– Dinî, Siyasî ve Her Türlü Metin Nasıl Anlaşılır? (II)[/box] Anlamak bir süreç olarak dolayımsız değildir. İnsanın anlamasını sağlayan her husus, somut bir beden aracılığıyla mümkündür. Anlama sadece bir algı sorunu değildir. Bilginin elde edilmesinin psikolojik süreçlerine indirgenemeyecek kadar da karmaşık bir süreçtir. Bu yönüyle açıklanmaya muhtaçtır.
Nitekim anlamak, psikolojik bir mesele olduğu kadar felsefî boyutları olan çok yönlü insanî bir kopuşu ifade eder. Deneysel psikoloji nesneleri, olayları ve olguları nasıl algıladığımız konusunda ve bu algıları bilgi düzeyine nasıl çıkardığımıza dair önemli bulgulara ulaşmıştır. Ancak bilgiye ulaşmak, bilgiyi üretmek ve buna bağlı olarak ortaya çıkan anlama hadisesi daha karmaşık bir süreci ifade eder.
Epistemolojik, ontolojik, tarihsel ve durumsal boyutlarıyla anlamayı anlamak, anlamın gerçek muhtevasını oluşturur. Dışımızda duran somut dünyanın gerçekliği hakkında yaptığımız akıl yürütmeler, dünyayı kendi ilişkiler ağı içinde kavramamızı gerektirir. Somut dünyanın bilgisine yönelen pozitif bilimler, geliştirdikleri özgün metodoloji ve yarattıkları deneysel ortam sayesinde sosyal bilimlere nazaran daha başarılı sonuçlar elde etmişlerdir.
Pozitif bilimlerde yaşanan bu tarihsel başarı sonrasında, sosyal bilimler, pozitif bilimlere öykünerek, kendilerine has bir metodoloji geliştirme çabası içine girmiştir. Bu tutum, pozitivizmin sosyal bilimler üzerinde egemenliğini tesis etmiştir. Olumlu ve olumsuz farklı sonuçlar doğuran bu yaklaşım, deneysel psikolojinin oluşumunu sağlarken, öte yandan bilgi alanını daraltıp, katı ideolojik ‘bilimci’ yaklaşımların ortaya çıkmasına da neden olmuştur.
Sosyal bilimler konu olarak insanı ele almakla, belirsizliğe maruz kalmak gibi somut bir durumu içselleştirmek ve buna uygun olarak bilgi üretmek durumundadır. İnsan sadece doğadan farklı ilişki ağlarına sahip olmakla kalmaz. Aynı zamanda doğanın da bir parçası olarak, doğayla birlikte kendisini ele almak ve anlamak durumundadır. Doğayı anlarken kendisini de anlamak ve kozmosta konumlandırmak eğilimindedir.
Anlamak bu yönüyle keyfî bir yöneliş değil, insan için zorunlu bir hadisedir. Zira anlamak sadece zihinsel tutumun değişimi, salt bilişsel bir süreç olarak karşımıza çıkmaz. Anlamak zihinsel değişimin somut duruma uygulanmasıyla bir olay olarak anlaşılmalıdır. Bireyin, toplumun ve doğanın etkileşiminden kaynaklanan anlama olayı, bir yorum etkinliği olarak uygulama süreçlerini de içerir.
Beşeri boyutun vurgulanmasıyla beraber düşünce tarihinin her evresinde insan ve nesne, toplum ve tabiat, uzlaşı ve bilgi arasında daima bir ayrım olmuştur. Doğaya yönelmek, doğayı farklı bilimler aracılığıyla anlamak ve kontrol etmek insanî bir faaliyet olarak daima var olagelmiştir.
Ancak bir hadise olarak anlama kavramı, nesneyi, bilgiyi, sanat eserini, kutsal bir kitabı ya da doğayı bir metin olarak yorumlamayı ve ortaya çıkan yorumu somutlaştıracak uygulamayı da kapsar. Dolayısıyla anlamak somut, tarihsel ve canlı referanslara bağlı olarak ortaya çıkar. Her anlama yeni anlamalara kaynaklık ederek, anlamanın sürekliliğini ve yeniden üretimini gerçekleştirir. Bu yönüyle anlama evrensel bir hadise ve insanî bir eylem ve varoluş biçimidir.
Bilme ve anlama arzusu insan doğasının temel niteliği olduğundan, tarih içinde kendisini inşa ederken yine bu arzuya müracaat etmiştir. Bilim tarihinden çıkan sonuçlara bakıldığında sınıflandırma, soyutlama ve genelleme bilimsel bilginin ana karakteri olarak ortaya çıkmaktadır. Bu ölçülere bağlı olarak ortaya çıkan ya da üretilen bilgi, fonksiyonel olduğu kadar, merak duygusunu tatmine yönelik olarak da değer kazanmaktadır.
Ancak üretilen her bilgi kümesi bir teori ya da paradigma oluşturamasa da, ‘bilgi’ olma ya da ‘bilimsel’ olma vasfına sahiptir. Bilginin kesinliği, ya da objektif bilgi meselesi insana dair bilimlerde olduğu kadar, doğa bilimlerinde de tartışma konusudur. Nitekim bilim tarihinde ortaya çıkan farklı ve karşıt teoriler birer paradigma olarak, ait oldukları dönemde açıklayıcı olmalarına rağmen, zaman içinde değişime uğramışlardır. Bilginin niteliksel değişimi sübjektif yaklaşımlara kaynaklık etmesine rağmen, bilginin konusu süreklilik arz eder.
Toplum bilimlerinde durum daha çarpıcıdır. Anlamanın objektifliği ve hakikat arayışı daha mutedil anlayışların ortaya çıkmasını sağladığı gibi, ideolojik-totaliter felsefelerin ortaya çıkmasına da yol açmıştır. Ortaya çıkan ideolojik-totaliter anlama iddiaları tek boyutlu bir insan, toplum ve ilişkiler ağını tarihsel bir yanlış olarak insana dayatmaktadır.
Bilimsel sosyalizm, faşizm ya da bunların türevleri olan yerel ideolojiler, modern insanı kuşatarak yaşamını hapishane zemininde şekillendirmektedir. Bu yaklaşımdan kaçış yine farklı bir ‘anlama’ felsefesiyle mümkündür. Her anlamanın bir yorum olduğu ve her yorumun tarihsel bir kesitte ortaya çıktığını dikkate alarak yapılacak değerlendirmeler, her türlü zihinsel dayatmaları engelleyecektir.