Hukuk devleti ülkenin önemli meselelerinden. Bu yüzden, politikacıların da akademisyenlerin de hep gündeminde kalmaya mahkûm. Ne var ki, böyle olması, yani çok sözünün edilmesi ve mütemadiyen gündemde tutulması hukuk devleti yolunda ilerlememize yetmiyor.
Geçenlerde ÖAD tarafından da hukuk devleti üzerine bir toplantı düzenlenmiş. Anayasa Mahkemesi eski başkanı Haşim Kılıç duygusal yönden yüklü içerik bakımından hafif denebilecek ve önemli ölçüde şahsiyat kokan bir konuşma yapmış. Bekleneceği üzere, hukuk devleti problemini sadece hükümet üzerinden tartışıp Cemaat’in hukuk katlini ve hukukçuları çeteleştirmesini görmezden gelmiş.
Esasında bu tür çalışmaları takdirle karşılamak ve düzenleyenlere teşekkür etmek lâzım. Her çalışma bir katkı sağlamaya aday. Ancak, katkıların gerçekten olması sağlam, sağlıklı ve yararlı bir tartışma yapılabilmesine, bu da tüm olguların ve açıların masaya yatırılmasına bağlı.
Türkiye’nin hukuk devleti meselesi hayli eski. Yani problem dün veya bugün doğmadı. Bunu unutup yepyeni bir problemle yüzleşmekteymişiz gibi davranırsak yanılgılardan kurtulamayız. Bu çerçevede problemi basitleştirmemek, meselâ bütünüyle bir kişiye ve/veya iktidar dönemine atfetmemek de önemli. Bu noktalara dikkat edilmemesi, mefhum-i muhalifinden, Türkiye’nin daha önce harika bir hukuk devleti olduğu yanılgısının yaratılmasına yol açabilir.
İyi bir hukuk devleti olamamanın birçok sebebi var. En önemlisi ve en geneli bürokratik vesayet sisteminin yapısı ve sistem içinde hukuka ve hukukçulara biçilen rol. Malumu ilâm olmasına rağmen söylemek gerekir ki, hukuk sistemi bürokratik vesayetin sacayaklarından biri olarak düşünüldü ve hukuk eğitimi ve hukuk bürokrasisi buna göre dizayn edildi. Bu, berbat bir hukuk eğitimine ve hukukun ruhuna nüfuz etmekten aciz ve buna isteksiz bir hukukçular sınıfının ortaya çıkmasına yol açtı.
Türkiye’nin kadim problemlerinin unutulması ve sorunların her yönüyle ana bağlanması hayret verici. Geçenlerde üstat Orhan Münir Çağıl’ın 1963 yılında basılan Hukuk Başlangıcı Dersleri kitabını okurken hukuk eğitimi hakkında bir tespitle karşılaştım. Çağıl felsefe, tarih, sosyoloji gibi alanları dışladığı için artık hukuk eğitiminin hukukçular değil hukuk teknisyenleri yetiştirdiğinden şikâyetçi olmaktaydı. Çağıl’ın yazdığı yıllarda böyle idiyse şimdi vaziyetin daha kötü olduğu sonucuna varabiliriz. Nitekim, hukuk fakülteleri hukukçudan çok hukuk teknisyeni yetiştirme kapasitesine sahip. Bunu doğrulayan bir delil, hukukçuların güce teslim olma eğilimi. Birkaç yıl önce, TESEV’in yaptığı bir araştırmaya cevap veren bazı yargıçlar “devletim söz konusu oluğunda hukuk mukuk tanımam, önce devlet gelir” demekteydi. Şimdi de “cemaatim söz konusuysa hukuk mukuk vız gelir” havasında hukuk bürokratları var memlekette.
Hukuk toplumun bir aracı. Hukukun kendi başına bir amacı, kutsallığı yok; hukukçunun da. Hukuk devleti olabilmek için de en başta hukukçuların hukuka saygı göstermesi ve onu şahsî ve/veya sekteryen amaçların aracı hâline getirmemesi gerekiyor. 28 Şubat sürecinde birçok hukukçunun tersini yaptığına hep birlikte şahit olmadık mı? Ya son durum? Yargı bürokrasisinde emir komuta zinciri içinde işleyen bir otonom yapılanma olduğu ve bu yapılanmada yer alanların “ölü gibi itaat et” ilkesine bağlı kalarak çalıştığı biliniyor. Böyle bir yapının varlığını inkâr ederek ve yaptıklarını görmezden gelerek hukuk devletini tartışmak maddesiz fizik çalışmaktan daha anlamlı olamaz.
Hukuk bürokrasisindeki çeteleşmeyi görmezden gelenler, 17/25 Aralık’ı kastederek, her ne olursa olsun yargının işlemesine müsaade edilmeliydi, yargıçların-mahkemelerin hatalarını yargı kendi içinde düzeltir diyor. Tamamen hayalci ve adı geçen çeteye hizmet edecek bir bakış. Yargının hatalarının yargı içinde düzeltilebilmesi için adem-i merkezî bir yargıya ihtiyaç var. Oysa, biz Adalet Bakanlığı’nın yargı üzerindeki ağırlığından şikayet ederken bir Cemaat korkunç bir merkezî yapılanma kurmuş. Polislerle başlayan bir zinciri, savcılar, ilk derece mahkemesi yargıçları, temyiz mahkemesi yargıçları ve tüm yargıçların özlük işlerine bakan -dolayısıyla yanlış yapacakları koruma gücüne sahip- HSYK ile tamamlamış. Bu yapının nasıl işlediğini görmek isteyen vicdan sahiplerinin Ergenekon ve Balyoz davalarında yaşananlara bakması yeterli. Böyle bir çeteleşmeye karşı bırakın süreç işlesin demek, cellada boynunuzu uzatın ve yargı içindeki çetenin kölesi ve kurbanı olmayı kabul edin demek anlamına gelir. Bu zinciri kırmak içim demokratik siyasetin hukuk bürokrasisine müdahalesi de hukukun hâkimiyetine darbe indirmek değil buna giden yola girmek anlamına gelir. Nitekim, Ergenekon, Balyoz, Casusluk ve Tahşiyeciler gibi davalarda kumpaslar ancak yürütmenin yasamayı hareket geçirmesiyle son anda engellenebildi. Aksi takdirde birçok masum insan hapishanelerde çürüyecekti.
Yargı içindeki çeteleşmeyi AK Parti ve Erdoğan nefretiyle görmezden gelmek de tuhaf. HSYK’da bugün ağırlıkta olan ittifakın unsurları ne Erdoğan tarafından yetiştirildi ne de Erdoğan hayranı. İttifakta başı çekenler Atatürkçü hukuk bürokratları. Atatürkçüler, Aleviler, sosyal demokratlar, ülkücüler ve bazı muhafazakârlar bir araya gelerek Cemaat ağırlığını ancak dengeleyebildiler. Bunun meseleyi tartışanlara söylediği hiçbir şey yok mu?
Akademisyenlerdeki genel bir zaaf bazen sadece kâğıda ve kitaba bağlı değerlendirmeler yapmaları ve alandaki durumu ihmâl etmeleri. Korkarım son zamanlardaki hukuk devleti tartışmalarında bu zaaf iyice belirginleşti. Ne var ki eksik ve çarpıtılmış bilgilere ve tek boyutlu yaklaşımlara dayalı tartışmalar ne hukuk devletine ulaşmamıza yardımcı olabilir ne de tartışmada yer alanların kariyerine ve itibarına bir katkıda bulunabilir. Benden bir dost hatırlatması!
Yeni Şafak, 20.10.2015