Ülkelerin tarihindeki hızlı dönüşüm dönemleri, bütün siyasi güç dengelerini alt üst edip yepyeni yelpazeler, yepyeni tablolar çıkarır ortaya.
Değişimin gücünü fark edemeyen, yönünü anlayamayan ya da eski sistemden nemalanan koca koca partiler, esen güçlü rüzgar karşısında un ufak olurken, dünyayı doğru okuyabilen kimi akımlar, değişim dalgasının üstüne oturup o dalgayla birlikte akıl almaz mesafeler katedebilirler.
İşte son yıllarda Türkiye’nin siyasi tablosu böyle büyük bir altüst oluş yaşıyor.
Kimilerinin hâlâ “şeriat devleti kuracak” diye korktuğu bir parti, dünyayı daha iyi anlayabildiği ve değişimin yönünü iyi okuyabildiği için; Türkiye’nin demokrasi ve özgürleşme mücadelesine önderlik ediyor. Kendisiyle birlikte ülkeyi de değiştiriyor.
***
Beni izleyenler bilirler; iktidara gelmeden önceki dönemde uzun süre, AK Parti’yi değil ama böyle bir partinin meşruiyetini savundum; Önce Refah’ı, sonra Fazilet’i, daha sonra da AK Parti’yi boğma girişimleri ortaya çıktığı her durumda bu siyasi çizginin varlığını savunmayı, demokrasiyi ve siyasetin normalleşmesini savunmanın bir parçası olarak ele aldım.
Bu dönem esas olarak “usul hakkında” bir savunma dönemiydi.
Ama aradan geçen yıllarda, iktidarı boyunca yaptıklarıyla AK Parti, sadece usul yönünden değil, esastan da savunulmayı hak eden bir parti olduğunu -görme yeteneği olan herkese- gösterdi.
Bugün rahatlıkla söyleyebiliriz ki, yıllardır özgürlükleri yok edeceğinden korkulan bir siyasi hareket, gayet paradoksal bir biçimde, daha özgür bir Türkiye’nin anahtarı oldu; Cumhuriyet tarihinin en radikal dönüşümlerine imza attı ve bugün bir yenisini, belki de en hayati olanını atmaya çalışıyor: Kürt Açılımı…
***
Ak Parti’ye “usul hakkında” verdiğim desteğin içerikle ilgili desteğe dönüşmesi benim için de bütün diğer demokratlar gibi, AB üyeliği yolunda giriştiği büyük reform hareketiyle birlikte başladı. “Batı Kulübü düşmanı” bir hareketin içinden AB projesine böylesine dört elle sarılan bir parti çıkması doğrusu hepimiz için çok güzel bir sürprizdi ve hararetle destekledik. Bu hızlı reform çalışmalarının sonucu gelen AB’ye üyelik müzakerelerinin açılmasının ne kadar önemli bir aşama olduğunu; demokrasinin bürokratik oligarşi tarafından boğazlanmak istendiğini her aşamada bir kere daha görüyoruz.
AK Parti, bir başka büyük sürprizi ise Kıbrıs meselesinde yaptı. Kıbrıs’ta kırk yıldır süren “çözümsüzlük çözümdür” politikasını değiştirmek, bu noktada karşısına dikilen derin devlet barikatını aşmak ve Annan Planı başarısına imza atmak kolay iş değildi. Erdoğan ve Gül sabırlı, esnek ama özde kararlı politikalarıyla, bütün “derin” manevraları boşa çıkarmayı, en geniş ittifakları sağlamayı başardılar. Kıbrıs politikasıyla, çok önemli bir şey daha yaptı AK Parti: Temel dış politika konularındaki devlet politikalarının “dokunulmazlığını” ihlal etti. Toplum artık başta Kıbrıs olmak üzere, Kuzey Irak’la, ABD’yle ve AB’yle, Ermenistan’la ilişkiler gibi önemli dış politika meselelerinin asker ve sivil bürokratlara bırakılamayacak kadar önemli olduğunu kendi deneyleriyle anladı. Ve tabii hararetle tartışmaya katıldı. Böylece siyaset, on yıllardır “Yasak Bölge” ilan edilen önemli bir alana adımını atmış oldu.
Ama AK Parti’ye duyduğum sempatinin büyük bir minnete dönüşmesi esas olarak askeri vesayet rejimiyle ve derin devletle girdiği ölüm kalım mücadelesiyle birlikte başlar.
Evet, bu konuda çeşitli dalgalanmalar yaşamadı değil; ama sonuca bakalım: Türkiye halkı son iki yıldır AK Parti’nin önderliğinde, makus talihini değiştirecek, askeri vesayet rejiminin çanına ot tıkayacak, derin devleti çökertecek bir süreci yaşıyor; bu süreç sayesinde darbeler ülkesi olmaktan çıkıyor. Hükümetin 27 Nisan Muhtırası’ndaki dik duruşuyla başlayan bu süreç, Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki kararlılıkla ve elbette, Ergenekon Davası’na verilen siyasi destekle hayallerimizi bile aşan noktalara doğru sürükleniyor. Dört bir yanını saran kurt sürüsünün saldırıları altında AK Parti büyük bir kahramanlık destanı yazarak, Gladio ile hesaplaşmayı göze alan ilk hükümet olma onurunu taşıyor.
Ve bugün bu onura bir yenisini daha eklemeye hazırlanıyor: Ülkemizin en derin ve en acılı sorunu; Kürt sorununu çözmek için inisiyatif alıyor ve böylece yine bir ilke imza atıyor: Cumhuriyet tarihi boyunca devletin tekelinde olagelmiş, sivillerin asla politika yapmasına müsaade edilmeyen bir alana cesaretle giren ilk siyasi parti oluyor.
Derin devleti çökertmek… Darbelerin önünü kesmek… Bürokratik vesayetin bileğini bükmek… Üstüne üstlük Kürt sorununu çözmek… Her biri Cumhuriyet tarihi kadar eski olan bütün bu devasa meseleleri çözüm yoluna koymak tek bir partinin eseri oluyorsa, bu partiye ancak şapka çıkarılır; bu partinin önünde saygıyla eğilinir.
İşte bugün ben bunu yapıyorum. Başlangıçta sadece var olmasını savunduğum, boğulmasına karşı çıktığım bu partiyi bugün bütün yüreğimle destekliyorum; ona minnet duyuyorum.
***
Kürt sorununun çözümünün kolay bir süreç olmadığını, tereyağından kıl çeker gibi ilerlemeyeceğini ve uzun zaman alacağını hepimiz biliyoruz. Ama “Zamanı gelmiş bir fikirden daha güçlü bir şey yoktur” denir ya hani; sanırım bu söz bugün, “Kürt sorununun siyaset yoluyla çözümü” fikrine tam olarak uyuyor.
Toplumları peşine takmayı başaran büyük siyasi liderler; “zamanı gelen fikirleri” herkesten önce fark eden ve o fikri yüksek sesle söylemeye ilk cesaret edendir.
Türkiye şimdi AK Parti’nin şahsında böyle bir siyasi önderlik bulmuş gibi görünüyor.
AK Parti eğer bu büyük davayı da başarabilirse, çeyrek yüzyıldır süren sıcak savaşı sona erdirebilir ve bu ülkeyi Kürtler için de yaşanası bir ülke haline getirebilirse, bunu başarmanın siyasi ödülü kendilerini bile şaşırtacak kadar büyük olacaktır.
Sayın Erdoğan; Sayın Gül; hadi bütün dünyayı bir kez daha şaşırtın.
Türkiye’yi seven herkes nefesini tuttu sizi izliyor…
Bugün, 02.08.2009