Ordunun sivil kontrol ve denetim altında olması, genellikle sanıldığı gibi sadece demokrasilerde bulunmasını beklediğimiz bir ilke değildir; genel bir prensiptir. Silahlı güçlerin sivil emir ve kontrol altında olması medeniyetin temel ölçülerinden biridir.
Uygar olma iddiasındaki her siyasi yapılanma silahlı güçlerini sivillerin emri ve denetimi altına sokmak mecburiyetindedir. Bunu yapmadığı takdirde uygar olma sıfatını kendine yakıştıramaz. Bu tür “ülkelere”, ülke değil, bir zamanların Prusya’sı ve Türkiye için haklı olarak kullanılan bir ifadeyle, “milleti olan ordu” denir. Silahlı güçlerin sivil denetime tabi olması ilkesi insanlığın uzun tecrübesi sonunda, yani bin bir güçlükle tesis edilmiştir. Bu yüzden titizlikle korunmalıdır. Uygar ülkelerde böyle yapılmaktadır. Silahlı kuvvetlerin alanını aşıp sivil hayata uzanan müdahaleleri, mutlaka cezalandırılmaktadır.
Silahlı güçlerin sivil kontrolünün iki ayağı vardır: Sivil otoriteler ve askerler. Sivil otoriterler, silahlı güçlerin asıl “patronunun” toplum olduğunu, kendilerinin bu bakımdan topluma vekalet ettiğini bilmeli ve buna göre davranmalıdır. Bir başka deyişle, yetki alanı dışına çıkan, haddini aşan asker memurları derhal hizaya çekip hesap sormalıdır. Bunu yapmazlarsa inisiyatif silahlı memurların eline geçer ve ordu açık ve örtülü, doğrudan ve dolaylı yollarla sivillere hükmetmeye başlar. İstikrarlı demokrasiler bunu başarmaktadır. Bunun son örneği haziran ayı sonlarında ABD’de gerçekleşmiştir. Afganistan’da hem Amerikan hem NATO güçlerine komuta eden General Stanley McChrystal, Başkan Obama tarafından istifaya zorlanmıştır. Bunun sebebi, Rolling Stone dergisine verdiği mülakatta Obama yönetimi hakkında atıp tutmasıdır. Obama, istifayı kabul ettiğini açıklarken general için, “Demokratik sistemimizin özünü oluşturan sivillerin ordu üzerindeki kontrolüne zarar verdi.” demiştir. Gazete yorumlarına göre Obama, adı geçen generali “kovmuş” ve “askeri kariyerini” bitirmiştir. Bu olay, kritik anlarda sivil üstünlüğün nasıl korunacağının tipik bir örneğidir.
Türkiye ve Pakistan gibi tarihi darbelerle yoğrulmuş, ordunun siyasette sıra dışı bir yer işgal ettiği ülkelerde bu işin ABD’deki kadar kolay olmadığı bir gerçektir. Ancak işin kolay olmaması imkânsız olduğu anlamına gelmez. Sivillerin direnmesi halinde orduların sivil otoriteye itaat etmekten başka seçeneği yoktur. Bunu yakın tarihimizden biliyoruz. 27 Nisan 2007’deki askerî müdahaleye karşı başbakan dik durunca, generaller yelkenleri indirmiştir. Toplum da bu dik duruşu onaylamış ve AKP’yi ödüllendirmiştir. Demek ki, sivil otoritelerin sınırını aşan askeriyeyi geri püskürtmesi için ihtiyaç duyulan şey, bir alternatif ordu değil, dik ve onurlu bir duruştur.
Silahlı güçlerin sivil denetim altında tutulmasının ikinci ayağı askerî zihniyet ve tavırlarla alakalıdır. Bu açıdan Türkiye’de askerlerin sivillere nispetle daha yavaş öğrenici olduğu görülmektedir. Bunun bir sebebi, 27 Nisan bildirisine karşı gerçekleştirilen türden sivil duruşların az olmasıysa, ikincisi, askeri zihniyetin AB sürecine ve NATO ittifakı ilkelerine rağmen bu temel uygarlık ilkesine karşı direnmesidir. Son sekiz senenin tarihi ne ibret verici bir tarihtir öyle. Defalarca tekrarlanan darbe ve darbeye zemin hazırlama teşebbüsleri. Mesleği unutup boğazına kadar siyasete batma. İktidardan kurtulmak için her şeyi, hatta “şeytan”la bile işbirliğini göze alma. Bütün bunlar ilkenin hayata aktarılamamasının sonuçlarıdır.
Askeri zihniyet ne yazık ki çok zor değişmektedir. Bu gerçek, asker kişilerin söz ve davranışlarında sık sık yeniden örneklendirilmektedir. Mesela, askeriyede şimdiye kadar yapılan yanlışlıklarla ilgili bir pişmanlık emaresi yok. TSK, bir türlü darbeleri kınayamadı. Generallerinin en fazla söylediği “keşke olmasaydı”. “Keşke olmasaydı” elbette, ama bu söz ne bir pişmanlık ne de bir kabahati itiraf belirtisi. Bu sözü sarf edenler şunu söylemiş oluyorlar aslında: “Keşke siyasiler bizim doğru bildiklerimizi yapsaydı da, biz de darbe yapmak zorunda kalmasaydık!” Bu utanç verici bir zihniyettir. Bu sözle asker kendisini sivilin amiri pozisyonuna koymakta ve bütün darbeleri aklamaktadır. Askerlerin bir başka tavrı, askerlerle ilgili soruşturmaları “ordu yıpratılıyor” diye karalamak ve savuşturmaya çalışmak. Şunu söylemek gerekir ki; sivil egemenliği ilkesi, ordunun yıpranmasından daha önemlidir. Ordunun yıpranması pahasına -ki böyle bir şey yok- olsa bile, ilke hakim kılınmalı ve korunmalıdır. Kaldı ki, orduyu asıl yıpratan kanunsuzlukların soruşturulması ve ilgililerin yargılanması değil, bunların yapılmamasıdır. Ordunun itibarını aşındıran malum “kol kırılır yen içinde kalır” politikasıdır. Bir ordu içinde birilerinin meşru hükümeti ve TBMM’yi kanun dışı yollardan ortadan kaldırmak için gruplaştığı, planlar yaptığı ve planları kısmen hayata aktardığı iddia ediliyorsa, bunun hızla ve etkili şekilde soruşturulmasını en başta ve en fazla ordunun kendisi istemelidir, çünkü başka hiçbir şey orduyu bundan daha fazla yıpratamaz.
Ne yazık ki TSK generallerinin çoğu bunu anlamış değil. Daha geçenlerde Genelkurmay Başkanı, bir televizyona verdiği bir demeçte Balyoz darbe planını polisin sızdırdığından şikâyetçi olmuş. Dikkat edin, böyle ahlak ve hukuk dışı bir planın hazırlanabilmiş olmasından değil, “sızdırılmasından” şikayet ediyor. Bu “planı” kim “sızdırdı” bilmem, ama bunu kim yaptıysa ülkeye büyük bir iyilik yapmıştır. Genelkurmay Başkanı, şikâyetçi olmak yerine teşekkür etmeli ve üzerine düşeni yapmalıdır. Mesele ordunun itibarının korunması ise daha vahim bir durum vardır. Askeriyede garibanların hayatını su gibi harcamanın alışkanlık haline geldiği yolunda şüpheler toplumda hızla yayılmaktadır. Birçok kimse Nişantaşı, Teşvikiye ve Çankaya’dan şehit cenazesi kaldırılmadıkça PKK sorununun çözülemeyeceğini söylemektedir. Kemalist ailelerden yok denecek kadar az şehit çıktığı ve hatta hiç çıkmadığı iddia edilmektedir. Bu doğru mudur? Doğruysa sebebi Kemalistlerin genel nüfusa oranının az olması mı yoksa bilgisayar kuralarının onların lehine işlemesi midir? TSK, yurttaşların hayatına ne kadar değer vermektedir? Mesela, nasıl olup da bir aile on iki yıl içinde iki şehit veriyor, ağabeyi on iki sene önce Şırnak’ta şehit düşen genç, bu hafta Hakkari’de kendisi şehit oluyor? Şehit verme şerefi neden hep aynı sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel çevrelerden ailelere nasip oluyor? Allah hiç kimseye evlat acısı yaşatmasın ama nasıl oluyor da üst seviye subay, bürokrat, politikacı ve zengin ailelerden hiç şehit çıkmıyor?
Silahlı memurların sivil denetimi sanıldığından daha önemli ve ciddi bir meseledir. Kısaca bir uygarlık meselesidir. Demokrasiye ve uygarlığa inananlar, konuyu asla gündemden düşürmemelidir.
Zaman, 09.07.2010