Küresel ve yerel siyasi meselelerin çözümünü geciktiren ve güçleştiren radikal milliyetçiliğin sadece siyasi boyutunu tehlikeli görmek, hemen hemen her durumda karşımıza çıkan milliyetçi motivasyonu tüm hatlarıyla tenkit etmek için oldukça yetersiz kalacaktır. Siyasal ve sosyal meselelerin yanında iktisadi milliyetçilik de, uluslararası ticaretin kısıtlanması ve gümrüklere örülen koruma duvarları yoluyla, toplumu siyasi milliyetçilikten çok daha vahim bir pozisyona sokabilmektedir. Çünkü en net ifadeyle ekonomik milliyetçilik, elini cüzdanımıza uzatarak yerli burjuvanın korunması pahasına tüketici bireylerin yoksullaşmasına neden olur. Siyasi meselelerde ortaya çıkan milliyetçi dürtü, kronik sorunlarımızın çözüme ulaşması için yıllarımızı çalmış olabilir ama ekonomik meselelerde milliyetçiliğin çalacağı şey aslında bizzat kendi gelirimiz ve refahımız olacaktır.
Dünyada yaşanan son iktisadi kriz ile birlikte, birçok ekonomist, ülkeleri bekleyen en büyük tehlikenin, iktisadi korumacılığın ve ekonomik milliyetçiliğin yeniden hortlaması olduğunu düşünmektedir. Esasen 1929 buhranı, yaşadığımız son ekonomik krize yapısal olarak çok benzemekle birlikte, iktisadi milliyetçiliğin olası sonuçlarını karşılaştırmak için de ele alınması gereken nadide bir vaka. 1929 krizi ile birlikte, liberal politikaların ve serbest ticaret devrinin bittiğini düşünen tüm ulus devletler, hızla içlerine kapanmaya, kendilerini milli endüstrilerine geliştirmeye adadılar. Artık her ülke kendi kendine yetebilmeliydi; her türlü ürün o ülke sınırları içerisinde rahatlıkla üretilebilmeliydi. Fakat, ülke sınırları içerisinde daha önce hiç üretimi yapılmamış mallar hakkında yeterince teknolojik bilgi ve sermayeye sahip olamama; küresel rekabetin de engellenmesiyle, arzu edilen kalite ve fiyat seviyesinde üretim yapılamasına mani oldu. Ulus devletler, ithal edemedikleri malların eksikliğini, git gide daha derinden hissettiler. Yaşanılan kıtlık ve sefalet, ironik bir şekilde ülkeleri daha da merkeziyetçi politikalar ile bu malların üretilebileceği sanrısına itti. Ama sonuç olarak korumacı ülkelerde gelişen tek milli endüstri silah endüstrileri oldu ve malların geçmediği yerden askerler geçerek, 20. yüzyılın en büyük felaketi 2. Dünya Savaşı ile büyük bir kıyım ve yıkıma sebep olundu.
Günümüzde ise korumacılığa benzer şekilde övgü ve methiyeler düzülmeye başlanmasına tanık olmaktayız. İngiltere, Almanya ve Fransa’nın başını çektiği ülkelerde, iş gücü serbestîsi nedeniyle “öz” vatandaşlarından daha ucuza çalışan “diğer” AB üyesi vatandaşlarına duyulan hoşnutsuzluk, insanların milliyetçilik duygularını iyiden iyiye kabartmakta. Aynı ülkelerdeki yerli üreticiler de, ucuz Çin, Hindistan ve Türk mallarının, işsizliği ve ekonomik gerilemeyi tetiklediğini iddia ederek, devleti önlem almaya çağırıyor. Ve bu gidiş, esasen serbest ticaret ve iktisadi işbirliği temeline dayanan AB projesinin de akıbetini merak ettirmekte.
Türkiye’de ise yerli üreticilerin Çin ve Uzakdoğu mallarına duyduğu öfkenin boyutu, son krizle birlikte iyice artmış durumda. Marka şehir ve üretimde inovasyon projeleri ile, küresel rekabetin önemini kavramış olduğuna yürekten inandığım Gaziantep Sanayi Odası Başkanı Nejat Koçer’in başlatmış olduğu “ithal malına hayır, yerli mala evet” kampanyasının talihsizliğini de yaratılmış olan bu milli atmosfere bağlamak gerekir.
İktisadi korumacılık, engellemiş olduğu rekabet neticesiyle kıtlık, yüksek fiyat ve düşük kalitede mallar getirir. Ülkede milli burjuvazi yaratayım derken, normal tüketicinin daha da fakirleşmesine ve neticesinde daha kalitesiz yaşamasına sebep olur. Ve korumacılık, sanıldığının aksine sadece tüketici aleyhine değil, aynı zamanda üretici aleyhine çalışan bir politikadır. Kısa vadede yabancı malları ikame ederek zengin olacağını düşünen yerli üreticiler, orta ve uzun vadede tüketicinin fakirleşmesi nedeniyle daralan talepten bizzat etkilenecek ve onlar da üretimlerini kısmak zorunda kalacaklardır. Rekabet yoksunluğu nedeniyle daha düşük kalitede çıkan ürünleri, dış pazarda da rağbet görmeyecek ve ihracatçılar da bu durumdan ciddi şekilde etkilenecektir. Aynı zamanda, Koçer’in başlatmış olduğu bu tarz yerli malı kampanyalarının bir an için tüm ülkelerde var olduğunu ve başarılı olduğunu varsayalım. Tüm ülkeler ithalata hayır derken, Türk ihracatçısı bu durumda ne yapacaktır diye sanayi odası başkanlarının kendi kendilerine de sorması gerekir.
“Milliyetçiyim çünkü ülkemi seviyorum” diyenler, iktisadi korumacılıkla ülke vatandaşlarının daha az tüketmesine, sanayi üretiminin de dolayısıyla düşmesine ve bundan dolayıdır ki ülke sınırları içerisinde daha fazla işsizlik ve yoksulluğa neden olacaklarının bir an önce farkına varmalıdır. Ülkeyi sevmek, milli sanayicinin yabancı sermayeyi kapı dışarı atmasıyla değil, bilakis rekabet içinde hem üreticiyi hem tüketiciyi zenginleştirecek, istihdam artırıcı politikalardan geçmektedir. Tarih de göstermiştir ki, yasakların değil girişim ve ticaret özgürlüğünün egemen olduğu ülkeler, zenginliği diğerlerine göre çok daha rahat yakalamıştır.
Not: Amerika’da yüzlerce liberal think-tank korumacılığa karşı bir imza kampanyası başlattı. İlgilenenler ve imza atmak isteyenler http://atlasnetwork.org/tradepetition sayfasını ziyaret edebilir.
11.04.2009