Üstat Hayek, Kölelik Yolu’nda faşizmin, “komünizmin bir hayal olduğunun anlaşılmasından sonra varılan safha” olduğunu söyler. Yine aynı şaheserinde sosyal demokrasinin dahi faşizme giden süreçte ne kadar etkili olabileceğini Almanya özelinde betimler. I. Dünya Savaşı sonrası Almanya’da yaşanan süreç, diğer totaliter rejimlerde olduğu gibi faşizminde bize bir “çalkantı dönemi çocuğu” olduğunu göstermesi bakımından ibret verici idi.
Alman yapımı bir film olan Die Welle (Dalga), bunun ille de böyle olmak zorunda olmadığını, sistem olarak olmasa bile zihniyet olarak faşizmin sadece çalkantı dönemlerinde sahne almak zorunda olmadığını gösteren sıra dışı bir film.
Film, her biri bir başka ideolojiyi dönem boyunca işleyecek olan sınıflardan faşizmi anlatacak olanın başına sıra dışı bir muallimin geçmesiyle başlıyor. Muallim talebelere, “sizce aynı şeylerin Almanya’da yeniden yaşanması mümkün mü?” sorusunu yöneltir. Sınıftaki hâkim kanı, faşizmin “kötü” bir şey olduğu ve tabii ki de artık böyle bir şeyin yaşanmasının imkânsız olduğu yönündedir. Böylece muallim soruyu ve ona verilen bu cevabı test etmeye girişir.
Talebelerden gruba bir isim, sembol, selamlama hareketi, marş, slogan vs. bulmalarını ister. Kısa süre içinde hepsi bulunur. Öğrenciler bu sembolizmin büyüsü altında “ödev”i sınıf duvarlarının dışında çıkarmaya, önce okula ve daha sonra da şehir çapında duyurmaya girişir. Bunu, grubun kenetlenmesi ve okulun diğer öğrencilerine karşı bir cephe alması takip eder. Zamanla, bilhassa normal şartlarda pek popüler olmayan ve itilip kakılan talebeler kendilerini gruba ve onun birlikteliğine, ülküsüne adar.
Grup bir süre sonra kontrolden çıkmaya ve zapt edilememeye başlayınca Muallim bütün sınıfı spor salonunda toplantıya çağırır. Amacının bir “ders” vermek olduğunu, tüm bu yaşananlarla dersin başında sorduğu soruyu test etmek istediğini ve onlara bunu göstermek/kanıtlamak istediğini anlatmak ister. Konuşmasının sonuna doğru herkes şaşkınlık içindedir. Başlangıçta bunun bir “ödev” olduğu unutan, daha doğrusu unutmak isteyen, grubun cazibesi tarafından çepeçevre kuşatılmış olan talebeler “ne yani, grup dağılıyor mu, her şey bu kadar mıydı” bakışları fırlatır, inanmak istemezler. Kimisi ise fena faka bastığını fark ederek utanır. Tam bu sırada, “normal” zamanlarda en çok itilip kakılan ve bu grupla bir aidiyet kazanan öğrencilerden biri silahını çekerek Muallime destek için yanında bulunan talebeyi vurur.
Film hem Almanya hem de tüm dünya için devam etmektedir. Dünyanın çeşitli bölgelerinde ne bir askeri darbe olmayacağının, ne de faşizmin çeşitli ülkelerde tekrar yeşeremeyeceğinin bir garantisi yok.
31 Mayıs 2013’de Taksim’de de ödev konusu “Gezi Ruhu” olan bir sınıf kuruldu. Yukarıda anlatılan tüm o sembolizm ve grup aidiyeti, ortak ülkü etrafında kenetlenme her şeyiyle bu sınıfta tekrarlandı. Oluşturulan mitolojiyi kutsamayan, güzellemeler yapmayanlara Yıldıray Oğur’un, “faşizm susma değil, konuşma mecburiyeti”dir şeklinde özetlediği baskı operasyonu yapıldı. Gezi’nin nobran ve baskıcı ruhu ancak olaylar durulup, Gezi’deki gayri tabii hususlar görüldükten sonra yazılabildi. Tabii her şeyden öte “gezi faşizmi”, “ölmek için daha güzel bir gün olabilir mi” twitleriyle oluşturduğu şiddet sarmalıyla kan da akıttı.
Sınıftaki talebelerin kim olduğuna ilişkin geniş bir külliyat var elimizde. Baskın Oran “Gezi’nin üç halkası”ndan; Ferhat Kentel ise çekirdekteki halkanın “evindeki perdenin rengine beraber karar veren” yeni bir kuşak olduğundan ve bu kuşağın Erdoğan’ın nobran diline, onlara ne yapıp yapmayacağına müdahale etmesine karşı çıktığından dem vurdu. Bunun böyle olmadığına ilişkin de çokça yazı yazıldı ve bunun da bir külliyatı oluştu tabii.
Lakin artık bunları konuşmanın da pek fayda etmediği, doktorun, “artık ne istersen yiyebilirsin” dediği safhadayız. Zira gelinen son noktada “sınıf”ın hareketi okul duvarlarını aşıp Silivri kapılarına dayanmış görünüyor. Tabii ki oltaya gelen sol-liberaller ve bu arada Neo Taraf “Gezi Ruhu bu değil” minvalinde bir sürmanşetle, “Gezi Ruhu Silivri’ye gitmez” dedi ama konu bu değil. Konu, bu örnekte vücut bulan ve nasıl doğmuş olursa olsun, Gezi olayları vb. olayların, yani insanların birey olarak değil, kolektivitenin bir parçası olarak var oldukları bu tip organizasyonların varabilecekleri ibret verici sahhadır.
Türkiye’nin en önemli davasının son duruşmasında tüm dünyanın “takdirini” kazan(dırtıl)mış bir hareket boy gösterecek. Evet, AİHM verdiği kararlarla davanın sağlıklı ilerlediğine kanaat gösterdi ve darbeci zihniyetin gazını aldı ama Ergenekon davası konusunda zihni dünden bulanmaya müsait Batı’nın Ergenekon algısının artık ne yönde değişebileceğini tahmin etmek güç değil. Bu, tohumları Gezi’de atılan bir süreç ve algı yönetimi meselesi ve M. Türköne’nin tabiriyle “isyan”ın ilk adımı Silivri’de atılıyor.
Sonuç olarak Silivri çağrısı bize, “bu daha başlangıç” sloganlı Gezi Ruhu’nun şekillenmesine katkı sunacağı Türkiye’nin, “evindeki perdenin rengine bile beraber karar veren” ve “Erdoğan’ın nobran dilinden şikâyetçi” olan o meşhur “Y kuşağı” için daha yaşanabilir bir Türkiye olup olmayacağı konusunda ipucu veriyor. Büyüyen bu “dalga”, ‘perde rengine karar vereceğimiz bir ev’ bırakmayacak gibi.