Emperyalizmin yeni oyunu ılımlı İslam.” “Batı, şeriatçıları iktidara getirecek! Onlar da vatanı yabancı şirketlere peşkeş çekecek!”
“Avrupa Birliği, demokrasi aşkından mı destekliyor şeriatçıları? Bunu yutacak kadar aptal mıyız?”
Böyle lakırdıları son on yıl içinde çok duyduk Türkiye’de. Bahsedilen “şeriatçılar” AK Parti iktidarı, onu “emperyalizmin maşası” sayanlar ise “ulusalcılar”dı.
Ulusalcıların bozuk plak gibi tekrarladığı tezler ise külliyen yanlıştı. Çünkü gerçekte “Türkiye’de laikler gitsin de ılımlı İslamcılar gelsin” diye bir “Batı projesi” olmamıştı hiç. Aksine, Wikileaks belgelerinde de gözüktüğü gibi, AK Parti hükümeti Batı’da hep “endişe” üretmişti.
Ama aynı Batılılar bir yandan “kim başa gelirse onunla çalışmaya” mecburdular; bir yandan da o kadar yücelttikleri demokrasiye açıktan sırt çeviremediler. Buradan da ulusalcı şizofreniye malzeme çıktı.
Komplo teorisi 2.0
Anlattığım tablodaki önemli bir detay, bazı İslamcı zihinlerin de söz konusu ulusalcı söyleme kanarak AK Parti’yi “Batı’nın ılımlı İslam piyonu” sanmasıydı. Saadet Partisi, açık konuşalım, bir dönem (Numan Kurtulmuş öncesi) düpedüz bu çizgiye yaklaşmış, Milli Gazete sayfaları Vural Savaş gibi isimleri ağırlar olmuştu.
Peki bugün bunları niçin mi hatırlatıyorum?
Aynı filmin yeni versiyonunu görüyoruz da ondan: Türkiye’deki bazı İslamcı ve hatta muhafazakar zihinler, Arap dünyasındaki demokrasi hareketlerine karşı, aynı “anti-emperyalizm edebiyatı” üzerinden yürüyen aynı ulusalcı ezberlere kapılmış durumdalar. “Emperyalizminin ılımlı İslam komplosu”ndan ve “küresel kapitalizmin Ortadoğu’yu ele geçirme planı”ndan başka bir şey bilmiyor, görmüyor, tüm bir “Arap Baharı”nı bu üçüncü dünya solcusu ezber üzerinden okuyorlar.
Açıkçası, bu ezberin bozulacağına dair pek bir beklentim yok. (Çünkü komplocu düşünce, Türkiye’de hep çok tutar.) Ama yine de tarihe not düşmek babından bir iki noktayı belirteyim.
Bir kaç gerçek
Bir: Arap Baharı patlak verinceye dek, Batılı ülkelerin “Arap diktatörlerini devirelim” diye bir planı yoktu. Arada bir “demokrasi” lafı ediyor, ama sonra “realizm” gereği bu diktatörlerle iş tutuyorlardı. Hele de Tunus’taki “Kemalist” Bin Ali ve Mısır’daki “Sfenks” Mübarek, has adamlarıydı. Kaddafi de, 2003’ten itibaren Batı’yla arasını çok düzeltmiş, bilhassa Fransa’yla sıkı-fıkı olmuştu.
İki: Arap Baharı patlak verince, Batılılar önce bocaladı. (Hatta Fransa, Bin Ali’yi kurtarmaya çalıştı.) Ama çok geçmeden “yenilenlerin değil kazananların yanında olmayı” seçtiler. Bu, Libya’da isyancıların işine yaradı: NATO müdahalesi sayesinde iç savaşı kazandılar. (Bu müdahale olmasa, Kaddafi büyük kıyımlar gerçekleştirecekti.)
Üç: Bizim ulusalcılar kafayı Libya petrollerine ve bunların “peşkeş çekilmesi”ne taktı. Oysa Kaddafi de satıyordu petrolü, yeni gelenler de satacak. (Satmayıp da içsinler mi?) Fark şu ki, eskiden petrol gelirinin tümüne Kaddafi el koyuyordu; şimdi muhtemelen daha şeffaf bir sistem olacak. Bu işte kayrılmayı uman Fransa ise, Libya geçici lideri Abdülcelil’in “herkes eşit şartlarda ihaleye girecek” açıklamasıyla belirttiği üzere, umduğunu muhtemelen bulamayacak.
Dört: Kaddafi’nin yargısız ve vahşice öldürülmesi kuşkusuz çok yanlıştı. Ama bu, Kaddafi’nin emriyle aileleri katledilmiş kitlelerin öfkesinin patlamasıydı. Abdülcelil’in “şeriat” açıklamasının Ertuğrul Özkök’ten Nihal Bengisu Karaca’ya uzanan geniş bir yelpazeyi (farklı sebeplerle de olsa) rahatsız etmesi ise epey ironikti: “Laik duyarlılık” bir kez daha, “üçüncü dünya solculuğu” ile buluşmuş oldu.
Star, 31.10.2011