Bu uşak bazen taşi yanliş yere atiyi, ama Allah onun taşini yukarida düzeltiyi”.
Karadenizli yaşlı bir amcanın Erdoğan için yaptığı bu değerlendirme, belki de en çok 1 Mart Tezkeresi için geçerli.
Daha dün gibi, ama tam yedi yıl olmuş.
Neydi 1 Mart Tezkeresi?
Amerika, Türkiye topraklarını kullanarak Irak’a saldıracaktı.
İstenen, o günün basınında bir filme atıfla “ahlaksız teklif”ti: Mahallenin kabadayısı, komşumuza saldırmak için, bahçemizi kullanma izni istiyordu.
Dışta ABD, içte “bürokratik oligarşi” arasında sıkışan Hükümet tezkereyi savunuyordu; ama bunun kolektif ve kararlı bir tutum olduğunu söylemek mümkün değildi. Pek çok AK Partili, açık veya örtük tezkereye muhalefet ediyordu. Muhalefet ise cepheden karşıydı.
Siyasi tutum alışlar bir yana, tezkere tartışması herkesi, siyaseti aşan, çok daha temel bir tercihle karşı karşıya getirmişti. Ahlakı “ulusal çıkar”a kurban edenler ile “o ayrı, o ayrı”cılar, ABD’yi küstürmenin ekonomik ve siyasi faturasına işaret ediyorlardı. Karşı kampta ise, ahlakı çıkara kurban etmeyenler veya ahlak ile fayda arasında bir tercih yapmak zorunda olmadığımızı düşünenler vardı.
Batı basını ağırlıklı olarak Tezkere’nin geçeceğinden emindi. Örneğin bir karikatür, Türkiye’yi para karşılığı “kıvıran” bir dansöz olarak betimliyordu.
***
İşte bu ortamda, ender görülen bir durum ortaya çıktı: toplum devreye girdi. Sağ, sol ve İslami kesimlerden on binlerce insan sokağa döküldü. Milletvekilleri faks, telgraf, telefon, SMS ve e-mail yağmuruna tutuldu. Meydanlarda farklı siyasi görüşten kesimler birlikte gösteri yaparken, heyetler halinde STK temsilcileri TBMM’yi ziyaret ediyor, milletvekillerinin telefonları sürekli çalıyordu.
Sonuçta, Tezkere reddedildi. TBMM Kürsüsünden ret kararını okuyan Bülent Arınç’ın sevinci gözlerinden okunuyordu.
Tezkere’nin reddi, düşük standartlı da olsa, işleyen bir demokrasinin olumlu sonuçlarını gösteren bir olaydı. Bu olay, ABD-Türkiye ilişkilerinde ciddi bir rahatsızlık doğurdu ve Bush Yönetimi’nin hem AK Parti Hükümeti’ne, hem de TSK’ya yönelik tepkilerine neden oldu.
Örneğin ABD tarafından gelen “ordunun liderlik rolünü oynamadığı” şeklindeki açıklama ilginçti. ABD, orduyu, Tezkere’nin kabulü için baskı yapmamakla suçluyordu. Bush ABD’si Irak’a “demokrasi götürmek” istiyordu, ama Türkiye’deki demokrasinin sonuçlarına tahammül edemiyordu. ABD basınındaki bir karikatür, bu çelişkiye şöyle işaret ediyordu: “Biz Irak’ta demokrasi istiyoruz, Türkiye’de değil!”
***
Sonra ne oldu?
Bush Yönetimi gitti, ilişkiler tamir edildi. Hem Türkiye toplumu, elini komşusunun kanına bulamış olmak gibi asırlarca silinmeyecek kara bir lekeden kurtuldu; Cezayir’in bağımsızlığına karşı Fransa lehine oy kullanmak gibi bir utancı yeniden yaşamadı. Hem de hayal edemeyeceği ölçüde fayda sağladı. Şimdi The Economist, Türkiye’nin Ortadoğu’da artan ağırlığına dikkat çekiyor ve “Türkiye’nin Arap dünyasında yer edinmesi ise 2003 yılında Amerikan askerlerine izin vermemesinden sonra oluştu” diye yazıyor.
***
Bugün çok daha net bir biçimde görüyoruz ki, ahlaki olan aynı zamanda çıkarlara da uygun olanmış.
1 Mart unutulmamalı.
Özellikle de ABD’nin İran’a saldırması durumunda Türkiye’nin “aynı hatayı” tekrarlamaması ve üslerini açması için psikolojik baskı günleri geldiğinde…
Star, 02.03.2010