Egemenlik kavramı üzerindeki incelemeler genellikle J. Bodin ile başlatılır. Bu Fransız filozof bölünmez, üstün bir otorite anlamında egemenliği savundu. Teorisi daha ziyade mutlak monarşiye destek verir mahiyetteydi. Egemenlik, bu anlayışa göre, krala aitti. Zamanla, cumhuriyet ve demokrasi fikrinin gelişmesiyle, egemenlik nosyonu ile millî irade/halk iradesi nosyonu arasında bir bağ ve bir anlamda bir çakışma ortaya çıktı. Bugün demokrasi teorisinde bu kavramın elbette bir yeri vardır; genellikle egemenliğin millete/halka ait olduğu söylenir. Ama bu kavramın tartışılmaz olduğu ve demokrasinin her şeyini kapsadığı düşünülemez.
Siyaset teorisinde irade denilince akla gelen bir diğer kavram, hiç şüphesiz, Rousseau’ya ait ‘genel irade’ kavramıdır. Bu kavram daha da problemlidir. Bunun en büyük delili, hem bir tür demokrasi hem de klasik totalitarizm yorumlarına temel teşkil edebilmesidir. Genel irade, Rousseau’ya göre, bir taraftan tekil iradelerin bileşimidir diğer taraftan onlardan farklı bir şeydir. Yani herkesin genel iradede bir payı vardır lakin genel irade bu bireysel payların toplamı değildir. Genel irade kavramı biraz metafizik çağrışımlara da sahiptir. Asla yanılmaz. Birilerinin iradesi ona ters düşüyorsa o kişiler yanlıştır (yanlış bilinçlidir) ve gerekirse, hem de kendilerinin iyiliği adına, düzelmeye zorlanabilirler. Bu onları özgürlüğe ve genelin iyiliğine uymaya icbar etmek anlamına gelir. Kuşkusuz, bu kavrayış, dinî ve seküler versiyonlarıyla, modern totalitarizmin düşünce zembereğidir.
Çağdaş liberal demokrasinin açılımında millî iradenin kısmî bir rolü ve yeri elbette vardır. Ancak, demokrasi sadece ona atıfla tanımlanamaz. Çünkü, liberal demokratlar inanırlar ki, böyle herkesi kuşatan ve herkesi temsil etme kabiliyetine ve tutarlılığına sahip bir irade yoktur. Toplum/halk/millet aralarında birçok bakımdan farklılıklar olan parçalardan müteşekkildir ve bu parçaların iradeleri (tercihleri) farklı istikametlerde tezahür edebilir. Bu yüzden, istikralı bir demokraside ikide bir millî iradeye/halk iradesine atıf yapmak bir anakronik tutum sayılabilir. Modern demokrasi daha çok birey haklarına, siyasî ve sosyal azınlıkların korunmasına vurgu yapar. Hukukun hâkimiyeti, anayasal yönetim denen şey bunun başka türlü ifadesidir. Mamafih, oturmamış, yeterince kurumsallaşmamış, istikrarsız demokrasilerde durum en azından zaman zaman farklılaşabilir ve millî iradeye atıf yapmak anlamlı ve gerekli olabilir.
Nasıl mı? Diyelim ki, bir aile ülkede egemenliğin çeşitli sebeplerden dolayı kendisine ait olduğunu ileri sürüyor. Siyasî iktidar aile tarafından kullanılır ve yine aile içinde el değiştirir diyor. Böyle bir iddia karşısında, millî iradeye atıf yapılarak, egemenliğin millete ait olduğu ve kimin yönetme hakkına sahip olacağının millet tarafından belirlenmesi gerektiği pekalâ söylenebilir ve bu çok da anlamlı olur. Bugün Türkiye’de böyle bir durum yok. Kimse egemenliğin bir hanedana ait olması gerektiğini öne sürmüyor. Aslında, birileri bu fikri savunsa, en azından, daha sağlıklı bir fikir hayatına sahip olurduk. Ne yazık ki Türkiye henüz bu tür tartışmaları kaldıracak çapta bir ifade özgürlüğü tesis edemedi.
Millî irade retoriğinin meşru, anlamlı ve yararlı olacağı başka bir durum daha var. Üstelik bu hayal değil bir realite. Diyelim ki, bir bürokratik otorite, millî iradeye ortak olduğunu iddia ediyor. Bürokrasi içindeki otonom yapılanmasına dayanarak millî iradenin yönetme hakkına sahip parçasının yürütme otoritesine meydan okuyor veya ona ortak olmak istiyor. Böyle bir durumda millî iradeye atıf yaparak bu talebe karşı çıkmanın bir anlamı var mıdır? Evet vardır.
Demokratik bir ülkede siyasî meşruiyet ve meşru kamusal otorite bürokratik kadrolar içinde otonom yapılar oluşturmaktan değil bilinen demokratik süreçlerde yer almaktan geçer. Bu vazgeçilemeyecek bir ilkedir. Aksi takdirde, kaçınılmaz olarak, bürokratik tahakküm doğar. Bu tehlikeyi hafife almamak gerekir, zira Osmanlı’dan günümüze uzanan kuvvetli bir bürokratik tahakküm geleneğimiz var. Yani bürokratik tahakküm bizim için filmlerde heyecanla izlediğimiz bir fantezi korku değil, tecrübe edilmiş ve hâlâ tam olarak bertaraf edilememiş bir tehlike.
Bu tehlike sadece herhangi bir iktidar partisini değil, her partiyi tehdit eder. Çünkü, bürokratik tahakkümün tesisi demokratik siyaseti boğar ve tüm siyasî çizgilere zarar verir. Bu yüzden, demokrasiyi benimseyen herkes bu tür otonom yapılanmaların siyasî iktidardan pay taleplerine itiraz etmeli, birey haklarını bastıracak bir otoritenin temeli olması anlamında değil bu anlamda millî iradeye sahip çıkmalıdır.
Bu yazı Yeni Şafak Gazetesi‘nde yayınlanmıştır.