15 Temmuz darbe teşebbüsüne ilişkin yargılama süreçlerinde öne çıkan başlıca iki sorun var. Bunlardan birini bundan bir süre önce Serbestiyet’te Alper Görmüş ayrıntılı olarak kalem almıştı. Görmüş’e göre, 15 Temmuz iddianamelerini iki başlık altında toplamak mümkün: (a) “Silahlı fiilleri” ve (b) “o fiillere kaynaklık ettiği ya da onları kışkırttığı düşünülen ‘sözleri’ ele alan” iddianameler.
Bu iki iddianame türü arasında bariz bir inandırıcılık farkı var. Daha açık bir anlatımla, “silahlı fiil”leri konu edinen iddianameler için savcılar kanıt bulmada güçlük çekmiyor. Zira silahlı fiili belgeleyen çok sayıda görüntü, telefon kayıtları, telsiz görüşmeleri, belgeler vb söz konusu. Savcılar bunları dosyaya ekliyor, iddianamelerini sağlamlaştırıyor ve ikna kabiliyetlerini yükseltiyorlar.
Buna mukabil sözlere dair iddianamelerde, Görmüş’ün deyimiyle “sinekten yağ çıkarmaya çalışıyorlar.” Zoraki birtakım bağlantılar kuruyor; bir kavrama (ifade ve basın özgürlüğü gibi) aynı iddianamede içinde farklı anlamlar yüklüyor ve kendi içinde çelişkilere düşüyorlar. Bilhassa basın kuruluşlarına (meselâ Cumhuriyet gazetesine) karşı açılan dâvâlarda bunu görmek mümkün. Tabiatıyla bu da iddianamelerin inandırıcılığını zayıflatıyor. (http://serbestiyet.com/yazarlar/alper-gormus/fiile-ve-soze-odaklanan-iddianameler-arasindaki-bariz-inandiricilik-farki-780700)
Tutuklamanın “gerekli” olması
İkinci sorun, tutuklama rejimiyle ilgili. Bunun da iki boyutu var. Biri, yaygın tutuklama pratiği. Tutuklama bir koruma tedbiridir; kişilerin önceden cezalandırılması için kullanılacak bir araç değildir. Anayasa Mahkemesi birçok kararında tutuklamanın hangi şartların varlığı halinde başvurulacak bir tedbir olduğunu açıklıkla belirtir. Buna göre, bir kimsenin tutuklanmasına karar verilebilmesi için her şeyden önce “kuvvetli bir suç şüphesinin bulunması” gerekir. Bu, tutuklamanın olmazsa olmazıdır. Ancak sadece bu da yetmez; bunun yanı sıra bir “tutuklama nedeni” de olmalıdır.
Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 100. maddesi üç tutuklama nedeni öngörür:
(1) Şüpheli veya sanığının kaçması, saklanması veya kaçacağı şüphesini uyandıran somut delillerin bulunması.
(2) Şüpheli veya sanığın davranışlarının; (a) delilleri yok etme, gizleme ya da değiştirme; (b) tanık, mağdur veya başkaları üzerinde baskı yapma girişiminde bulunma hususlarında kuvvetli şüphe oluşturması.
(3) Bazı suçların (işkence, soykırım, cinsel saldırı, suç örgütü kurma, anayasal düzene karşı suçlar vb.) işlendiğine dair kuvvetli şüphenin varlığı.
En son çare
AYM bu çerçevede iki önemli uyarı yapar. Biri, kişinin tutuklanmasını gerektiren somut olguların “objektif bir gözlemciyi ikna edecek” biçimde ortaya konmasıdır. Mahkeme hangi nedene dayanarak kişinin özgürlüğüne müdahale ettiğini açık biçimde belirtmeli, bu açıklama tutuklamanın haklılığına dair bir tatmin duygusu yaratmalıdır.
Diğer uyarı ise, tutuklamaya “en son çare” olarak müracaat edilmesidir. Erdem Gül – Can Dündar kararında AYM bu hususu şöyle ifade eder: “Öte yandan ciddi ve ağır bir tedbir olan tutuklama, ancak daha hafif başka bir tedbirin bireyin ve kamunun yararını korumak için yeterli olmayacağının ortaya konulması halinde makul kabul edilebilir. Bu bağlamda, kişinin özgürlüğünden yoksun bırakılması için suçun işlendiğine dair kuvvetli belirtinin olması tutuklama tedbirinin uygulanabilmesi için yeterli değildir. Tutuklama tedbiri somut olayların koşulları altında ‘gerekli’ de olmalıdır.”
Bugün, yapılan tutuklamaların gerekliliği konusunda çok derin şüpheler var. Meselâ son olarak Enis Berberoğlu’nun tutuklanması, bu şüpheleri daha da artırdı. Berberoğlu, dâvânın bütün duruşmalarına katılmasına rağmen “kaçacağı” gerekçe gösterilerek tutuklandı.
Bahse konu bir milletvekili olunca, elbette mesele dallanıp budaklandı, üzerinde çok gürültü koptu. Ama her gün kamuoyunun dikkatini çekmeyen çok sayıda insan hakkında rahatlıkla benzer tutuklama kararları veriliyor.
İnsanların kolaylıkla özgürlüklerinden mahrum edilmesinde, mevcut atmosferin büyük bir dahli var. Tutuklama vermeyen hâkime suçlayıcı nazarlarla bakan bir ortam oluştu. Hâkimler için, ayrıntılı dosya incelemesi yapıp buna göre bir karara varmak yerine, peşinen tutuklama tedbirine başvurmak daha güvenilir bir pozisyona dönüştü. Tutuklu sayısı her geçen gün bu yüzden artıyor.
Bir tahliye ölçütü olarak iktidara yakınlık
Tutuklama ile ilgili sorunun diğer boyutu ise tahliyelerde bir standardın yokluğu. Bilhassa son “damat tahliyeleri” bu standartsızlık halini bir kez daha gözler önüne serdi. Kadir Toptaş’ın damadı “sağlık”, Bülent Arınç’ın damadı “sabit ikametgâh” nedenlerine dayanarak tahliye edildi.
Yanlış anlaşılmasın: “Damatlar tahliye olmamalı, mutlaka içerde kalmalı” diye bir düşüncem yok, asla! Şartlar tutuyorsa, elbette onların yargılaması da tutuksuz yapılmalı. Ancak cezaevlerinde onlara benzer durumda binlerce insan var. Meselâ gazeteciler ve milletvekilleri de sabit adreslere sahip. Ya da Ali Bulaç ve Şahin Alpay da sağlık sorunlarından mustarip. Peki, onlar da tutuksuz yargılanamaz mı? Ezcümle sorun, damatların tutuksuz olması değil; onlarla benzer koşullarda olanların neden ısrarla içerde tutulduğu.
Ortaya şöyle bir tablo çıkıyor: Hukuk, muhalifler için son derece dar olarak yorumlanıyor ama iktidar mensupları için esnetiliyor. Kurallar muhalefete sert bir biçimde tatbik ediliyor ama iktidara karşı yumuşuyor. Hukuki imkânlar/kolaylıklar muhaliflere kasten uzak tutuluyor ama iktidar çevresindekilerin ayaklarına seriliyor. Sonuçta, milletvekilleri peş peşe içeri atılıyor ama iktidarda etkili bir ismin akrabası olanlar usul usul dışarı çıkartılıyor.
Kirli akıl
Kamuoyu bunu görüyor ve iktidara yakın olmanın bir tahliye ölçütüne dönüşmesinden rahatsızlık duyuyor. Adalete erişimin, herkes için geçerli hukuki kaidelerden değil, iktidara yakınlıktan geçtiği düşüncesi her geçen gün daha fazla kişi tarafından paylaşılır hale geliyor. Bu rahatsızlık siyasette de yansımasını buluyor; muhalefet partileri — MHP dâhil — bu çarpık ve haksız durumuna yönelik eleştirilerini artırıyor.
AKP cenahında ise buna karşı esaslı bir duruş yok. Bazı AKP milletvekilleri, damat tahliyelerinin “kirli bir aklın” ürünü olduğunu ve maksadının iktidarı toplum karşısında güç duruma düşürmek olduğunu belirtiyor. Bazıları da yargıda FETÖ unsurlarının halen aktif olduğuna işaret ediyor, yaşanan sorunları buna bağlıyor.
Yani buradan da kendilerine bir “mağduriyet” çıkarmaya çalışıyorlar ama kendilerini herhangi bir özeleştiriye tabi tutmuyorlar. Yargının bu şekilde davranmasının altında iktidarlarının izlediği siyasetin yattığını kabul etmiyorlar. Başkasına batırmak için elde çuvaldız gezerken, kendilerine küçük bir iğne bile değdirmiyorlar.
Bu durumda Görmüş’ün vardığı sonucun hakkını teslim etmek gerek: Herkes gibi Cumhurbaşkanı ve diğer iktidar kademeleri de yargısal sürecin birçok “hatâ” içerdiğini görüyor. Fakat buna karşı eleştirel bir pozisyon almıyorlar. Neden? Çünkü “yıldırıcılık”özelliğini hakkıyla yerine getirdiği için bu süreçten memnuniyet duyuyorlar. Kısacası iktidar “bundan elde ettiği siyasi faydanın, bundan gelecek siyasi zarardan fazla olduğunu düşünüyor ve sineye çekiyor.”