Bedava üniversiteyi savunanlar, görüşlerini hep “Eğitimin vatandaş açısından temel bir hak, devlet açısından da temel görev olduğu; paralı yüksek öğretimin bu hakkı kısıtladığı ve eğitimde eşitlik ilkesine aykırı olduğu” argümanına dayandırırlar.
Oysa bu noktada biraz durmak ve epey yozlaştırdığımız şu “hak” kavramına daha yakından bakmak gerekir:
Herhangi bir sosyal ya da ekonomik talep, adına “hak” dendi diye diye hak olmaz. Anayasamızda belirtilen eğitim hakkı, her vatandaşın hiçbir kısıtlama olmaksızın, istediği kurumda ve istediği düzeye kadar özgürce eğitim yapabilme hakkına sahip olmasıdır.
Diyelim ki “Kız öğrenciler şu şu okullara giremez”, “Filanca etnik grup şu dallarda eğitim yapamaz” şeklinde
bir sınırlama eğitim hakkının ihlalidir. Devletin görevi de, vatandaşın bu hakkını garanti etmek, yani eğitim hakkını özgürce kullanmasının önündeki engelleri kaldırmaktır. Tabii eğer devlet “şu kadar yıl zorunlu eğitim”
diyorsa, o kadar yıl parasız eğitim vermek zorundadır. Ama işte bu kadar… Onun dışında devletin, bütün vatandaşlarını istedikleri son sınıra kadar bedava okutmak diye bir görevi olamaz.
Tıpkı, vatandaşların konut edinme hakkının, devlete, bütün vatandaşlarına birer konut sağlama görevi yüklemeyeceği gibi… Tıpkı, çalışma hakkının, devlete, bütün vatandaşlarına iş bulma yükümlülüğü getirmeyeceği gibi…
Hak değil, hizmet talebi
Bedava yüksek öğretimi devletten bir “hak” olarak değil ama bir “hizmet” olarak bekleyebilirsiniz. Yani, devletin ödenen vergiler karşılığında ve imkânlar ölçüsünde size bedava üniversite eğitimi sağlamasını talep edebilirsiniz. Ama artık bu, bir “bütçe öncelikleri” tartışmasıdır. Oysa hak dediniz mi, akan sular durur.
Çünkü haklar ne bütçe imkânı dinler ne öncelikler sıralaması… Hiçbir şekilde kısıtlanamaz, şarta bağlanamaz. Ve zaten kimseden de istenemez. Çünkü “hak” zaten bizde olandır. Bizim sahip olduğumuz ve başka birine veremediğimiz, devredemediğimiz bir şeydir.
Haktan farklı olarak, hizmetin ne ölçüde verilebileceği ise, özünde bütçe tartışmasıdır; ülkenin imkânlarına, toplumun önceliklerine ve Meclis’in politik tercihlerine göre tartışmayla belirlenir. Parasız üniversite meselesine bütçe öncelikleri açısından baktığımızda iki temel kıstas çıkar ortaya: Bir, eğitime ayrılan kaynakları nasıl kullanmak daha adil ve eşitlikçidir?
İki, eğitime ayrılan kaynakları nasıl kullanmak en rantabldır? Birinci soruya verdiğim cevabı dünkü yazımda açıklamıştım. Eğitime ayrılan kaynaklar mümkün olduğu kadar üniversitelere değil, zorunlu olduğuna göre, mutlaka parasız olması gereken temel eğitime harcanmalı, nüfusun küçük bir yüzdesinin yararlandığı yüksek öğretim ise büyük ölçüde bu hizmetten yararlananlar tarafından finanse edilmelidir.
Rantabilite konusuna gelince…
Bildiğimiz gibi, ekonomi yönetiminin en temel ilkesi, kıt kaynakların en rantabl bir şekilde tahsisi meselesidir. Hükümetler bütçe yaparken bunu gözetmek zorundadır. Eğitim için ayrılan paranın nasıl kullanılacağı belirlenirken de aynı ilke gözetilmelidir.
Eğitim amacıyla yapılan yatırımların biri kamusal diğeri kişisel olmak üzere iki tür getirisi vardır. Kişisel getiri eğitim görmüş olan kişinin yaşam boyunca bundan elde edeceği ek gelirin, kamusal getirisi ise kişinin eğitim almasından dolayı yaratılan katma değerin o kişinin eğitimi için yapılan yatırıma oranı olarak tarif edilir. Dolayısıyla herhangi bir eğitim yatırımının sonucu ne kadar çok toplumsal getiri sağlanıyorsa, o eğitimin o kadar büyük oranda toplum tarafından finanse edilmesi; ne kadar çok kişisel getiri sağlanıyorsa, o oranda da bireyin kendisi tarafından finanse edilmesi mantıklıdır.
Geçtiğimiz yıllar içinde Avrupa Birliği’nin eğitimle ilgili birimlerinde bu konuda çeşitli çalışmalar yapılmış. Eğitimin çeşitli aşamalarında eğitimin kişisel ve kamusal getiri oranları ölçülerek bir grafik çıkarılmış. Ve görülmüş ki, eğitimin iki ucu, yani ilkokul öncesi ve doktora düzeyinde eğitim, toplumsal katkının en yüksek, bireysel katkının en düşük noktalarını oluşturuyor. Bir başka deyişle, anaokulu ve doktora eğitimi için yapılan yatırımlarda, fayda büyük çok oranda topluma dönüyor, bireysel yarar sınırlı kalıyor. Buna karşılık, kişisel getirinin en yüksek-kamusal getirinin en düşük olduğu dönem ise lise ve lisans düzeyi olarak ortaya çıkıyor.
İşte bu getiri tablosu bize, eğitime ayrılan kıt kaynakların nasıl tahsis edilmesinin daha akıllıca olacağı konusunda da bir fikir veriyor. Ve sadece adalet açısından değil rantabl olup olmama açısından bakıldığında da yükseköğretimin finansmanının tamamıyla devlet tarafından yapılmasının doğru olmadığını ortaya koyuyor.
Herkes gider Mersin’e
Peki yüksek öğrenimdeki harcamaların ne kadarı devlet ne kadarı bireyin kendisi tarafından karşılanmalı? Bu konuda genel kabul gören görüş, yüksek öğrenimin kişisel ve kamusal faydasının yarı yarıya olduğunu varsaymak ve maliyeti de toplumla birey arasında yarı yarıya paylaştırmak yönünde… Tabii ki bütün bu oranlar, paralı üniversiteyi destekleyecek etkin burs sistemleri ve karma finansman yöntemleri tartışmaya açık konular. Ama biz bugün bu noktadan o kadar uzağız ki… Üniversitelerin finansmanı konusunu ciddiye alan ülkelerin bunları tartıştığı bir dünyada, bizim hükümetimiz zaten sembolik olan harçları kaldırma kararı alıyor. Yıllardır bu konuda ciddi araştırmalar yapan eğitim uzmanlarından da hiç ses çıkmıyor!..
Bugün, 28.07.2012