Size hizmet eden mi, yoksa size ‘kimlik’ iliştirmeye çalışan bir devlet mi istersiniz? Tercihlerinize saygı duyan ve serbesti tanıyan bir devleti mi, yoksa dilinize, dininize, ahlakınıza, kıyafetinize karışan bir devleti mi tercih edersiniz?
Tamam, devletin size karışmasını istemezsiniz; peki ya ‘size’ benzemeyenlere, ‘ötekiler’e karışmasına ne dersiniz? ‘Ötekiler’i size benzetmeye çalışan bir devlet sizi memnun mu eder, rahatsız mı?
İdeolojimiz, kimliğimiz ve inancımızdan bağımsız olarak (olabildiği kadar) devletin ‘kimlik inşa edici’ bir araç olarak kullanılması konusunda gerçekten ne düşündüğümüzle yüzleşmemiz gerek. Müdahaleci, ceberrut ve hatta ideolojik devlet, toplumun eğilimlerinden ve tercihlerinden bağımsız değil. Nasıl bir devlet istediğimize teker teker vereceğimiz cevapta gizli nasıl bir devlete sahip olduğumuz…
Ama ince bir de detayı var bu sorunun. Sanırım Türkiye insanının büyük çoğunluğu kendine karışmayan, kendine kimlik dayatmayan bir devlet ister. Peki devletin başkalarına, kendinden farklı olanlara da karışmasına karşı çıkarlar mı?
İşte bundan emin değilim. Başörtülülere, gayrimüslimlere, Kürtlere, Alevilere yapılan ‘haksızlıkları’ aynı ve eşit şekilde ‘görmeyi’, gördükten sonra da bu ‘haksızlıklara’ aynı oranda karşı durmayı becerdiğimizi söylemek zor. Bir tür ‘çifte standart’ durumu var; var çünkü ‘biz’den farklı olanla ilişkimiz sorunlu. Geçen hafta yeni bir kitabım yayımlandı. İsmi iki yıl önce bu köşede çıkan bir yazımdan; Ej Zı Te Hez Dıkım (KA Kitap), yani Kürtçe ‘seni seviyorum’ demek. Kitap yüzlerce yıldır birlikte yaşamakla birlikte ‘yabancılaştıklarımızı’, hatta ötekileştirdiklerimizi anlatıyor. Anlaşılsın diye de Türkçe!
Kitabın sunumundaki şu tespitler konuyla alakalı: “Mesele ne şu ne bu; farklı olanla, bize benzemeyenle birlikte yaşamayı bilmiyoruz. Belki de unuttuk…
Etrafımızda kim varsa önce ‘ötekileştiriyor’ sonra da ondan korkuyoruz. Farklı olanı korku ve tehdit kaynağı olarak gördükçe de ne demokrasi mümkün oluyor ne barış… Herkes herkesi kendine benzetmeye çalışıyor, çünkü kendilerine benzemeyenlerle nasıl yaşayacağını bilemiyor. Yüz yıldır bu topraklarda kavga da hep bu yüzden çıkıyor. Bir de kendimiz kalarak birlikte yaşamayı denesek. Belki de daha kolaydır!”
Bunun için ise devleti kimlik inşa edici bir güç olarak görmekten vazgeçmek, bütün kimlikleri meşru ve eşit varlıklar olarak tanımak şart. Toplum farklı olandan korktukça devletin farklı olanları (Kürtler, Aleviler, gayrimüslümler, dindarlar vs.) bir şeylere ‘benzetme’ çabası bitmez.
Oysa devletin işi bizim için kimlik icat ve inşa etmek değil, olamaz. Devlet topluma ‘kimliklendirilebilir’ bir nesne, bir proje olarak baktığı anda ‘otoriterleşir’. Topluma bir kimlik giydirmeye çalışan bir devlet ile o toplum arasında ‘hiyerarşik’ bir ilişki kurulur. Devlet kendini toplumun üzerine koyar, ona ‘doğru’ bildiği kimliği ‘aşılama’ hakkını kendinde görür.
Devlet-toplum ilişkisinde böylesi bir hiyerarşinin varlığı ise toplum merkezli bir demokrasi geliştirmeyi imkansızlaştırır.
Dahası, toplumun içinde devletin ‘model kimlik’ine itiraz eden gruplar, kişiler olacaktır. Toplumla hiyerarşik bir ilişki kuran bir devlet, toplumdan gelen bu itirazlara müsamaha göstermez. Hele arkasında belli bir toplumsal güç de varsa. Dolayısıyla siyaset ‘kimlik çatışmaları’na kilitlenir. Devletin kimliğiyle kendilerini özdeşleştirenler için de devleti desteklemekten başka bir seçenek kalmaz. Siyaset aklı, kitleleri kimlik zindanlarına tıkıp arkasından kilitlemek biçiminde işlemeye başlar.
Devletin ‘kendine benzerlerden oluşan bir toplum’ inşa etme girişimine direnmek gerek. ‘Karışmayın kardeşim, hayatıma karışmayın; başörtüme, kıyafetime, dilime, içkime, düşünceme, mezhebime, inancıma karışmayın’… diyenler önce birbirlerine karışmasalar, sonra da devlete ‘dur’ deseler ne olur?
Bu yazı Zaman Gazetesi’nde yayınlanmıştır.