Adâlet sisteminin âdil olması, adâlet önünde eşitlikle, kuralların eşit uygulanmasıyla mümkündür. Bu felsefî ilkenin anlamı adâlet dağıtan organların (kurumsal olarak mahkemelerin, pratikte savcı ve hâkimlerin, özellikle hâkimlerin) kuralları eşit olarak işletmesi, benzer vakalara aynı şekilde uygulamasıdır. Başka bir deyişle, yargıçlar hüküm verirken, tarafların kimliğinden, fakir veya zengin olmalarından, güzel/yakışıklı veya çirkin olmasından, meşhur veya tanınmıyor olmasından etkilenmemeli, adâletin gereklerine göre hareket etmeli. Adâlet mesleğinin gözlerinin bağlı olmasının sebebi bu. Mesleğin gözünün bağlanması fazla işe yaramaz, çünkü ses de yargıç üzerinde etkili olabilir itirazını yapanlar var. Bu itiraza, doğru bile olsa, yargıcın görüntü, şöhret, sosyal ve ekonomik statü ve sesten aynı anda etkilenmek yerine sadece sesten etkilenmesinin daha iyi olacağı cevabı verilebilir. Bir başka görüş, mesleğin gözlerinin açık olmasının, hâkimin olguyu daha etraflı kavramasına yardımcı olacağı. Buna da şunu söyleyerek cevap verelim: Göz kapalılığı mecazî anlamda. Yargıç elbette tarafları, özellikle ceza davalarında, tam manasıyla anlamaya çalışmalı ki vakaları doğru değerlendirebilsin. Kısaca, yargıç, kuralları uygulamalı ve taraflar –davacılar ve davalılar arasında- arasında hiçbir sebeple pozitif veya negatif ayrımcılık yapmamalı.
Ayrımcılık yapmama kuralının ana gerekçesi adâlet sisteminde zayıfların güçlülere –zenginlere, fiziksel olarak kuvvetlilere, şöhretlilere, sosyal ve siyasal statü sahiplerine- karşı dezavantajlı pozisyona düşürülmemesi. Bu endişenin haksız olduğu elbette söylenemez. Hukukun hâkimiyetinin asıl amacı, zayıfı güçlüye karşı korumaktır. Hukukun korumasına hayatî ihtiyaç duyan zayıftır.
Gelgelelim, hayatın akışı içinde, adâlette eşitliğin, güçlü görünenin aleyhine işlediği ve güçlü görünenin mağdur edildiği durumlar da oluyor. Bu tür vakalarda, güçlü görünen açıkça eşitsiz muameleye, hatta bariz haksızlığa maruz bırakılabiliyor. Güçlü göründüğü için bir anlamda ve bir şekilde cezalandırılabiliyor.
Bunun bir örneği sanki Rüzgâr Çetin’in yargılanması olayında tecelli ediyor. Birkaç ay önce Sinan Çetin’in oğlu Rüzgâr Çetin, İstanbul’da hatalı sollama yaparak bir araca çarptı. Araç polis aracıydı. Araçta bulunan polis memurlarından biri emniyet kemeri takılı olmadığı için araçtan dışarı fırlayarak yere düştü ve maalesef hayatını kaybetti. Diğer polis memuru yaralandı ve hastaneye kaldırıldı. R. Çetin tutuklandı ve yargılanmaya başladı.
Her insanın, özellikle genç olanların, üstelik de bir kazada ölümü felakettir. Hayatını kaybeden polis memuruna ne kadar üzülsek az. Şüphe yok ki ailesinin de kaybı ve acısı büyük. Ölene Allah’tan rahmet ve ailesine başsağlığı ve metanet dilemek görevimiz. Yaralanan polis memurunun bir an evvel normal hayatına dönmesini dilemek de.
Maalesef bu tür olaylar vuku buluyor. Yargılamalar oluyor. Bu vakalarda uygulanan kanunlar ve yargı pratikleri belli. R. Çetin’in de ilgili hükümlere ve yargı pratiklerine göre muameleye tâbi tutulması lâzım. Ancak, görebildiğim kadarıyla böyle olmuyor. R. Çetin yargı tarafından olağan dışı sayılabilecek bir muameleye maruz bırakılıyor. Bunda da en önemli faktör, basın organlarının olayı takip ve işleyiş biçimi.
Bana öyle geliyor ki, R. Çetin herhangi bir kişi olsaydı böyle olmazdı. Ama değil. O Sinan Çetin’in oğlu ve bu yargılamada eşitsiz bir muameleye tâbi tutulmasına yol açıyor. Sanki sadece R. Çetin değil babası da yargılanıyor ve bu R. Çetin’in aleyhine oluyor. Neden?
Bence bunun ilk sebebi S. Çetin’in başarılı ve varlıklı olması. Toplumda hem sağ hem sol kesimin adeta iliklerine işlemiş bir başarıya karşı kıskançlık, zenginliğe karşı düşmanlık duygusu var. R. Çetin olayı üzerinden S. Çetin’den hınç almak isteniyor. Medyanın haberi verişi bile böyle. İlgili haberlerde mutlaka “lüks araba” lafı geçiyor. Bunun ne önemi var? Acaba araç “lüks” değil de “şahin” olsaydı ne fark edecekti? R. Çetin zengin bir yönetmenin oğlu değil de orta hâlli bir esnafın oğlu olsaydı olayın hangi boyutu nasıl bir farklılık kazanacaktı? Kazada bilirkişi incelemesi yapıldı. Vefat eden polisin emniyet kemeri takmadığı anlaşıldı. Bunun haberlere yansıması bile kendi başına geleneksel, özellikle de sosyal medyada bir hınç, kin, öfke selinin akıtılmasına yetti. Oysa bilirkişi incelemesi bu tür olayların rutini. Her kazada yapılıyor. Merhum polis memuru kemerini takmış olsaydı büyük bir ihtim3alle yaralanarak kazadan çıkacak ve yargılama ölüme sebep olma değil yaralamaya sebep olma üzerinden cereyan edecekti. R. Çetin’e (ve elbette babasına) öyle bir nefret akıyor ki, yargı olaya olağan biçimde müdahil olamıyor. Uzmanların verdiği bilgiye göre, bu tür olaylarda üç ay içinde tutuksuz yargılanmaya karar verilirken R. Çetin altı aydır hapiste.
Olayın bir başka boyutu daha var. Böyle kazalarda aileler de hem hukukî hem manevî sebeplerle helâlleşmeye çalışıyor. Neticede olan olmuş ve gideni getirmenin imkânı yok. Ailelerin helâlleşmesi can kaybına uğrayan aileyi hem manen hem de maddeten rahatlatmaya yardımcı olabilir. Ama bu da yapılamıyor. Medyadaki nefret haberciliği ve yayıncılığı, maktulün ailesini de helâlleşmeye, “kan parası” da denen tazminatı almaya gitmekten korkutuyor.
- Çetin yargılamasının medyanın ve bazı çevrelerin nefret ayini gölgesinde yürümek durumuna düşmesinin bir diğer sebebi, S. Çetin’in ideolojik kimliği. S. Çetin’in sol karşıtı ve sanat çevrelerinde eğer tek değilse en dobra piyasa ekonomisi savunucusu olması, Ak Parti’ye zaman zaman destek veren açıklamalar yapması, medya ve sanat çevrelerinde ağırlıkta olan solculara, R. Çetin üzerinden ona saldırma fırsatı imkânı veriyor. Emin olun S. Çetin ünlü bir sosyalist olsaydı, arkaik sol ideolojiyi öven ve yayan filmler yapsaydı, kaza olayı başka şekillerde ele alınırdı. R. Çetin çoktan tutuksuz yargılanmak üzere bırakılmış olurdu. Olayı unutturmak, kapatmak için her yol ve yöntem denenirdi.
Adâlet kuralların eşit uygulanmasını gerektirir. R. Çetin yargılaması adâlet sistemimiz için önemli bir test niteliğinde. Bekleyelim ve neler olacağını görelim.