Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olan şu dönemde” diye başlayan beylik konuşmalar, “Eski Türkiye”nin alamet-i farikası gibiydi. Askerlerin belirlediği “milli doğrular” her vatandaşa dayatılır, hele de Kıbrıs ya da “sözde Ermeni Soykırımı” gibi “milli dava”larda herkesin aynı çizgide birleşmesi istenirdi.
Ama Eski Türkiye’nin pabucu dama atıldı. “Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olan şu dönemde” diye başlayan cümleleri, bugün daha ziyade espri malzemesi olarak duyuyoruz. O zaman dikte edilen “milli doğru”lara aykırı sesleri de artık özgürce çıkarıyor ve işitiyoruz.
Ancak Eski Türkiye’den Yeni Türkiye’ye siyaseten geçivermiş olmak, eski zihniyetlerin de bir anda yenilendiği anlamına gelmiyor. Aksine, bu “zihniyet” denen şey, epey dayanıklı bir şey. Dolayısıyla bazen kendisini pek değiştirmeden yeni kalıplara girip yaşamaya devam edebiliyor.
Mavi Marmara tartışması
Bu “teorik” lafların pratik sebebi ise, İsrail, Gazze ve Mavi Marmara konusunda da bir “birlik ve beraberlik ihtiyacı” içinde olmamız. Daha doğrusu, bazılarımızın böyle düşünmesi.
Bana bunu düşürten, Yıldıray Oğur’un Mavi Marmara’daki direniş yöntemini sorgulaması üzerine aldığı bazı tepkiler oldu. Mavi Marmara’nın misyonunu tamamen haklı bulan, İsrail saldırganlığını tartışmasız lanetleyen ve gemide katledilen dokuz vatandaşımızı “şehit” saymaktan da geri durmayan Oğur, sadece, “gemiyi sopalarla savunmak yerine pasif direniş daha doğru olurdu” mealinde bir görüş savundu. TGRT’de yayınlanan “Siyasi Akıl” adlı programımda da kendisini konuk ettim ve dediklerini detaylıca konuştuk.
Oğur’unki kuşkusuz bir görüştür ve karşı görüşlerle eleştirilebilir. Ancak böylesi bir tartışma başka; bu konuda tek bir ahlaki pozisyon olduğunu, bundan sapanların yanlışa (ve hatta düşmana) hizmet ettiğini, yahut doğrular arasında “vesvese” ürettiğini söylemek başka. Bu ikincisi, kadim “birlik ve beraberlik ihtiyacımız”ın ve onun altında yatan “doğruları belirleme” alışkanlığının yeni bir yansıması gibi duruyor.
Kuşkusuz, hassas bir mesele bu. Mağdurların siyasetini sorgularken zalimlerden yana gibi gözükme riski var. Ama ikincisinden kaçınmak için birincisine hiç fırsat vermemek marifet değil. Çünkü sorgulanamayan hiçbir siyaset gelişme imkanı bulamaz.
Mazlumların siyaseti
Aslında bu dediklerim, tüm bir Filistin davası için geçerli. Filistinliler’in mağdur ve mazlum olduklarına kuşku yok. İsrail’in işgali ve zulmü devam ettiği sürece, Filistin’in “silahlı direniş” hakkı da saklı.
Ama bu direnişin “sivillere karşı şiddet”i (yani terörü) içermemesinde ısrar etmeye, “İsrail’in ekmeğine yağ sürmek” denemez. Dahası, “silahlı direniş” yerine Gandhi-vari bir “sivil itaatsizlik” yöntemi savunmak da “Filistin’e ihanet” sayılamaz. Çünkü, ilkeler bir yana, Filistin davasını asıl zayıflatanın üzerine atılan “terörist” damgası olduğunu, İsrail’in ise asıl “sivil direniş” karşısında zorlanacağını savunmak mümkündür.
Zaten, baksanıza, Oğur’un da yazdığı gibi, Hamas dahi Gazze’den İsrail’e roket atılmasına engel olmak için kendisinden daha radikal olan İslami Cihad’a baskı yapıyor şu ara. Oysa aynı şeyi iki sene önce Türkiye’de söyleyenler (yani “füze atıp İsrail’i provoke etmeyin” diyenler) epey tepki çekmişti.
Özetle, tam da Başbakan Erdoğan’ın çok yerinde bir hamleyle Arap Baharı’na destek turuna çıktığı şu günlerde, “birlik ve beraberlik” korolarından çok, farklı fikirlere ve serbest tartışmalara ihtiyacımız var ki, neredeyse yüzyıldır “Fransız” kaldığımız Ortadoğu’yu iyi anlayalım. Ve ezber bozucu, dönüştürücü siyasetler geliştirebilelim.
Star, 14.09.2011