Başbakan Erdoğan’ın “dindar bir gençlik yetiştirmek istiyoruz” sözü üzerine ne demek lazım?
Önce belirteyim ki, 80 küsur yıldır tüm devlet araçlarını “Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı” nesiller yetiştirmek için kullanmış olanların, bu söze itiraz etmeye hakkı yok. Eğitim sistemini bir “beyin yıkama cihazı” olarak kurgulayan, bunu değiştirmeye yönelik her türlü teklif (örneğin Gençliğe Hitabe’nin okullardan kaldırılması fikri) karşısında da küplere binen zihniyetin, aynı “cihaz”ın başkalarınca kullanılması karşısında dayanacağı bir “ilke” yok çünkü.
Ama ben, devletin “laik” nesiller yetiştirmeye kalkmasına karşı çıkmış biri olarak, aynı devletin “dindar” nesiller yetiştirmeye kalkmasına da karşıyım.
Tabii Başbakan’ın sözü bu anlama mı geliyordu; burası şimdilik muğlak. Çünkü “devlet ideali” ile “parti ideali” arasında fark var.
Demek istediğim şu: AK Parti, muhafazakar bir parti olarak, kendi gençlik kollarında “muhafazakar değerler”i ve bu arada “dindarlığı” güçlendirmeyi hedefleyebilir elbette. (Nitekim, siyasetin tam zıt tarafında yer alan İşçi Partisi, sitesinden desteklediği yayın ve seminerlerle, yıllardır “diyalektik materyalizm”e ve dolayısıyla ateizme inanan gençler yetiştiriyor.) Burada bir sorun yok.
Dindarlığı özgürleştirmek
Ancak gerek AK Parti’nin gerekse mütedeyyin kadrolara sahip başka her siyasi partinin devlet eliyle yapması gereken tek şey, “dindarlık oluşturmak” değil, “dindarlığı özgürleştirmek”tir.
Nasıl mı? Mesela:
İmam-Hatip mezunlarının maruz kaldığı “katsayı” ayrımcılığını ortadan kaldırarak. (Bu çok şükür ki halledildi; CHP’nin takozuna takılmazsa.)
Başörtülü vatandaşları her yerde “birinci sınıf vatandaş” haline getirerek. (Üniversitede palyatif bir çözüm sağlandı; ama “kamu”da ayrımcılık sürüyor.)
“Tevhid-i tedrisat kanunu”nu kaldırıp, tüm demokratik ülkelerde var olan “sivil dini eğitim”in önünü açarak.
“Tekke, türbe ve zaviyeler”i yasaklayan otoriter kanunları kaldırıp, her türlü tarikat, cemaat ve dini hareketi özgürleştirerek.
Ancak Türkiye’deki din özgürlüğü sorunları ağırlıklı olarak Sünni dindarları ilgilendiren bu üstteki maddelerden ibaret değil kuşkusuz:
Alevi dindarların da, cemevlerinin tanınması ve “zorunlu din dersinin kaldırılması” gibi haklı talepleri var.
Hıristiyanların hakları hala çok kısıtlı. Darbecilerin kapattığı Heybeliada Ruhban Okulu hala kapalı. Protestan Kiliseler Derneği’nin geçenlerde yayınladığı Hak İhlalleri İzleme Raporu, “ibadet yeri kurma ve devam ettirme konusundaki sorunlar”ı gözler önüne seriyor.
Devletten özgürleşmek
Bu meseleler tartışıldığında, bazı muhafazakarlarda ortaya çıkan bir eğilim var: Sadece Sünni İslam’ın özgürlüğünü önemsemek ve dahası Sünni İslam’ın güçlenmesi için devletten destek beklemek.
Bunların hiç de “demokratik” tutumlar olmadığı, liberaller ve sol demokratlarca yeterince izah edildi. Ben ise iki boyut daha ekleyeyim:
Birincisi, sadece Sünni İslam’ın özgürlüğünü önemsemek, İslam’ın kendisiyle çelişir. Çünkü İslam, Ehl-i Kitab’ın tüm haklarını tanıyarak, ve din-içi çoğulculuğu kabullenerek, “din özgürlüğü”nü en baştan beri korumuştur.
İkincisi, devletin “dindarlık oluşturması”, kaçınılmaz olarak “dindarlığı tanımlaması” sonucunu doğurur. Bu ise bir yandan dini devletin çıkarlarının aracı haline getirerek dünyevileştirir. Diğer yandan da dindarlığı tektipleştirir ve donuklaştırır.
O yüzden de devletin din için yapabileceği en iyi şey, ona gölge etmemektir.
Star, 06.02.2012