Siyasi partilerin yönetim becerisi ve çapını tayin eden birçok faktör var. Bir facia karşısında yürütülen siyaset de bunlardan biri. Toplumu derinden sarsan bir hadise olduğunda, siyasetçiler iki türlü davranabilirler: Ya sorunu daha da kanırtıp yarayı daha fazla kanatırlar, meydana gelen felaketi siyasi kavgalarının mezesi haline getirirler, ya da buna meyletmez sorumlu hareket ederler. Soma felaketinde parlamento içi muhalefet, ikinci yolu tercih etti. CHP, MHP ve HDP yöneticileri serinkanlılıkla davrandılar. Felaketi sömürmediler. Kışkırtıcı bir dilden uzak durdular. Acıyı paylaşmaya ve yaraları sarmaya öncelik verdiler. Hem eksiklikleri ve yanlışları, hem de doğruları usulü dairesinde dillendirdiler. Dilleri ölçülü, tavırları yerindeydi. Kılıçdaroğlu’nun Meclis’teki grup toplantısında sadece vefat eden işçilerin ismini anması ve onlardan özür dilemesi takdire şayandı. Bahçeli’nin hükümete karşı eleştirilerini sıraladıktan sonra Enerji Bakan Yıldız’ın hakkını teslim etmesi önemliydi; zira doğruya doğru, yanlışa yanlış diyordu. Ve bu, mutlak bir reddedişten çok daha inandırıcı ve etkiliydi. Bu tarzın gelişmesi, hem genel olarak siyasete seviye kazandırır, hem de muhalefeti daha güçlü kılar. Sokak ve direniş Ne var ki parlamento dışındaki muhalefet, bu olgunluğu sergileyemedi. Gezi’den beri geliştirilmeye çalışılan bir strateji var: İktidarı sokakta elde etmek. Bazı grupların, demokrasiye bağladıkları umut her geçen gün tükeniyor. Demokratik mekanizmalardan bekledikleri sonuçları bir türlü elde edemiyorlar. Ağızlarından “halk”, “halk iktidarı” gibi sözcükler eksik olmuyor ama gerçekte halka da güvenmiyorlar. Netice giderek demokrasiyi, sandığı ve seçimi daha fazla küçümsüyor, sokağı ve (sokakta) direnişi de daha fazla yüceltiyorlar. Meydana gelen her olay sokağı hareketlendirmek için bir vesile oluyor bu stratejide. Önünü- arkasını düşünmeden insanlar hemen sokağa çağrılıyor. Soma’da maden faciası yaşandığında da böyle oldu. Daha tablonun ne olduğu görülmeden, vefat edenler defnedilmeden, ocakta kurtarma çalışmaları devam ederken ayaklanma davetiyeleri çıkarıldı. “Taksim’e çıkalım”, “Hayır, Taksim yetmez, Soma’yı işgal edelim” mesajları hızla etrafı kapladı. Bu stratejinin bazı zaafları var. Evvela, bir olaya belli bir mesafeden bakma ve anlama çabasını imkânsız kılıyor. Eylemler kısa sürede şiddete dönüştüğü ve sokakta çatışma görüntüleri tüm gündemi ele geçirdiği için, bir hadisenin neden ortaya çıktığı ve çözümün nasıl bulunabileceğini tartışmak mümkün olmuyor. Dahası, herkesten buna göre tavır alması isteniyor. Böyle bir pozisyonu doğru bulmayan ve bunu reddedenler, hemen karşıt/düşman olarak mimleniyor. Bu da konuşmayı ve diyalog kurmayı engelliyor, siyaset üretmenin önünü tıkıyor. Sokaktan iktidar çıkarmak İkincisi, sokak hareketleri üzerinden iktidar devşirmeye çalışanların geleceğe dair bir tasavvuru bulunmuyor. Tüm mesailerini iktidarı devirmeye harcıyorlar. Şeytanlaştırdıkları ve dehumanize ettikleri Erdoğan’ı yıkmak, en büyük tutkularına dönüşmüş durumda. Ama özlemle bekledikleri o gün geldiğinde akabinde neler olacağına ve kendilerinin ne yapacağına dair bir perspektifleri yok. Toplumun önüne koyabildikleri bir hedef de. “Yeter ki hükümet yıkılsın, gerisine bakarız” demek, mutlak AKP karşıtlarını ve kanı kaynayan bazı grupları hareketlendirebilir ama halkın geneli tarafından kabul görmez. Üçüncüsü, sokak hareketlerinin AKP tabanında bir karşılığı yok, zira bunlar o tabana dönük bir söz ihtiva etmiyor. Oysa bir muhalif hareketin başarısı, onun söylem ve eylemlerinin iktidarı destekleyenler nezdinde de geçerli olmasıyla yakından bağlantılı. Yani öyle bir tavır ve söylem geliştirmelisiniz ki, bugüne kadar iktidara destek olanlar da size hak vermeli. Ancak iktidarın arkasında duranları yanınıza çekebilirseniz, kendi tabanınızı genişletebilir ve iktidarı sarsabilirsiniz. Bunun için de o kesimlerin hassasiyetlerine seslenmeli, onların talep ve arzularına uygun bir politik dil geliştirmelisiniz. Oysa bu hareketlerde bu tür bir duyarlılık da gözlemlenmiyor. Aksine AKP’nin tabanını oluşturanları rahatsız edecek ve onlara ters gelecek ne varsa, sokak hareketlerinin ısrarla bunu yaptıklarını görüyoruz. Bu da tabanın AKP etrafında daha fazla kenetlenmesine ve sonuçta iktidarın daha fazla güç kazanmasına sebebiyet veriyor. Dördüncüsü, bu hareketleri kurgulayan akıl içeriden ziyade dışarıya sesleniyor. Sokak çatışmaları, polis şiddeti, gaz bombaları ve ölümlerle oluşan kaos görüntüsü ile dış dünyanın AKP üzerinde baskı kurması/baskıyı artırması hedefleniyor. Bunun işlevsel olduğu alanlar var, mesela AKP ve Başbakan hakkında Batı medyasında eleştirilerin dozu ve sayısı artıyor. Bilhassa Almanya, İngiltere ve ABD basınında Erdoğan’ın üzerinin çizildiğini ima eden başlıklar (“Türkiye’nin Führeri”, “Cehennem git Erdoğan!” gibi) manşete çekiliyor. Ancak sadece dışa yaslanarak iktidar olunmuyor. İslamofobi ve küfür Bir süreden beri sosyal medyaya ilişkin bir gözlemimi paylaşmak istiyordum. Soma’dan sonra burada okuduklarım buna vesile oldu. Herkese açık bir mecra sosyal medya, çeşitli tipte ve tıynette insanlar var. Kimileri burayı sadece küfretmek için kullanıyor; bazen sahte bir hesabın arkasına saklanarak, bazen doğrudan kimliğini ortaya koyarak. Bunların yazıp ettiklerinin, sövgü ve hakaretlerinin üzerinde durmaya değmez. Onlar için yapılabilecek bir şey yok, “Allah selamet versin” deyip geçmek lazım. Beni asıl üzen ise kendini demokrat, liberal, solcu, sosyal-demokrat vb. sıfatlarla tanıtan –kimini şahsen kimini de çalışmalarından bildiğim- kişilerin sosyal medyadaki halleri. Bu kişiler saygın insan hakları örgütlerinde, düşünce kuruluşlarında çalışıyorlar, gazetelerde ve üniversitelerde muhabir, yazar, uzman veya akademisyen olarak görev yapıyorlar. Son zamanlarda gerek kendilerinin yazdığı ve gerek başkalarının yazıp kendilerinin yaydığı mesajlara baktığımda iki özelliklerinin ön plana çıktığını görüyorum: İlki, aşırı bir İslamofobi var kendilerinde. Anlaşılan “politik doğruculuk” adına baskıladıkları bu yönlerini, böylesine kızgınlık anlarda frenleyemiyorlar, gerçek düşünceleri ve duyguları anında açığa çıkıyor. Allah’a, Peygamber’e, dine ve dindarlara yönelik galiz ifadeler yazıyor ve yaygınlaştırıyorlar. Çoğu mesela Akit’in antisemitizmini haklı olarak yerden yere vururken, kendilerinde var olan antimüslümanlığın farkına varamıyorlar. Soma’ya giden din adamlarına gösterdikleri tepkiler, aslında AKP eleştirisi formunda dillendirdikleri hususların temelinde İslamofobinin yattığına işaret ediyor. İkincisi, küfretmeye aşırı meyyaller. Saygın değerlerin sahibi sandığımız, öyle bildiğimiz insanlar, sosyal medyada bunu rahatlıkla yapıyorlar. İşin vahimi, çevrelerindekiler de onları uyarmıyor, yazdıklarının yüz kızartıcı olduğunu kendilerine hatırlatmıyor. Hatta bazen eli arttırıyorlar. Oysa yarın bu toz-duman dağılacak. O zaman bazı kişiler bugün yazıp çizdiklerinden pişmanlık duyacaklar, utanacaklar. Ama iş işten geçmiş, onlar ayrımcılıkları ve kullandıkları nefret diliyle hatırlanacaklar. Ve tabii ki yıllar boyunca edindikleri saygınlığı tuz buz eden sözleri ve paylaşımlarıyla… Soma’dan çıkarılacak ikinci ders, Meclis dışı muhalefetin de bu haliyle hiç ama hiç umut verici olmadığıydı. Sosyal medyası, marjinal gençlik grupları ve maalesef aklını ve sağduyusunu önyargılarına kurban edip artık o gruplarla birlikte anılacak olan eski demokratlarıyla. Neyse ki bu felaket üzerinden birbiriyle hâlâ sağlığını kaybetmeden tartışabilenler var ve geleceğin demokratik müzakeresi onlar arasında geçecek. Ve Meclis içi muhalefet, Soma’daki sorumlu yaklaşımının somut sonuçlarını gördükçe, bu perspektif ve dilin meyvelerini devşirdikçe, yakın gelecekte siyasetin dili ve düzeyi adına umutlu da olabileceğiz.
Serbestiyet, 22.05.2014