Bu hafta tek parti döneminde siyasi ihtiraslarına kapılarak, kendisine yazık eden bir siyasetçiden bahsedelim. Siyasetçinin ismini bilhassa vermeyeceğim, çünkü maksat bir karakteri resmederek ibret çıkarmaktan ibarettir.
ATATÜRK’ün Mersin gezisinde dikkatini çeken Türk Ocakları’na mensup bir genç doktor, Ocakların genel başkanı Hamdullah Suphi’nin kendisinden sitayişle bahsetmesinden sonra, bir dahaki dönemde milletvekili olarak Ankara’ya gelir. Ancak bu genç doktor Ankara’ya geldikten kısa süre sonra, daha yükselmek ihtirasına hakim olamaz. Önce İstiklal Mahkemesi üyeliğine seçilmeye çalışır ve böylece siyasi ihtiraslarının açtığı kötü yola girmiş olur. İstiklal Mahkemelerinin görevinin sona ermesiyle boşluğa düşen genç doktor, yükselmek için yeni yollar düşünmektedir. Samet Ağaoğlu Babamın Arkadaşları adlı çok kıymetli eserinde bu arayışı şöyle anlatıyor:
Asker olamadıysam faşist olayım
“Fakat bütün bu çalışmalar onu tatmin etmekten uzaktı. Müşavir olarak kalmak, mevzular ne olursa olsun gücüne gidiyordu.
Bir baş olmalıydı, bir yere mutlak selahiyetle hükmetmeli, emir vermeli, emirleri derhal yapılmalıydı. Bazen niçin asker olmadığını kendi kendisine soruyordu, Türkiye’de her şey askerden ibaret! Siyaset de, idare de onların! Böyle düşündüğü zaman vaktiyle Askeri Tıbbiye yerine Harbiyeye yazılmadığına kızıyor, şimdi her şey başka olurdu diye kendi kendisini yiyordu.
Mussolini ve Hitler’e özeniyordu
“Bu esefler, bu pişmanlıklar arasında yavaş yavaş bir fikir belirdi; askerlik bir zihniyet, bir hayat telakkisidir. Asker olmadığı halde de askeri zihniyet onu istediği yere, istediği gibi şerefle hizmet edeceği yere getirebilir. İşte Mussolini, işte Hitler. Biri köy muallimi, ötekisi bir duvarcı ustası değil miydi? Bugün Mussolini büyük bir milletin başındadır. Diğeri dünyanın belki de en büyük milletinin idaresini eline almak üzere. Onlar hedeflerine gençlik kütlesini teşkilatlandırmak suretiyle vardılar.
Türk Ocağı’nı faşistleştirmek istedi
Bu amacını CHP içinde derhal hayata geçiremeyeceğini fark eden genç doktor bu amaçla Türk Ocakları’nı kullanmayı düşünür… “Evvela, ocakların reisini teşekküle yeni bir mahiyet vermek için teşvik etmek yolunu tuttu. Ocaklara bağlı gençleri askeri prensiplere göre yetiştiren, onlara silah talimleri, saf halinde yürüyüşler yaptıran projeler teklif etti. Kendisi de bu gençlik kolunun başına geçecek, bu suretle Türk gençliği gelecekteki milli mücadeleler, seferler, harpler için hazırlanmış olacaktı. Aynı zamanda unutulmuş ananeler, adetler, harp ve silah oyunları da bu yoldan yeniden canlandırılacaktı.
“Ocakların reisi bütün bu projeleri dikkatle dinledi, nezaketle reddetti. O halde yeni bir tabiye kullanmak mecburiyeti vardı. Bir taraftan iktidarın şeflerini ocakların reisi aleyhine tahrik edecek, diğer taraftan, hatta icab ediyorsa bu teşekkülü partiye maletmek suretiyle o kanaldan ele alacaktı. Bundan sonra ilk kongrede Ocakların reisine açıkça cephe aldı. Halbuki cephe aldığı kişi, kendisinin milletvekili seçilmesine yardımcı olan kişiydi. Hırsları artık diğer insanı vasıflarını ortadan kaldırmaya başlamıştı. Samet Ağaoğlu, bu sahneyi şöyle anlatıyor:
“Ankara Hukuk Fakültesinde talebe idim. Kongreyi dinlemeğe gitmiştim. Ocak reisi bir kısım delegeler tarafından verilmiş takrir üzerine kürsüdedir. Tavırları asabi, kelimeleri sert, ithamları korkunç, fakat açıktır. “- Bu zat Ocakları kendi ihtirasına alet etmek istiyor! Bu zat Ocakları bir siyaset yuvası haline getirmek sevdasındadır; bu zat Türk gençliğini Ocakların içinde silahlandırmak, Ocaklar vasıtasıyla memlekette Karagömlekliler (İtalyan Faşist Partisinin silahlı güç) ordusu kurmak iddiasındadır.
Genç doktorun, Hamdullah Suphi’ye cevabı, Ocaklılar tarafından şiddetle protesto edilmiş, ancak Türk Ocakları bu kongreden sonra CHP’nin baskıları sonucunda feshedilmek ve yerini Halkevlerine bırakmak zorunda kalmıştır. Genç doktor, Halkevlerinde istediklerini yapamadı. Böyle olunca bir defasında Atatürk’e bile kafa tutmayı denedi, sonra Atatürk tarafından dışlanınca, yeniden bu çevreye girebilmek için bütün şahsiyetini ayaklar altına atmayı göze aldı. Sonunda başarılı oldu…Ve Darulfun’un tasfiyesi için Milli Eğitim Bakanlığı’na getirildi. Artık iktidar sarhoşluğundan ne yaptığını kendi de bilmez haldeydi. Bir nevi manevi idam cezası olan tasfiyelere, büyük bir zevkle kendi dostlarından başladı.
Darülfunun’da dostlarına tasfiye
“Darülfun’un ıslahatı bir yandan İsviçreli profesörün fikirleri, diğer taraftan Üniversiteyi siyasetin esiri yapmak isteyen zihniyetin direktifleri arasında bocalayarak ilerliyordu. Eski Darülfunun’dan yeni Üniversiteye profesör tayin edebilecek kabiliyette oldukları kabul edilenler arasında siyasi fikirleri itibarıyla devrin idarecilerinden bir kısmının hoşuna gitmeyenler de bulunuyordu. Üniversite kurulurken bir kısım hocalar siyasetin istemediği insanlar olarak kadro dışına çıkarıldılar. Mersin’in ocaklı genç doktoru şimdi de manevi idamların vasıtası oluyordu.
Genç doktorun ihtirası artık kendisine hep olduğu gibi kendisine zarar verecek kadar büyümüştü…Ona bu görevi verenleri unutacak kadar gözü kararan genç doktor için artık son yaklaşıyordu…
Başı dönünce affedilmez bir hata yaptı
“FAKAT mukadder olan daha ziyade gecikmeyecekti. Yavaş yavaş onun hakkında bir takım endişeler, bu endişelerden istifade eden bir takım entrikalar belirmeğe başladı. İşte, baş döndüren bu heyecanı arasında yeni Üniversitenin inkılap tarihi profesörlüğünü de üzerine almak gibi bir gaflete düştü. Halbuki bu kürsüde hiç değilse ilk dersi inkılabın büyük başlarından birisi vermeliydi. Türkiye Cumhuriyetinin fikir ve ruh inşasının temelini teşkil etmek üzere kurulmuş olan İstanbul Üniversitesinde inkılap kürsüsünün asıl profesörü ve ilk dersinin sahibi olması icap edenlerin yerine geçmek affedilmez, hiçbir zaman affedilemez, hata oldu. Hele, bu ilk dersi verdiği gün, bütün Üniversite talebesinin muazzam tezahüratları, alkışları bu hatanın ağırlığını arttırdı. Demek ki gafilane hareketiyle yarattığı boşluğun farkına varılmamıştı. O halde vakit geçirmeden, derhal tedbirini almak, gafletinin cezasını vermek icap ediyordu.”
Nitekim bu Mersinli genç doktor, birkaç gün sonra Milli Eğitim Bakanlığı görevinden alınacak ve birkaç sene sonra 37 yaşında yokluk içinde ölecektir. Kendisini Atatürk’e takdim edenleri, daha sonra Atatürk’e kötüleyen; doktorken şifa dağıtmak yerine İstiklal Mahkemesi üyeliğini arzulayarak idamlara imza atmayı tercih eden; azası bulunduğu Türk Ocakları’nı şahsi hırsları için kullanamayınca kapatılması için uğraşan ve evlerine gelip gittiği yaşlı başlı hocaları Bakan olunca Üniversiteden attıran bu gibi şahısların ölümü, o zaten ölmüştü diye karşılanabilirdi. Öyle de oldu…Siyasi ihtiraslarına gem vuramayan siyasetçilerin, bu tarihi örnekleri hatırlamaları ve dostlarına karşı vefalı olmaları, herkesten önce kendileri için iyi olur…
Yeni Yüzyıl, 25.04.2016