“Batı’daki algı ciddi biçimde kötüye gidiyor. Yakında öyle bir suratımıza çarpacak ki, dehşet içinde kalacağız” demişti bir arkadaşım.
Bunu görmek için ferasete gerek yoktu aslında. Çok alametler belirmişti okumasını bilen için.
CPJ’in Türkiye’deki basın özgürlüğünü Çin ve Vietnam ile kıyaslayan raporu, son erken uyarı sinyali olarak okunmalıydı.
Ondan önce de 2011 İlerleme Raporu Taslağı ile ilgili tartışmaları hatırlayın. Mart 2012’de Brüksel’de havanın nasıl değiştiğini bu köşeden anlatmaya çalışmış, “yaklaşan bir fırtına”dan söz etmiş ve bunun ancak çok güçlü bir demokratikleşme dalgasıyla karşılanabileceğini anlatmaya çalışmıştım.
Evet, Türkiye bir demokrasi cenneti değildi ama CPJ’in yansıttığı gibi “gazeteci hapseden ülkeler arasında en kötüsü” de değildi.
Öyleyse, bu “fazladan” kötülüğün veya “abartı”nın üzerinde düşünmek gerekiyordu.
***
Hükümet, Gezi Parkı olayını, kendisine karşı küresel boyutları da olan bir kuşatma ve saldırı olarak algıladı.
“Türkiye’de dış kaynaklı bir kalkışma hazırlandığına” ilişkin duyumlar almışlardı ama bunun hangi şekilde karşılarına çıkacağını bilmiyorlardı.
Gezi olaylarında bazı reklam ajanslarının devreye sokulduğuna ve sosyal medyanın manipüle edileceğine ilişkin bilgiler vardı ve her şey kendilerine anlatıldığı gibi oluyordu.
Buna Batı medyasının abartılı ilgisi, CNN’in 8 saat kesintisiz yayını, zaman zaman Türkiye’deki durumu adeta “Halk Tv” gibi yansıtması ile Batılı devletlerden ve devletlerarası örgütlerden gelen şiddetli tepki de eklenince, fotoğraf tamamlandı.
Ve bir teyakkuz durumu devreye girdi.
***
Komplo ve uluslararası tezgahlar konusunda uzman değilim. Belki her şey göründüğü gibidir, belki değil. Ama ne yapmak gerektiğini tespit açısından bir önemi yok bunun.
Çünkü komplo olsun veya olmasın, yapılması gereken aynı: Yeniden, kapsamlı bir demokratikleşme hamlesine girişmek.
AK Parti Hükümeti -gerçek veya hayali- bu kuşatmayı yarmak istiyorsa, en iyi bildiği şeyi, şimdiye kadar statüko tarafından sıkıştırıldığında yaptığını yapmalı.
Bu hamle, Batıda ve İslam Dünyasında kendisiyle ilgili algıyı düzeltmeye, zedelenen imajını tamire katkıda bulunacak; içeride de Gezi üzerinden oluşan koalisyonu demokratikleşme testine sokacaktır.
Bir “Gezi Ruhu”nun varlığından söz edenler, oradaki “demokratik duyarlılık”tan söz edenler, onu yüceltenler ve hatta bunun Çözüm Süreci’nin önünü açacağını savunanlar haklıysa, bu hamle çok daha kolay başarıya ulaşacak demektir.
Ama Gezi’ye baktığında, orada asıl belirleyici olanın 70’li yıllarda sabitlemiş, Soğuk Savaş döneminin “sağcı hükümete karşı mücadele”sini 2013’e taşımaya çalışan Taksim Dayanışması ve onun totaliter mantığı olduğunu savunanlar haklıysa, bu durumda da bunun belirginleşmesini sağlayacaktır.
Bakın bakalım, devletin ideolojik tarafsızlığını garanti altına alan bir anayasa yapmak istediğinizde, Kürtlere anadilde eğitim hakkını, başörtülü kadınlara eğitim ve çalışma haklarını iade etmekten, Alevi Sorununu çözmekten, Tekke, Türbeleri kapatan kanunu kaldırmaktan ve azınlıklarla ilgili ayrımcı mevzuatı toptan terk edip Heybeliada’yı açmak istediğinizden söz ettiğinizde bu koalisyon kalacak mı kalmayacak mı?
Kalacaksa ne ala, destek olur.
Ama kalmayacaksa, ki öyle olacaktır, o durumda kartlar yeniden dağıtılacak, demokrasi üzerinden çok daha sahici bir saflaşma yaşanacaktır.
Öyle veya böyle, ihtiyacımız olan demokratikleşmedir.
Ben bir komplo veya tezgahla karşı karşıya olduğumu düşünseydim tam da bunu yapardım.
Düşünmeseydim de.
Bu yazı Star Gazetesi‘nde yayınlanmıştır.