler“in varlığını sorgulayan tekelci bir tanım ile “Batı“nın kendisine ait gördüklerinin üst sıralarda yer aldığı bir “değerler hiyerarşisi“nin şekillendirdiği ortadadır.
Kültürel çoğulculuk bu arka planın neticesi olarak “Batı“ya yerleşen Müslümanlara “teşmil olunması imkânsız” bir siyaset haline gelmektedir. Diğer kategorilerden farklı olarak Müslümanların ondan istifade etmeleri, “medenî olmadıkları ve geleneklerini terk etmedikçe olamayacakları” gerekçesiyle engellenmektedir.
“Batı“nın “yerli” topluluklara da uzun süre bu gözle baktığı doğrudur. Onların büyük bölümünün asimile olarak, kültürleri geniş çapta silinmiş marjinal topluluklar haline gelmesi kültürel çoğulculuk kapılarının kendilerine açılmasına neden olmuştur.
Ancak bu “kendisi olmakta” direnen ve “geleneklerinin folklor müzelerinde sergilenen tuhaflıklar“a indirgenmesine karşı çıkan Müslümanlar için geçerli olamamaktadır.
Siyasal seçkinlerinin benzer bir “medenîleştirme misyonu“nu uzun süre toplumun çoğunluğuna yönelik temel siyaset olarak uyguladığı Türkiye için bu yaklaşım yabancı değildir. Modern tarihimiz, tekil modernlik ve “hiyerarşik değerler” çerçevesinde icra edilen “medenîleştirme vazifesi“nin ne gibi neticeler doğuracağını teşhir eden bir laboratuar hizmeti görebilir.
Yükselen İslâmofobi dalgasının bundan ve “medenîleştirme misyonu” temelli sömürgecilik tecrübesinden istifadeye imkân vermeyeceği ortadadır. Bu, kültürel çoğulculuğun zemin kazandığı ancak “Müslümanlar“ın bu “çoğulculuk“tan istifade edemeyerek “paryalaştığı” ve dışlandığı bir “Avrupa” yaratacaktır. Bunun ise “medeniyetler çatışması siyaseti“ne hizmet edeceği şüphesizdir.