“Sözün bittiği yer” ifadesini sevmem. Çünkü sorunlarımız ne kadar ağır ve acılarımız ne denli yoğun olursa olsun, sorunları çözmenin ve acıların üstesinden gelmenin ancak sözle olabileceğine inanırım. Söz, hayatı anlamlandırır. Bizi barış, özgürlük ve demokrasi gibi değerlere söz ulaştırır. Medeni bir dünya ancak söz ile kurulabilir. Bu nedenle, söz bitmez, bitmemelidir.
Ancak söz söylemenin güç olduğu anlar vardır. Gerçekten bazen bir olay karşısında dilinizin tutulduğunu hissedersiniz. Tanık olduğunuz acıya hiçbir kelimenin merhem olmayacağını düşünürsünüz. Kelimeler boğazınıza dizilir, ağzınızdan kerpetenle bile tek bir harf alınmayacak duruma gelirsiniz. Söze olan inancınızın örselendiği zor zamanlardır bunlar.
Bu ülkenin -benim tanık olduğum- son otuz yılı hep zor zamanlar ile geçti. Dün Uludere ’de, bugün Antep’te bombalarla paramparça edilen bedenler, hayatlarından koparılan masumlar, onların arkasında onulmaz bir yaraya mahkûm edilen aileler nedeniyle söz ağzımızda tıkandı.
Bir insanlık suçu işlendi Antep’te, “halk düşmanları” bayramı mateme dönüştürdü. Kör terörü icra edenlerin kimliği net değil. İlk akla gelen şüpheli olan PKK , herhangi bir ilgisinin bulunmadığını açıkladı. Fakat geçmişte PKK’nin bu tür birçok eylemi önce reddedip daha sonra üstlendiği ve yakınlarda PKK sözcülerinin şehir merkezlerini hedefleyecek eylem yapacaklarına dair tehditleri göz önüne alındığında bu açıklamaya şüpheyle yaklaşmak gerekir.
Eylemin arkasında PKK de olabilir, ama Suriye istihbaratı ve bir başkası da. Örgütler tek başlarına da yapmış olabilirler, birlikte de. Eldeki verilere bakılırsa, eylemin sorumlusu kısa süre içinde açıklığa kavuşacak. Kimin tarafından gerçekleştirilmiş olursa olsun bu bombalamanın, birbiriyle bağlantılı üç amacının olduğunu düşünüyorum.
Yumuşak karın
Birincisi, Türkiye ’de Türkleri ve Kürtleri karşı karşıya getirecek bir ortamı yaratmak. Türkiye’nin yumuşak karnı olan Kürt meselesi, karşılıklı milliyetçilikleri de palazlandıran en önemli kaynak. Milliyetçilik, Türkiye ’de hemen bütün siyasi hareketlerin ortak paydasıdır. Milliyetçiliğin can damarı ise şiddettir. Bombalamalar ve ölümlerin arttığı kaotik bir ortam, milliyetçi duyguları keskinleştirir ve öteki olarak bellenenlere saldırmak için uygun zemini oluşturur. Gaye, iki halkın bir arada yaşayamayacağı duygusunun giderek daha fazla sayıda insanda yer etmesini sağlamaktır. Böylece herkes kendinden olmayanı/karşısındakini düşman olarak görecek ve kendi içine kapanacaktır.
İkincisi, siyaseti antidemokratik bir ruh halinin tesiri altına almaktır. Askeriyle siviliyle her gün insanların hayatlarını kaybettikleri bir yerde hak ve özgürlüklerden bahsetmek, son derece güç bir iş haline gelir. Hak ve özgürlük temelli bir siyaseti savunanlar, meydana gelen felaketlerin ve ölümlerin sorumlusu olarak lanse edilir. Şiddetin dozunu yükseltenler, devletten/hükümetten buna aynı şekilde mukabele etmesini, demokratik talepleri bastırmasını, hak ve özgürlükleri askıya almasını, askeri ve güvenlikçi stratejilere hız vermesini bekliyorlar.
Cesaret
Böyle bir durumda siyasetçiler devre dışı kalır, parti kapatmalar gündeme gelir ve bir bütün olarak siyasal alan daralır. Siyasetin parantez içine alınması ise -en fazla- “siyaset ile yürünebilecek bir mesafe olmadığını” savunanların ekmeğine yağ sürer. Siyaset güç kaybettikçe, Türkiye ’de demokratik mücadele için gerekli şartların bulunmadığının ve ancak silaha başvurarak bir çözüme ulaşılabileceğinin propagandasını yapanlar güç devşirir.
Üçüncüsü, muhtemel bir müzakere sürecinin önüne geçmektir. Kutsal addedilen bir bayram gününde katliam yapanlar, hiçbir hükümetin böylesi bir ortamda PKK ile müzakereye cesaret edemeyeceğini de hesaplamışlardır. Bombayı koyanların, bu bombayla bütün köprüleri yıkmayı ve en küçük bir müzakere ihtimalini de berhava etmeyi hedefledikleri söylenebilir. Bu hedefi güden üç grup var: PKK’deki “devrimci halk savaşı” taraftarları, devlet içinde müzakereye sıcak bakmayanlar ve Ortadoğu’nun yeniden şekillendiği dönemde Türkiye ’de istikrarsızlığın hâkim olmasını isteyen bölge ülkeleri.
Şurası açık: Türkiye , Kürt meselesini çözmedikçe sürekli olarak bir çatışma/savaş alanı olarak kalmaya devam edecek. Bu çatışma/savaş hali ise Türkiye’yi daima kırılgan bir halde tutacak ve Türkiye’yi güçten düşürmek isteyenler sürekli bu zayıf noktasından vuracaklar. Bu itibarla Türkiye’nin hayati önceliği bu sorunu çözmesi. Çünkü artık biliyoruz ki, Kürt meselesini çözmeden Türkiye ’de vatandaşların gündelik hayatını etkileyen hiçbir problemi tam anlamıyla çözebilmenin imkânı yok.
Hamaset dili
Kürt meselesi ise sadece çatışmaları bitirmekle sınırlı değil. Bu, Türkiye ’de toplumsal barışa ve demokrasiye dayanan bir toplum olabilme sorunudur. Burada iktidarı, muhalefeti ve sivil kuruluşlarıyla toplumun bütün kesimlerinin önemli sorumlulukları var. Bir bütün olarak toplumsal kesimlere düşen, güçlü bir demokratik tepki ortaya koymak. Hiçbir gayenin insanların ölümünü haklı kılamayacağını yüksek sesle haykırmak, bu yola başvuranlara başvurdukları yolu lanetlediklerini göstermektir. Hükümet ise öncelikle hamasete prim vermemelidir. Toplumda derin nefret uyandıran olayların arkasından hamasi bir dile yaslanmak, yapılabileceklerin en kolayı. Ancak hamasetin bir sorunu çözdüğü görülmüş değil: Aksine hamaset, kutuplaşmayı artırır, Kürt düşmanlığını yaygınlaştırır, gerginliği büyütür ve kışkırtmaların amacına ulaşabileceği bir toplumsal durum yaratır.
Hükümet, bir yıldan beri yoğun bir şekilde uyguladığı asayiş politikalarının sonuçlarını da gözden geçirmeli. Yeni bir değerlendirme yapmalı ve bir demokratikleşme atağı başlatmalı. Asayişçi politikaların çözüme katkıda bulunmadığı, aksine daha da derinleştirdiği açıktır. Devlet elbette, askeri ve polisiyle kendi güvenliğini temin edecektir ama sosyal ve siyasal yönü ağır basan bir sorunu askerin ve polisin caydırıcı gücüne bel bağlayarak çözmek mümkün değil.
Demokraside kısıtlamaya gitmek, devletin alışılagelen ama çözüm üretmekten uzak tepkilerini göstermek ve milliyetçi ezberlere sarılmak, menfur saldırıları gerçekleştirenlerin emellerine hizmet eder. Bu nedenle yapılması lazım gelen, bunun tam tersidir. Yani demokrasiye hız vermek. Sorunların çözümünde anahtar olan, Kürtlerin temel haklarını herhangi bir pazarlık konusu haline getirtmeden tanıyan, herkesin eşit ve özgür bir şekilde bir arada yaşamasını amaçlayan bir demokratikleşme hamlesidir. Demokratikleşme ise, ancak “söz “ ile olur. Zor zamanlarda “söz”e her zamankinden daha fazla ihtiyaç vardır.
Radikal 2, 26.08.2012