Piyasa ekonomisi, akılcı bir tüketicinin ‘en kaliteli ve en ucuzu’ talep edeceğini söylerken, geçen hafta yayımlanan Başbakanlık Genelgesi ‘yerli ürün kullanımı’nı teşvik ederek ‘ekonomik aklı’mızı karıştırıyor.
İktisadı ‘bilim’ haline getiren Adam Smith, ‘Kapitalizm’den Liberal Ekonomi’ye kadar farklı isimlerle anılan ‘Piyasa Ekonomisi’nin temellerini atarken, en büyük dayanağı tüm insanların (tüketicilerin) kararlarında ‘rasyonel’ yani ‘akılcı’ davrandığı idi. Bu durum, herkesin bildiği şekliyle ve en basit haliyle, tüketicinin, ‘en kaliteli malı en ucuza’ almak istemesi şeklinde formüle edildi.
‘İnsanın en kutsal’ olduğu bir çağda, doğal olarak, ‘Sanayi Dönemi’nin ‘ne üretirsen satarsın’ anlayışından, ‘tüketicinin krallığını ilan ettiği bir dönem’e geçiş yaptık. Bu dönem, firmaların, sonsuz sayıda mal ve hizmeti birçok kanaldan tüketicinin beğenisine sunarak, yenilikle ayakta kalabildiği bir dönem oldu. ‘Bilgi Çağı’nda daha hızlı ve daha çok bilgiye ulaşabilen tüketici de kendisi için en doğru, yani ‘akılcı’ kararı, kendisini koruyan yasalar ışığında rahatlıkla alabildi. Her ne kadar bu yasa geç de olsa 1995 yılında, Gümrük Birliği sayesinde/zorlamasıyla yürürlüğe girse de Türk tüketicisi için önemli bir adımdı.
Akrabası olduğu için kasaptan bozuk et, iş yapmadığına üzüldüğü için mahalle bakkalından hipermarketin iki katı maliyetine ev alışverişi yapan aklı başında kimse yoktur sanırım. Sonuçta her birey imkânları dâhilinde kendi çıkarını düşünerek hareket eder. ‘Haklarını bilen, haklarına sahip çıkan ve onu savunan bilinçli tüketiciler’ de haliyle kendisi için üretim yapan firmaları -rekabet içine sokarak- ‘en kaliteli malı en ucuza’ üretmeye zorlar. Bunu becerenler ayakta kalır, beceremeyen firmalar ise piyasadan silinerek, iktisadın ana problemlerinden birisi olan ‘kaynakların etkin kullanımını’ sağlamış olur. Bu süreç bu şekilde sürer gider…
Piyasa ekonomisine geçmemiş miydik?
Türkiye, ekonomi tarihinde milat sayılabilecek meşhur 24 Ocak Kararları’yla makas değiştirmiş, yönünü tam tersine, ‘ithal ikameci’ bir anlayıştan, ‘ihracata yönelik kalkınma’ modeline çevirmişti. Bu geçiş sadece ekonomik bir dönüşümü ifade ediyor gibi gözükse de aslında daha da önemlisi içe dönük, dünyadan kopuk, rekabetten uzak bir zihniyetin yıkılması demekti.
Tabii bu süreç kolay ilerlemedi; özellikle Gümrük Birliği’ne geçiş, ‘batarız’ tehditleri savuran yerli üreticilerin feryadıyla başladı, sonunda aynı firmaların bu süreçten kazançlı çıkıp, batmak bir yana yenilenmeleri ve dünyalı olmalarıyla devam etti.
Ancak otuz yılı aşkın bir süredir devam eden piyasa ekonomisine geçiş yürüyüşü hala tamamlanabilmiş değil; çünkü hala ekonomide devletin ağırlığı söz konusu ve yapılması gereken özelleştirmelerin ancak üçte biri yapılabilmiş durumda.
‘Devletin ördüğü’ yüksek gümrük duvarları arkasına saklanarak, rekabetten uzak palazlanmaya çalışan yerli ‘üretici’nin yanında, ekonomide temel bir başka aktörün varlığının anlaşılması ise yıllar sürdü. Dünyada bireysellik almış başını yürümüşken, biz ‘tüketici’yi maalesef yeni keşfettik.
Hangi Başbakan?
Bu uzun girizgâhın sebebi, Başbakan Erdoğan’ın, ‘kamu kurum ve kuruluşlarınca gerçekleştirilecek mal alımlarına ilişkin uygulamalarda, öncelikli olarak Türkiye’de üretilen ürünlerin tercih edilmesini tavsiye etmesi’…
İş tavsiyeyle kalsa bir yere kadar ama yerli ürün kullanılmasına ilişkin Başbakanlık Genelgesi Resmî Gazete’de yayımlanarak birkaç gün önce yürürlüğe bile girdi.
Genelgede, ‘tasarruf ve rekabet ilkelerine uygun hareket edilmesi kaydıyla, Türkiye ihtiyaçlarının yerli ürünlerden karşılanmasının ekonomi açısından büyük önem taşıdığı’ vurgulanıyor. Aslında ‘aynı fiyat ve kalitedeyse’ yerli olan ürünün tercih edilmesine kimse itiraz edemez.
Ancak sorun, 21’inci yüzyılda, ‘Bilgi Çağı’nda, hala ‘yerli’ kavramına takılıp kalmakta öncelikle… Bugün hangi malın yerli, hangisinin yabancı olduğunu çözebilmek mümkün değil ki? Dünyanın dört bir yanında üretilen parçalarının, bambaşka ülkelerde birleştirildiği ürünleri kullanıyoruz… Borsalarda işlem gören, adı üzerinde ‘çokuluslu’ şirketler çağında, hangi şirketin ne kadar hangi ulustan olduğunu bir çırpıda bilmeye imkân da yok ayrıca…
Genelgede, ‘en kaliteli ve en ucuz ürün’ün teşviki anlamına bir tabir kullanmak yerine, ‘yerli ürün’ talebinde bulunmak, vergi veren vatandaşın tüketici olarak gösterdiği çabanın devlet katında karşılık bulmaması anlamına da geliyor.
Daha kötüsü, Başbakan’ın genelgesi doğrultusunda, ‘kraldan çok kralcı’ bir tavrın ortaya çıkması olacak.
‘Her türlü kamu alımında önceliği Türkiye’de üretilen mamullere vereceğiz’ diye ihalelerde yerli şirketlere avantaj sağlanabilecek, halkın vergileri piyasa ekonomisine rahmet okutacak bir şekilde ekonomik akıl dışı dağıtabilecek, Türk şirketlerini yerli olduğu için değil, dünya çapında olduğu için tercih edecek rekabetçi bir zihniyeti yerleştirmenin önü kapatılabilecek…
1980 öncesi gibi ‘devlet eliyle zenginlik dağıtılacaksa’, ‘yerli’ diyerek bir kısım üretici rekabet dışı tutularak ihya edilip, tüketici yok sayılacaksa, özelleştirmeyle falan da uğraşmayalım, ‘yerli yerli’ oturup, kendi yağımızla kavrulalım demek mümkün…
Ancak…
‘Ülkelerin uluslararası piyasalarda rekabet edebilme gücünün en önemli göstergesinin bilim, teknoloji ve Ar-Ge yatırımları olduğunu’ vurgulayarak, ‘dünyada söz sahibi birçok firmanın, satış gelirlerinin yüzde 5-15 arasında bir kısmını Ar-Ge harcamalarına ayırdıklarını’ söyleyen bir başka Başbakan da mevcut.
Milliyetçi değil, rekabetçi
Başbakanın bu çelişkisi siyaseten açıklanabilir olsa da anlaşılamayan, kısa vadeli çıkar uğruna yerli üreticilerin çoğunun ‘yerli ürün kullanımı’ kararını alkışlaması, dünyayla rekabet edemediği sürece ayakta kalamayacağını unutmuş olması.
Baksanıza, hükümetin kamuda yerli malı kullanımına öncelik vermesi için yayımladığı genelgeye iş dünyasından gelen desteğin haddi hesabı yok.
Tüketicilerin istekleri doğrultusunda rekabet gücünü oluşturan kaliteli ve ucuz mal üretimi sağlamak yerine, devletin ağzının içine bakanlar bu küresel rekabet dünyasında ne kadar dayanabilir ki? Bu ‘devasa’ firmaların bunu bilmemesi mümkün mü?
Kişilerin ve firmaların bilgi ve becerilerinin tümünü kullanmaya teşvik eden, daha fazla gayrete özendiren rekabet olmazsa, ekonomik aktörler, ‘kaliteli üretimi, ucuzu aramak’ yerine, ‘kazıklanmamayı’ öğrenmeye çalışmak zorunda kalacaklar korkarım ki. ‘Yerli malı’ kâbusunun hortlamasının bize en büyük kötülüğü de bu olacak.
Genelge büyütür mü?
Şunun şurasında bir iki gün önce OECD, 2011’de Türkiye ekonomisindeki büyümenin yavaşlayarak yüzde 6,5’e ineceğini öngördü. Aynı saatlerde Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, ‘asıl riskin enflasyon değil durgunluk olduğunu, 2012 için yüzde 5’in altında büyümenin sürpriz olmaması gerektiğini’ söylüyordu…
Geldi mi ardı ardına gelen kara haberlerden diğerleri ise gene aynı günlerde, kriz yorgunu gözlerin bile ‘kanıksayamayacağı’, IMF’nin bu yıl için küresel ekonomik büyüme tahminini aşağı yönlü revize ederek yüzde 4,3’ten yüzde 4’e çekmesi oldu. Yetmedi, Goldman Sachs tarafından yayımlanan araştırma raporunda Türkiye ekonomisinin 2011 için büyüme tahminini yüzde 7,5’ten yüzde 6,5’e indirmesi haberi geldi.
Küresel krizin etkileri olanca haşmetiyle üzerimizdeyken, moda deyimle ‘yaklaşmakta olan tsunamiden haberdar olmadıkları için sahilde eğlenmeye devam eden insanların durumu’na düşmemek için, ‘yerli malı’ zihniyetine geri dönen bir hükümetten, acil tarafından bir ‘genelge’ çıkartıp, ikinci bir emre kadar büyümenin düşmemesini talep etmesini beklemek, çok da abes olmaz galiba…
Rekabetin ‘yerli’si olmaz!
Ekonomi biliminin yasaları uygulamadığında, tüketici bilinci devreye girerek, hem ekonomiyi, hem firmaları, hem de tüketiciyi zenginleştirir…
2011-2012 Küresel Rekabet Gücü Raporu sonuçlarına göre rekabet gücü sıralamasında bu yıl 142 ülke arasında 59’uncu sırada bulunan Türkiye’yi daha rekabetçi bir konuma taşımanın yollarını aramak yerine, ‘yerli malı’ üzerinden ekonomik sorunlarına çözüm bulmaya çalışılması ne kadar ayıpsa, Başbakan Erdoğan’ın ‘rekabet ilkelerine uygun hareket edilmesi kaydıyla’ diyerek, rekabetin altını çizmesi bir o kadar sevindirici neyse ki…
Ama gene de yerli üretimi arttırmak için, cari açığı kapatmak için, işsizliği düşürmek için rekabeti öldürmeye gerek yok. Kaldı ki onu öldürünce ekonominin tüm işleyişini öldürmüş oluyoruz. Hala piyasa ekonomisine geçiş sürecini tamamlamamışken, piyasa ekonomisi tüm kurum ve kurallarıyla oturmamışken, dünyayla rekabet edebilecek bir ekonomik güç olalım derken ortaya çıkan bu genelge, piyasa ekonomisini tesis etme yolunda otuz yılda gösterilen çabaya ihanet bile sayılabilir.
Kalkış için hızlanarak yol alan uçağa, pistin sonuna doğru fren yaptırmanın sonuçlarını kestirmek bu kadar zor olmamalı…
Taraf, 12.09.2011