Başbakan Tayyip Erdoğan isyan ediyor; ‘Avrupa kapısında elli yıldır bekletiliyoruz’. Başbakan haklı. Bu durum halkı küstürdü, bıktırdı. Heyecanını tüketti.
Müzakerelerin başlamasının üzerinden de beş yıl geçti. Yolun hâlâ yarısında bile değiliz. Müzakere başlıkları bloke ediliyor, Sarkozy ve Merkel, Türkiye karşıtı pozisyonlarını sürdürüyor.
Doğal olarak bu durum hem hükümet çevrelerinin hem de kamuoyunun tepkisini çekiyor. Kamuoyunun AB algısı olumsuza kayıyor ve ‘yeter artık, bıktık’ psikolojisi yaygınlaşıyor. Bu, şaşırtıcı da değil. Ama mevcut olumsuz koşullarda bile kamuoyunun AB desteği hâlâ yüzde ellinin üzerinde. Politikacıların not alması gereken bir gerçek bu. AB’yi, süreç neredeyse tıkanmışken bile isteyenleri kim temsil edecek? AB hedefini kim taşıyacak? AK Parti’nin temsil ve taşıma işlevini bırakması, iç siyaseti derinden etkiler ve ‘yeni CHP’ye fırsat kapıları açar.
Dolayısıyla, 2005 yılında AB ile üyelik müzakerelerini başlatan hükümetin ‘stratejik hedef’ten sapması, vazgeçmesi, yeter çekmesi düşünülemez. Bugün üye olan ülkelerin neredeyse tümü müzakereler esnasında benzer sıkıntılar yaşadı. Türkiye’nin karşısına çıkarılanlar şüphesiz daha can sıkıcı; sürecin sonunun belirsizliği, bazı AB ülkelerinin Türkiye’nin üyeliğini referanduma götürme kararı, Kıbrıs sorunu vs…
Hükümet, sürecin tıkanmasından rahatsız. Bunu yüksek sesle de dillendiriyor. Haklıdır, ama hükümetin, eleştirel söyleminin kamuoyu üzerindeki etkisini iyi hesap etmesi gerekir. Türkiye’nin en etkili siyasal makinesi olan AK Parti temsilcilerinin çıkıp AB’ye sert eleştiriler yöneltmesi kamuoyunun AB’ye desteğini iyice azaltabilir ve AB sürecini yönetmeyi zora sokabilir.
2002 sonrası AK Parti’nin izlediği politika ve söylem, tabanında AB’ye yönelik tutumu olumlu yönde değiştirdi. Özellikle partinin milliyetçi-muhafazakâr tabanı geleneksel Avrupa-Batı karşıtı pozisyondan ayrılarak AB üyeliğine ve üyelik sürecinde gereken reformlara olumlu bakmaya başladı. Yani AK Parti liderliği tabanın Avrupa-Batı algısının ‘normalleşmesi’ne büyük katkıda bulundu; tabanı, deyim yerindeyse Avrupalılaştırdı.
CHP’de ise tam tersi bir süreç yaşandı; on yıl önce AB projesine ve reformlara sıcak bakan CHP tabanı parti liderlerinin geliştirdikleri korku ve endişeye dayalı ‘ulusalcı’ dille Batı ve reform karşıtı bir noktaya çekildi.
Hâlâ araştırmalar benzer özellikler gösteriyor. AK Parti seçmeni AB üyeliğine en çok destek veren ikinci siyasal grup. CHP tabanının AB ve reform karşıtı tutumu MHP’lilerden çok da farklı değil, en olumsuzlar arasında.
İşte bu noktada hükümet çevrelerinin tabanlarında AB karşıtlığını körükleyecek açıklamalardan kaçınmaları gerek. AB karşıtlığı AK Parti liderlerinin de desteğini alarak büyürse, hükümet gerektiğinde, büyüyen bu bloku aşarak yeni politikalar üretmekte zorlanabilir; CHP gibi kışkırtılan, korkutulan, endişelendirilen tabanının tutsağı olur.
Şu bir gerçek; Türkiye’nin demokratikleşme hedefini ve sürecini, yargının reformu girişimlerini, dış politika inisiyatiflerini en iyi anlayan, takdir eden ve destekleyenler AB ülkeleri… Son ilerleme raporuna bakınız; anayasa referandumu, HSYK’nın ve Anayasa Mahkemesi’nin yapısının değiştirilmesi, Ergenekon yargılanmaları ve dış politikada barış kurucu politikalar AB Komisyonu tarafından övgüyle anılmakta.
Peki, her şeye rağmen AB bıktırdıysa ne yapacağız?
Bugün bir kısmı hâlâ tutuklu olan ulusalcılar haklıymış diyecek halimiz yok herhalde. Yeter ki biz demokrasi, özgürlük ve refah yolunda ilerleyelim, yolumuz mutlaka AB ile kesişecektir.
MGK eski Genel Sekreteri Tuncer Kılınç’ın 2002 yılında ‘AB bize uymaz.
Rusya ve İran’la ittifak kuralım’ çağrısına geldiğini hiç sanmıyorum hükümetin. Böyle bir durum mevcut hükümet için intihar olur çünkü. Tuncer Kılınç ve arkadaşlarının ‘biz hapisteyiz ama fikrilerimiz iktidarda’ dediğini duyduğumuz gün başka bir gün başlamış demektir Türkiye’de…
Zaman,12.11.2010