SETA Vakfı’nın yayınladığı Ru’ye Türkiye Dergisi’nin CERSS ile birlikte düzenlediği bir toplantı vesilesiyle, gazeteci ve akademisyenlerden oluşan bir grupla Fas’taydık. Toplantı “Kuzey Afrika’da Yeni Toplumsal Sözleşme Arayışı: Türkiye ve Fas” başlığını taşıyordu. Bu bağlamda üç oturum boyunca her iki ülkenin demokratikleşme serüveni, dış politikaları, bölgesel sorunları ve laiklik uygulamaları karşılıklı olarak ele alınıp tartışıldı. İsim bolluğu Fas, isim açısından zengin bir ülke. Biz Fas olarak biliyoruz, ama Batılılar “Morocco”, Araplar ise “Mağrip” diyorlar. Bu isim zenginliğinin nedenini öğrenmek için biraz internette gezindim. Araplar, coğrafi konumu esas alarak bir adlandırma yapmışlar. Ülkenin tam Arapça ismi El-Memleke El-Mağribbiyye (Batı Krallığı) olmakla beraber genellikle El-Mağrip (Batı) ismi kullanılıyormuş. “Morocco”nun kökeni, Latincedeki –Marakeş’e verilen- “Morroch” ismiymiş. Marakeş ise Berberice’de “Tanrının Toprakları” manasını veren Mur-Akush kelimesinden geliyormuş. Türkler de antik başkent Fes’ten dolayı bu ülkeye “Fas” diyorlarmış. Fas’ın 33 milyonu aşan bir nüfusu var. Güzel bir ülke. Avrupa kıtasına yakın olması, Fas’ı hem turizmde hem de ticarette avantajlı kılıyor. Leziz yemeklerinde meyve sebze kullanımı yaygın. Etli yemeklerde dahi meyve görmek mümkün. Mesela “Tajine” diye çok ünlü geleneksel bir yemekleri var. Rabat’ta erikli bir tajine yedik, mükemmeldi. Toplantı Rabat’taydı. Boş vakitte Fes’e gittik. Uçakla geliş-dönüş ise Kazablanka üzerinden oldu. Görebildiğim kadarıyla, yatay bir şehirleşme modeli benimsenmiş. Çok katlı binaları görmüyorsunuz ya da çok az görüyorsunuz. Bu konuda bir hassasiyetin ve çabanın olduğu belli oluyor. Her an gökyüzü ile irtibat halindesiniz. Güneşi, bulutları, yıldızları hep tepenizde hissediyorsunuz. Çok hoş bir duygu bu. Fas’ın toplumsal yaşamında güçlü bir seküler damar var. Kadının toplum içerisindeki görünürlüğü yüksek. Özel sektörde de, devlet dairelerinde de çok sayıda çalışan kadın görmek mümkün. Fas’ta kalkınmaya dayalı bir siyaset hâkim. Şehirler dönüşüyor. Türkiye’den alışık olduğumuz üzere, gecekonduların, baraka mahallelerin hemen yanı başında lüks siteler yükseliyor. Fas’ta Fransız kültürü çok etkili. Caddelerde ve meydanlarda hep Fransızca sözcükler kulağınıza çalınıyor, kafelerde ve trafiğin akışında Fransız havasını soluyorsunuz. Okullarda iki dille (Arapça ve Fransızca) eğitim veriliyor. Bütün tabelalar iki dille yazılıyor. Okullaşma oranı yüksek. Türkiye Büyükelçiliği’nden bir yetkili, Fas’ta lise ve üniversite bitirenlerin genel olarak iki dili çok iyi bir şekilde konuştuğunu ve kelimenin tam anlamıyla iki dilli bir hayat sürdüğünü, ilk ve ortaokuldan sonra okulu terk edenlerin ise dillere bu derece hâkim olmasalar da gündelik hayatlarında dile dair çok büyük sorun yaşamadıklarını ifade etti. Sokakta dolaştığınızda her iki dilin, bazen ayrı ayrı bazen de birlikte kullanıldığını görüyorsunuz. Krallığın meşruiyeti Fas, parlamenter monarşi ile yönetiliyor. Kral, hem devlet başkanı, hem de dini bir lider olarak kabul ediliyor. 2011’de Fas’ta bir anayasal değişiklik yapıldı ve Kral’ın seçimlerden birinci çıkan partinin liderini başbakan olarak ataması anayasal teminat altına alındı. Kral, başbakanın teklifi üzerine kabineyi oluşturan diğer bakanları atıyor. Hükümet, hem Kral’a hem de Temsilciler Meclisi’ne karşı sorumlu tutuluyor. Toplantıda iktidarda ve muhalefette yer alan partilerin temsilcileri vardı. Gerek toplantı esansında ve gerek özel sohbetlerde, parti temsilcileri Kral’a karşı çok ciddi itirazlar dile getirmediler. Kraliyetin ve mevcut Kralın bir meşruiyet sorunu olmadığını ifade ediyorlardı. Onlara göre, bu meşruiyet hem Fas’ın kendi tarih ve sosyolojisinden, hem de Kral’ın uyguladığı siyasetten kaynaklanan nedenleri vardı. Toplantıda her konu ayrıntılı bir şekilde masaya yatırıldı. Sunumların ardından gelen sorularla tartışma zenginleşti. Bazen hararet yükseldi. Özellikle iki ülkede din ile devlet arasındaki ilişkilerin tarihsel olarak ele alındığı oturumda farkı perspektifler karşı karşıya geldi ve tartışmalar alevlendi. ‘Onlar asıl beni korkutuyor’ Gerek oturumlarda ve gerek toplantı dışında yapılan tartışmalarda rahatlıkla gözlemlenebilecek bir durum vardı. O da, tartışmaların dönüp dolaşıp IŞİD’e bağlanmasıydı. Batı toplumunun önemli bir kesiminde, artık “Müslüman” denildiğinde aklına işinde gücünde olan ve kendisi gibi sıradan bir hayat süren biri değil, IŞİD geliyor. Eli kanlı ve vahşi IŞİD resmi, giderek tüm Müslümanları temsil eden bir resme dönüşüyor. Bu da Batı’da zaten var olan İslamofobiyi kökleştiren ve büyüten bir işlev görüyor. IŞİD, Müslüman toplumlarında da çok büyük bir travmaya sebebiyet veriyor. Bu, sadece laik hassasiyetleri olan ve seküler bir hayat sürenler arasında geçerli bir travma değil. İslami duyarlılığa sahip olanlar da, IŞİD’in kıyıcılığı karşısında dehşete kapılmış durumdalar. Kadın-çocuk demeden düşman gördüğü herkesi acımasızca öldürmeler, kafa kesmeler, tecavüzler, kadınları pazarlarda satmalar, vb. onları da kökten sarmış. Dönüş yolunda, İslami kimliğini diğer tüm kimliklerinin önüne koyan ve kendini bu kimlikle tarif eden bir arkadaşımla konuşuyordum. Aynen şöyle dedi: “Lafı dolandırmanın alemi yok. Onlardan çok korkuyorum. Hatta onlar asıl beni korkutuyor.” IŞİD travması IŞİD’ın yarattığı bu travma üç önemli sonuç doğuruyor: İlki, laikliğe verilen önem ve değerin artmasıdır. Laik aktörlere ve onların, anti-demokratik bir nitelik arz etse de, gerçekleştirdikleri politikalara daha fazla sahip çıkılıyor. Türkiye’deki agresif laiklik anlayışının eleştirildiği oturumda, Faslı bir kadın çok sert bir tepki verdi. IŞİD’i işaret ederek Mustafa Kemal’in bu kadar eleştirilmesinin ve onun topluma kazandırdıklarına gözleri kapatmanın kabul edilemeyeceğini söyledi. İkincisi, ülkedeki laik aktörler ile İslamcı aktörlerin işbirliği yapma, birlikte çalışma ve bir arada bulunma zeminini aşındırıyor. Müslüman hassasiyetlere tekabül eden bir politik tercih, hemen IŞİD ile ilişkilendiriliyor ve bunun üzerinden mahkûm ediliyor. Faslı katılımcılar böylesi bir durumun kendi ülkelerinde de gelişmeye başladığını ve laikler ile İslamcı siyasi gruplar arasındaki birlikte çalışma imkânlarının daraldığını ve bunun da ülkedeki siyasi istikrarı tehlikeye düşürdüğünü ifade etiler. Üçüncüsü ise, IŞİD’e karşı mücadele verenlere yönelik sempati ve desteğin artması, buna mukabil IŞİD’e aktif bir şekilde karşı koymayanlara karşı eleştiri oklarının yöneltilmesidir. Bu bağlamda Kobani, Fas’ta da önemli bir tartışma konusu oldu. Türkiye’nin Kobani ve IŞİD meselesindeki tutumu sorgulandı. Kobani’ye fazla destek vermediği için Türkiye eleştirildi. IŞİD’in sadece Kürtler için değil Türkiye için de çok büyük bir tehlike olduğu belirtildi. Türkiye’de iktidardakilerin bu gerçeği neden görmedikleri sorgulandı. Dolayısıyla IŞİD söylemleri ve eylemleriyle, Batı’yı da, Doğu’yu da –ama özelikle Doğu’yu- çok derinden etkiliyor. Görünen o ki, devletlerin iç/dış politikaları politikalarını ve itibarlarını belirleyen bu etki, daha uzun bir süre devam edecek.
Serbestiyet, 10.11.2014