Artık hepimiz biliyoruz; BDP-PKK-KCK ya da adı her neyse, bu mihrakın tek derdi var.
“Kürt bölgesinde bizim borumuz ötsün” diyor; “Madem bu kadar savaştık, orayı biz yönetelim, o kümesin horozu biz olalım; TeCe yerine biz tahakküm kuralım, eğer dağdan ineceksek, elimizde silah, halkın ensesinde boza pişirecek milisler olarak inelim; önderimiz de başımızda olsun, kendi düzenimizi kuralım…”
Uzun süredir dillerinden düşürmedikleri “statünün netleşmesi” lafının tercümesi bu.
Peki, acaba Kürtler ne diyor bu statü meselesine? PKK’nın derdiyle Kürtler’in çoğunluğunun derdi örtüşüyor mu? Yani onlar kimin tarafından yönetilmek istiyor?
Bu sorunun cevabını aşağı yukarı tahmin ediyorduk. Ama Bilgesam’ın Türkiye’nin değişik illerinde 7 bin kişiyle görüşerek yaptığı son araştırmayla tablo daha net bir biçimde ortaya çıktı.
Buna göre, BDP’ye oy verdiğini söyleyenlerin yüzde 60’ı ‘özerklik talebini’ desteklemiyormuş. Kürt-Zazalar’da bu oran yüzde 78’in üstüne çıkıyormuş.
Bu hesaba bir de BDP’ye oy vermeyen -ve doğal olarak özerklik taslağını da desteklemeyen- Kürtler’i katın, toplam Kürt nüfusun yüzde kaçının özerklik istediğini varın siz hesap edin…
Demek ki, Kürtler’in büyük bir çoğunluğu bizim devletin cumhuriyet tarihi boyunca izlediği inkâr asimilasyon ve zulum politikasına rağmen, bizi PKK yöneteceğine TC yönetmeye devam etsin diyor. Bu tercihte, son yıllarda devlet politikasında baş gösteren değişikliğin yarattığı iyimserlik kadar PKK’nın iktidar olursa nasıl bir düzen kuracağı konusundaki karamsarlığın da etkisi var. Çünkü onlar PKK’yı bizim solcu arkadaşlarımızdan daha iyi tanıyor; nasıl bir düzen vaadettiğini daha iyi biliyorlar. “Demokratik Özerklik” denilen şeyin ne kadar demokratik olacağını; taslakta yer alan o halk mahkemelerinin, mahallelere kadar inen milis güçlerinin ne iş yapacağını bizim PKK muhiplerinden daha iyi anlıyorlar.
Zaten PKK da bunu bildiği için, Kürtler’in bu statü tartışmalarına bulaşmasını asla istemiyor. Bir laf söyleyecek olanları ölümle tehdit ediyor. Onun yerine, devletle kapalı kapılar ardında pazarlık ederek statü kopartmaya çalışıyor.
İşte tam bu noktada, “sol” tandanslı aydınlarımız da PKK’yla aynı noktaya gelmiş oluyorlar. Zira onların da yıllardır tek derdi, devletin Öcalan’ı muhatap alıp onunla pazarlık yapması… Bunu talep ederken, yani statünün devletle PKK yönetimi arasında gizli pazarlıkla belirlenmesini savunurken ne kadar anti demokratik bir pozisyona düştüklerinin farkında bile değiller. Diyelim, PKK bu pazarlıkta devlete “özerklik” çözümünü kabul ettirse, bu “çözümün” Kürt nüfusun büyük çoğunluğunun iradesiyle çelişmesi hiç umurlarında değil. “Statü”nün belirleneceği yerin devletle yapılan gizli görüşmeler değil meşru zeminlerde cereyan eden açık tartışmalar olması gerektiğini kavramıyorlar.
Belki de Türkiye’nin, onların sandığından çok daha gelişkin bir demokrasi kültürüne sahip olduğunun bilincinde değiller. MİT’in, askeri istihbaratın ya da herhangi bir devlet yetkilisinin Öcalan’a ya da dağdakilere af, Kürtler’e özerklik ya da yerinden yönetim gibi konularda söz vermesinin bir anlam taşımayacağını; statünün ancak meşru siyasi zeminlerde tartışarak, kamuoyunu ikna etmeye çalışarak, siyasi ittifaklar kurarak, uzlaşmalar yaparak alınabileceğini anlamıyorlar.
İster federasyon olsun, ister özerk bölge, isterse anayasal vatandaşlıkla pekiştirilmiş eşit yurttaşlık hakkı; bu ilerlemelerin ancak demokratikleşme hareketinin taşıyıcısı olan Kürt-Türk geniş kitleler ikna edilerek yapılabileceğini; Öcalan’ın ev hapsinden dağdakilerin affına kadar atılacak bütün adımaların ancak ihtiyaç duyulan toplumsal destek oluşmuşsa atılabileceğini göremiyorlar.
Sonuçta, PKK’nın Kürtler’i by-pass edip devleti de silah tehdidiyle dize getirme ve bu yolla statü kazanma hayallerine ortak olmuş oluyorlar.
Bugün, 10.09.2011