Kadından ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf’ın başı dili yüzünden sık sık belaya giriyor. Aslında bu onun suçu değil. Kişi olarak hiç de sert-bağnaz bir karaktere sahip olmadığı belli. Ama ne yapsın ki, başında bulunduğu bakanlık “ideolojik devlet”in en ideolojik bakanlıklarından biri… (Bence diğeri de Kültür Bakanlığı.)
Ehh, kadından ve aileden sorumlu olduğuna göre, hem kadın hem de aile hakkında konuşmak zorunda. Gelin görün ki, ağzını açıp da “aile”den, ya da “aile değerleri”nden ya da “aileyi korumak”tan; “kadın”dan “kadının statüsünün güçlendirilmesi”nden bahsettiği her cümlede cevaplanması zor birçok itirazla karşılaşmaya mahkum: Öyle ya; bu bakanlık hangi aileyi koruyacak? Toplumda herkesin aile değerleri aynı mı? “Türk aile yapısı” denen şey nedir ya da kadının hangi statüsü güçlendirilecek? Kadın çalışmaya teşvik edilecek mi edilmeyecek mi? Kadın doğurmaya teşvik edilecek mi edilmeyecek mi? Kadının asli görevi eşlik ve annelik olarak belirlenecek mi, belirlenmeyecek mi?
Çalıştığı alan öylesine mayınlı bir alan ki, her adımında bir mayını patlatma tehlikesi altında ilerlemek zorunda.
Son gafını hepiniz duymuşsunuzdur; Bakan eşcinselliği bir hastalık olarak gördüğünü söyler söylemez çok geniş bir toplum kesiminin hedefine oturdu.
Malum bu mesele hem dünyada hem de Türkiye’de tartışmalı bir konu. Bütün dünyada muhafazakârlar arasında eşcinselliğe hastalık olarak bakma eğilimi oldukça yaygın. Muhafazakâr olmayan geniş kesim ise cinsel bir tercih olarak görme eğiliminde.
Dolayısıyla bir muhafazakâr olarak Kavaf’ın da böyle düşünmesinde yadırganacak bir şey yok. Ama bu görüş bir bakanın ağzından dile getirilince “resmi görüş” haline geliyor ve kıyamet de o yüzden kopuyor.
Kıyamet kopuyor çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin Kadından ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı’nın eşcinsellikle ilgili bir görüşünün olmaması gerekiyor.
Ayrıca “aile değerleri”ni belirlemeye de kalkmaması, kadının çalışması ya da çalışmaması, aile içindeki rolünün ne olması gibi konularda da topluma empoze edeceği bir görüşünün olmaması gerekiyor.
Çünkü, toplum içinde birbirinden farklı birçok görüşün, farklı ahlak anlayışlarının ve farklı değer sistemlerinin var olduğu bir alanda, bakanlığın görüşü olarak bir görüş dile getirdiğinde, diğer bütün görüşler dışlanmış, Bakan’ın şahşi görüşü “iktidardaki hakim görüş” haline getirilmiş oluyor.
Yani mesele Kavaf’ın dile getirdiği görüşten değil, bir görüş dile getirmesinden kaynaklanıyor.
Aslında Bakan “eşcinsellik hastalık değil, tercihtir” deseydi, yine gürültü kopabilir, bu defa da eşcinselliğin hastalık olduğunu düşünen bir toplum kesimi bu demeçten rahatsız olurdu.
Öyleyse ne yapacağız?
Ben size söyleyeyim: Eğer Kadından ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı diye bir bakanlığımız ve onun başında da bir bakanımız olmasaydı, kimse bu konularda bir görüş belirtmek zorunda kalmaz, çatışma da olmazdı. Kadın ve aile konusunda faaliyet gösteren bin bir türlü sivil toplum kuruluşu kendi görüşleri doğrultusunda kendi değer sistemlerini empoze etmek üzere serbestçe çalışırlar, kendi aralarında rekabet ederlerdi. Eğer devletin kadın sorunlarına bir para ayırma imkânı varsa, bu parayı kadın ya da aile konusunda faaliyet gösteren sivil kuruluşlar arasında hakkaniyetle bölüştürür, başka bir şeye de karışmazdı.
Yani sorun, devletin kadın ve aile konusunda faaliyet gösteren bir kurumunun olmasından çıkıyor. Çünkü o zaman, o kurumun savunduğu değerler bütün halkı ilgilendiren ve birbirimizi ikna ederek üzerinde anlaşmamız gereken değerler haline geliyor.
Bu da mümkün olamayınca kavga dövüş hiç bitmiyor.
Bu olay bize, toplumdaki değişik inançların ve fikirlerin kriz konusu olmadan birlikte bir arada yaşayabilmesi ve tartışmaya devam edebilmesi için, devletin mümkün olan her alandan çekilmesi gerektiğini gösteriyor. Tek bir doğru üzerinde birleşmemiz gerekmeden, farklı doğruların bir arada var olabilmesinin yolu bu… Devlet ne kadar çok araya girerse, o kadar çok ortak karar almak zorunda kalıyor, alamadığımız zaman krize giriyoruz. Krizin “çözümü” de bir tarafın diğerini “yenmesi” şeklinde oluyor. Devlet ne kadar az araya girerse herkesin kendi doğrusu doğrultusunda yaşaması imkânı o kadar artıyor. Farklılıklar üzerinde tartışma sürse de -ki mutlaka sürmeli- bu tartışmayı sonuçta birilerini mağdur ederek sonuçlandırmak zorunda kalmıyoruz.
Bugün, 18.04.2010