Çözüm Süreci üzerinden başlayan anlaşmazlık, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Davutoğlu Hükümeti arasındaki ilk anlaşmazlık değil. Aralık 2014’ten bugüne kadar geçen süre zarfında Erdoğan ile Davutoğlu, dört önemli konuda farklı noktalarda durdular. Hatırlayalım:
Başbakan Davutoğlu, haklarında yolsuzluk iddiası bulunan dört eski bakanın Yüce Divan’da yargılanmasının gerekliliğine inanıyordu. Bakanları huzuruna çağırmış, onlara Yüce Divan’a gidip aklanmalarının hem kendileri, hem de parti için daha doğru olacağını söylemişti. AKP’nin Meclis grubunda çok sayıda milletvekili de Başbakan ile hemfikirdi.
Fakat Cumhurbaşkanı Erdoğan tam aksini düşünüyordu. Ona göre bakanların Yüce Divan’a yollanmaları, Gülen Cemaati’ne karşı yürütülen mücadelenin altını oyacak, bütün iddiaları boşa çıkaracaktı. Bunu kabul edilemez bulan Erdoğan, bakanların Yüce Divan’a gönderilmesinin karşısında durdu. Gerek medyada, gerek parlamentoda etkin bir siyaset izledi. Nihayetinde istediğini elde etti, bakanların Yüce Divan yolunu kapadı. ‘Etik’ ayrışma
Hükümet, siyasete şeffaflık getirecek bir yasal düzenleme yapmak istiyordu. Gaye, son dönemlerde partinin sıklıkla maruz kaldığı yolsuzluk ithamlarından kaynaklanan hasarı asgariye indirmekti. Davutoğlu, iddialı bir basın toplantısı düzenledi, tasarılarının ana hatlarını kamuoyuyla paylaştı, en kısa zamanda harekete geçeceklerini belirtti.
Ancak Erdoğan, farklı kanaatteydi. Bu tür bir düzenlemenin siyasilerin elini kolunu bağlayacağını ve onları iş yapamaz hale getireceğini söylüyor, bunun yasalaşması halinde partilerin il teşkilatında çalışacak kişi bulunamayacağını belirtiyordu. Seçimlere gidilerken yapılacak iş değildi bu. Erdoğan’ın mutlak karşı duruşu, hükümete geri adım attırdı, etik düzenleme rafa kalktı. ‘Başkalarının adamı’
Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı, bir süreden beri izlenen para politikasından taviz vermiyor, Cumhurbaşkanı’nın faizlerin indirilmesine dair ısrarlı taleplerine direniyordu. Başçı’nın kararlı tutumu Erdoğan’ın daha fazla kızmasına yol açıyordu. Öyle ki Erdoğan, Başçı’ya “Sen kime bağlısın?” diye soruyor, onun “başkalarının adamı” olduğunu ima ediyordu. Erdoğan’a göre faizleri düşürmemek, en büyük vatan hainliğiydi.
Devletin tepesindeki bu gerginliğin ekonomik bir maliyeti oldu elbette. Gerçi ABD doları dünya çapında değer kazanıyordu ama Türkiye’deki iç tartışma, doların lira karşısında daha fazla değerlenmesi sonucunu doğurmuştu. Bunun halkta hoşnutsuzluk yaratacağı belliydi. Erdoğan hemen her gün Başçı’ya yüklenmeye devam ediyordu. Ama başta Ali Babacan olmak üzere hükümet, Başçı’nın arkasında durdu. Babacan ve Başçı, Erdoğan’a bir sunum yaptılar. Sonrasında da hükümet işine kaldığı yerden devam etti. MİT Çatlağı
MİT Müsteşarı Hakan Fidan, 7 Haziran seçimlerinde milletvekili adayı olabilmek için istifa etti. Davutoğlu da, Fidan’a siyasette ihtiyacını olduğunu belirtip Fidan’ın bu kararını destekledi. Lakin Erdoğan, bu kararı yanlış buldu. Fidan’ın hata yaptığını söyledi, rahatsızlığını da defaten yüksek sesle dillendirdi.
Fidan, Erdoğan’ın tavrını yumuşatmak ve “olur”unu almak için girişimlerde bulundu. Fakat bir sonuç alamadı. Erdoğan netti; kendisinin açık itirazına rağmen Fidan’ın istifa etmesinin hoş görülebilir bir tarafı yoktu. Fidan’ın kararında ısrar etmesi, problemi daha da büyütecekti. Bunun üzerine Fidan adaylığını geri çekti, MİT’in başına döndü ve sorun Erdoğan’ın talebi doğrultusunda çözüldü. Kriz hali Yeri geldiği için bu tartışma konularına ilişkin düşüncelerimi de anımsatmalıyım: İlk üç konuda hükümet haklıydı. Bana göre de, dört bakan Yüce Divan’a gönderilmeli, siyasi etik yasası çıkarılmalı ve Merkez Bankası Başkanı savunulmalıydı. Fidan’ın durumunda ise, esas olarak, Erdoğan’ın tavrı doğruydu. Zira Çözüm Süreci önemli bir noktaya gelmişti. Gülen Cemaati ile mücadele de bütün hızıyla sürüyordu. Bu iki konuda da Fidan kritik bir role sahipti. Çözüm Süreci’nin bütün aşamalarında bulunmuş, tarafların güvenini kazanmıştı. Otonom yapıya karşı da kararlı bir mücadele vermişti. Fidan’ın görevinin başında durması, her iki alanda da başarıya ulaşma ihtimalini artırıyordu. Dolayısıyla Erdoğan’ın Fidan’dan MİT’teki görevini sürdürmesi talebinde bulunması yerindeydi. Bütün bu görüş ayrılıklarında Erdoğan’ın taktiği hep aynıydı: Sorunları görüşmeler yoluyla çözmek yerine topluma taşıdı. Hükümetten farklı düşündüğünün altını çizdi, parti üzerindeki gücünü de kullanarak kendi doğrultusunu kabul ettirmeye çalıştı, birçok mevzuda hükümeti bloke etti. Buna karşılık hükümet ise, Erdoğan’ın liderliğine söz ettirmedi, hareketin bugünlere gelmesinde Erdoğan’ın hakkını teslim eti ve doğrudan ona karşı bir itiraz geliştirmedi. Ancak bunun taşınamaz bir hal olduğu da açıktı. Erdoğan her daim gündelik siyasetin içinde olmak ve her konuda son sözü söylemek istiyordu. Hükümetin hareket alanını daraltan bu tarzı eninde sonunda bir kriz doğuracaktı. Nitekim Çözüm Süreci ile başlayan tartışmalar ve ardından yaşanan gelişmeler bir krize dönüştü. Erdoğan Dolmabahçe Toplantısı’na, 10 maddelik deklarasyona ve İzleme Heyeti’ne karşı olduğunu açıkladı. Bunun üzerine Başbakan Yardımcısı Arınç, Türkiye’de bir hükümetin bulunduğunu hatırlattı, sorumluluğun hükümette olduğunu ve hükümetin de süreç için gerekli gördüğü adımları atmakta kararlı olduğunu söyledi. Hükümet ilk defa net bir şekilde Erdoğan’ın karşısında durdu. Hükümetin itibarı Erdoğan’ın böyle davranmasının birçok nedeni olabilir. Yaklaşan seçimlerde milliyetçi hassasiyetlere göz kırpmak, hükümetin uygulamalarından duyduğu rahatsızlığı göstermek, sistemin devlet makamları arasında çatışmaya sebep verme potansiyelini açığa çıkarmak, seçimlerde gösterilecek adayların belirlenmesinde ağırlığını hissettirmek, vb. bunlar arasında sayılabilir. Gerekçesi ne olursa olsun bu yaşananların iki önemli sonuç doğurması muhtemel: Birincisi, hükümetin yıpranmasıdır. Erdoğan’ın bir muhalefet odağı gibi davranması ve hükümetin halka taahhüt ettiklerini gerçekleştirmesini engellemesi, hükümetin itibarını zedeler. Kendi gündemini oluşturamayan, iş yapamaz bir hükümet algısı oluşur. Zayıf görülen bir hükümet, Erdoğan’ın hükümet üzerindeki vesayetini keskinleştirdiği oranda hükümet reşit bir kimlik edinemez. Böyle bir hükümeti –şimdi olduğu gibi- muhalefet de muhatap almaz. Tabanın rahatsızlığı İkincisi, AKP tabanının olan bitenden rahatsız olmasıdır. AKP, bir kitle partisi, içinde her zaman farklı görüşler vardı. Ancak görüş farklılıkları, kamunun önüne bu şekilde yansımazdı. Belli mekanizmalarda görüşmeler yapılır, dışarıya partinin bir bütün olduğu ve istikrar içinde meselelerin üzerine gidildiği görüntüsü verilirdi. Oysa şimdi Erdoğan ile hükümet arasında her şeyi geride bırakan bir tartışma söz konusu. Tarafların açık karşıt pozisyonlarda bulunmasının tabanı etkilemesi kaçınılmaz. Her bir tartışmada AKP tabanı yarılıyor. Bir kısmı Erdoğan’ı, bir kısmı da hükümeti haklı buluyor. Tartışmanın dozu artıkça, tarafların birbirlerine karşı suçlamaları da artıyor. AKP tabanı, tavandaki bu iktidar kavgasının endişe ile izliyor, bunun hem partiye, hem de ülkeye zarar vereceğini düşünüyor. Zirvedeki bu kriz, hem Erdoğan’a hem hükümete zarar verecek nitelikte. Seçime kısa bir süre kala, tarafların bu gergin pozisyonlarını muhafaza etmeleri düşünülemez. Hem hükümet, hem de Cumhurbaşkanı bir adım geri çekilerek ortamı soğutmaya ve bir denge durumu yaratmaya çalışacaklardır. Aksi düşünülemez. Seçim sonrası ise, meydana çıkacak tabloya bağlı olarak, bu pilavın daha çok su kaldıracağını söylemek mümkün.
Serbestiyet, 26.03.2015