Ütopya, bir değişim talebi olduğu için gerçekliğe meydan okumaktır. Karşımızdakilere ütopyamızla “Dünya işte böyle olmalıdır” demiş oluruz. Ütopya, ihtimal dâhilinde olanların sınırlarını kabul etmez. Zira bu ihtimaller tam da ütopyanın değiştirmek istediği gerçekliğin bir parçasıdır.
Geçen hafta Üniversitemizde bir rektörlük seçimi yapıldı. Ortada bir ütopya yoktu. Zira Üniversitemize rektör olmak için kapımızı çalan arkadaşların, bir aday olarak, üniversite sistemini değiştirme imkânları bulunmuyordu. O zaman, “ütopya”sı olmayan seçimler yapmamız kaçınılmazdı.
Peki, ya “ihtimal dâhilinde olanlar” çerçevesinde bir “değişim” umudu da mı yoktu? Vardı. O da “idare cihazı”na yenik düştü. (Sahi, ikinci dönemini bitiren bir rektör, bütün bir üniversiteyi tek bir adayın emrine nasıl ve niçin seferber eder? Ederse buna adil bir seçim denir mi? Denmez.) KTÜ’de “ana damar” çatlamadı. Benim söyleyeceğim şey yine aynı: Herkes lâyık olduğu şekilde yönetilir.
Sırası gelmişken belirteyim: Seçimler çok demokratik (!) bir ortamda gerçekleşti. Bir vesileyle daha önce de vurgulamıştım:Artık her şey farklı olacak.Batılı olacağız. Çağdaş olacağız. Modern olacağız. Mutlu olacağız.
Ben bir önceki yazımda üniversite seçimlerini bir “müsamere” olarak değerlendirmiştim. Az bile demişim. Daha ağır bir ifadeyi kullanmayı ise edebimle bağdaştıramıyorum.
***
Oryantalistlerin bir Doğu analizi vardır. Bu çerçevede öne çıkan isimlerden biri de Max Weber’dir. O, Doğu toplumlarını ayırt eden şeylerden birinin de “Sultanism” olduğunu ifade eder. Bunu Türkçeye “Ben yaptım, oldu”, yani keyfi idare şeklinde çevirmek mümkün.
Weber, yanılıyor muydu? Kanaatimce, hayır. Kabul etmek gerekir ki, bu topraklarda da, diğer Doğu toplumlarında da bir sürü keyfi idare düşkünü yönetici var.
Bu örneklerden biri de Mübarek’ti. Mübarek, hakikaten mübarek (!) bir adamdı. Yıllarca seçimle (!) halkını yönetti. Böyle seçimlere can kurban! Şimdi, beyin ölümü gerçekleşmiş.
***
Mübarek tarzı seçimlerbana bir şey hatırlattı. Salih bin Şerif’in yazdığı “Endülüs’e Ağıt” başlıklı bir şiir var. Çok az kişinin ilgisini çektiğini düşünüyorum. Şiirin bir kısmı şöyle:
Her yükselen bir gün düşer, iniş başlar zirvelerden,
Ömrün mutlu günlerine niçin aldanır ki insan,
Her şey değişir gök gibi, bir gün masmavi, bir gün bulutlu
Sen de öylesin işte, bugün güldürmüşse, yarın ağlatır zaman
Kime uzatmış ki şefkat elini bu dünya
Kime ebedilik vermiş, kime yaramış sonsuzca
Zaman değiştirmez ölçüsü ve hükmünü,
Hedefi bulmayan kılıçla mızrak geri döner, yaralar sahibini.
Zaman bu. Ne kılıç kını dayanır ona, ne de sağlam kaleler,
Çürütür hepsini, paramparça eder zaman kılıcı.
Düşün, nerededir şimdi, var mı onlardan bir iz
Nerde muhteşem taçlı Yemen hükümdarları
Şeddad’ın İrem bağı, İrem cenneti nerede?
Nerede bugün İran’ın Sasani hükümdarı
Karun’un bitmez tükenmez serveti nerde bugün
Hani Âd, hani Adnan, hani Kahtan’ın dünya servetleri
Çaresiz onlar da boyun büküp girdiler emrine tarihin
Çekilip gittiler teker teker bir masal, efsane gibi
O saltanatlar sanki rüyada yaşanmış gibi
Gerçek değil de bir hayal, bir gölge gibi sanki
Bir vuruşta yere serdi Dara’yı zaman, yere geçirdi Kisra’yı
Ne sarayları kaldı, ne zafer takları,
Yaprak gibi kurudu Sa’b’ın saltanatı
Düşün ki bir beka bulmadı âlemde Süleyman bile
…
Şiir bu şekilde uzayıp gidiyor. (Bu şiir aslında, İslâm’ın onurunun Endülüs’te nasıl ayaklar altına alındığını anlatıyor.)
Mübarek ölüm öncesi evrede, öyle anlaşılıyor. “Düşün ki bir beka bulmayacak âlemde Mübarek bile”.
Rota Haber, 21.06.2012