İNSANIN EKO-SİSTEMİ
Aslında bu yazının başlığı benim açımdan yanlış. Çünkü çevreyi öne çıkarıyor ve insanı çevrenin bir tür aksesuarına dönüştürüyor. Doğru başlık, “insan ve çevre” olmalıydı. Ancak, bu başlığın birçok çevrecinin duygu ve düşüncelerine tercüman olacağını sanıyorum.
İnsanın içinde yaşadığı insan dışı ortama çevre diyoruz. Bazıları buna insanın eko-sistemi adını veriyor. Beşerî dünyanın dışında kalan her şey çevrenin bir parçası. Şüphe yok ki, insanla çevre arasında kopartılması imkânsız bir ilişki var. O kadar ki, çevrenin var ve tartışılır olması insanın var olmasına bağlı. Bu yüzden, diğer gezegenlerle ilgili araştırma ve tartışmalarımızda çevre sorunlarından bahsetmiyoruz.
İnsanın içinde yaşadığı, insana verili olan çevre, bir yönüyle insanın yaşamasına kendiliğinden uygun olan, bir yönüyle de insanın yaşamasına uygun hâle getirilmeye elverişli olan bir ortam. Olduğu gibi çevreye dayansaydık insan toplumları yaşamakta çok zorluk çekerdi. Yaygın kanaatin veya beklentinin aksine doğada hazır bulunan birçok şey saf hâliyle kullanılamaz. İnsanlar tarafından neyin kullanılabileceği neyin kullanılamayacağıyla ilgili bilgimiz ise tarihî. Yani bizden önde yaşamış insanların binlerce yıllık hayat tecrübesinin sonucu.
TÜKETMEK ZORUNDA OLAN İNSAN
İnsan yaşamak için tüketmek zorunda. Bu bakımdan bir tercih yapma imkânına sahip değil. İnsan beslenme ve barınma gibi temel ihtiyaçlar yanında sosyalleşme, iletişim, dinlenme ve eğlenme için de tüketmeye mecbur. Hiçbir insan ve insan toplumu bunun dışına çıkamaz.
Bu, insanın kaderi. Üstelik insan tüketme faaliyetini devamlı sürdürmeye de mahkûm. Bir kere karnımızı doyurmak hep tok kalmamıza yetmiyor. İnşa ettiğimiz barınaklar sonsuza kadar ayakta kalamıyor. Her tüketim kalemi sınırlı bir ömre sahip. Yani her tüketim kalemi tüketilmek, tüketilmek için ise üretilmek zorunda.
Dünya insanın yaşamasına elverişli bir yer hâline ancak üretimle geliyor. Her toplum dur durak bilmez bir üretim faaliyeti içinde. Üretim ise bir bakıma dünyanın dönüştürülmesi ve tüketilmesi anlamına geliyor. Dünyanın sınırları belli olduğuna göre dünya kaynaklarının da sınırlı olduğunu veri almak yerinde bir davranış olur.
Dünyayı tüketmek zorunda olduğumuz gerçeği üzerinde düşünürken bilhassa dikkate almamız gereken şey, nasıl olup da bu tüketimi en az seviyede gerçekleştireceğimiz. Başka bir deyişle çevreye en az zararı nasıl vereceğimiz.
Çevreye hiç zarar vermemek yalnızca bir hayal. Hangi ekonomik sistem benimsenirse benimsensin ve insan hangi hayat tarzını tercih ederse etsin, var olmamızın, yaşamamızın çevreye bir maliyeti var. Bu yüzden, çevreye en az maliyeti bindirecek üretme ve tüketme yollarını bulma göreviyle karşı karşıyayız.
İKİ ÇEVRECİ MODEL
Çevre sorunlarında iki ana yaklaşım olduğu söylenebilir. İlki ve daha yaygın olanı çevre konusunda duyarlı olan veya çevreci baskı gruplarının faaliyetleriyle çevreye duyarlı hâle getirilen kamu otoritelerini –yani devleti ve birimlerini- çevreye bekçi yapmak. Bu bekçilik üretim ve gerekirse tüketim süreçlerine kamusal zorla planlı müdahale anlamına geliyor.
Devlet veya devletin bazı birimleri her malla ilgili üretim ve tüketim standartları koyuyor ve insanlar buna uymaya zorlanıyor. Uymayanlar cezalandırılıyor. Şüphe yok ki devlet bütün bunları yaparken bilimsel çalışmalarla ulaşılan bilgi ve bulguları dikkate aldığını ve insanların istikbaline katkıda bulunmak için böyle hareket ettiğini ileri sürüyor.
İkinci modelde ise çevre sorunlarını çözmede piyasanın yenilikçi, yaratıcı gücüne güveniliyor. Piyasa, özel mülkiyet, rekabet demek. Mülkiyet daha rasyonel ekonomik davranış için müşevvikler yaratır. Rekabetin doğal sonucu ise üretimi daha iyi yapmanın yolarını aramak. Bunun somut anlamı daha az girdiyle daha çok çıktı elde etmek. Daha az girdi ise çevrenin daha az tüketilmesi manasına gelir. Şüphe yok ki, rekabet aynı zamanda teknolojik ilerlemeyle iç içe. Teknoloji üretim tekniklerini kaynak kullanımını azaltacak şekilde etkinleştiriyor. Piyasa ise yeni teknolojinin süratle dünyanın her yerine yayılmasını ve devreye sokulmasını sağlıyor.
Piyasa ekonomisi aynı zamanda fiyatlandırma yoluyla üretim ve tüketim süreçlerine sokulan çevre unsurlarının değerlendirilmesini sağlıyor. Fiyatlar olmaksızın insanlar malların gerçek değerini bilemez ve onları ekonomik süreçlere hesap yaparak sokamaz. Fiyatlama aynı zamanda neyin ne kadar üretileceğiyle ve tüketileceğiyle ilgili sinyaller de gönderir ve ekonomik aktörler bu sinyallere dayanarak iktisadî faaliyetlerini ayarlar.
ÖNYARGILAR VE YERLEŞİK MENFAATLER
Çevreci kuruluşlar ne kadar çok iyi niyet şovu yaparsa yapsın, çevre konusunda da önyargıların olduğunu ve kuvvetli yerleşik menfaatlerin doğduğunu kabul etmek gerekir. Çevreye devlet eliyle getirilmek istenen regülasyonlar, bu regülasyonların maliyetlerini karşılayamayacak olan zayıf şirketlere karşı güçlü şirketleri kayırmakta. Aynı şey devletler arasındaki ilişkilerde de vuku bulmakta. Zengin ülkeler yüksek maliyetli çevre standartlarını fakir ve gelişmekte olan ülkelere dayatmak suretiyle potansiyel rakiplerinin önünü kesmeye çalışmakta.
Diğer taraftan, çevreyle ilgili bilimsel çalışmalar güvenilir kesinlikten hayli uzak. Örneğin, küresel ısınma var mı yok mu? Var diyenlerin sesi daha çok duyuluyor ama yok diyenlerin argümanları en az var diyenlerinki kadar kuvvetli. Küresel ısınma varsa bile bunun insanın faaliyetlerinin sonucu olup olmadığı belirsiz. Bu önemli, zira insan küresel ısınmada bir faktör değilse insanın ekonomik faaliyetlerine getirilen her lüzumsuz kısıtlama özellikle fakir bireylere ve fakir ülkelere ağır maliyetler olarak geri dönebilir.
Buna karşılık, iklim değişikliği ihtimâli daha kuvvetli görünüyor. Yani bir iklim değişikliği sürecinde gibiyiz. Bunda da insanın rolü tartışmalı. Çelişen veriler dolaşmakta ortalıkta. Bir görüşe göre iklim haritası helezonik ve tamamıyla insan dışı faktörlerin ürünü. Diğer bir görüş ise insanın çılgın üretim ve enerji kullanma hırsının iklim değişikliğine sebep olduğunu ileri sürmekte.
Ayrıca, çevreci kuruluşlarının kendilerinin de birer menfaat grubu teşkil etmesi söz konusu. Varlıkları ve kaynakları ağır ve kalıcı çevre sorunlarının mevcut olduğuna inanılmasına bağlı bu kuruluşlar “çevre sorunu yok” sözünden ve gerçeğinden çok rahatsız olmaya hazır. Bütün bütçeleri, yaygın bürokrasileri var. Çalışanlarını işte tutabilmek için kaynak bulmaları, kaynak için de çevre sorunlarını kullanmaları lâzım. Mamafih, tersi de söz konusu olabilmekte. Gerçekten çevre sorunlarının olduğu yerlerde yerleşik endüstriyel çıkarlar, çevre sorunlarının namevcut veya iddia edilenden daha az vahim olduğunu ispatlayan maksatlı çalışmaları çeşitli yollarla teşvik edebilmekte. İyi bir örnek sigara şirketleri…
KARMA BİR YOL MU?
Ortalamanın her zaman en iyi, orta yolun daima en iyi yol olduğu iddia edilemez. Ancak, mesele çevre olunca her yaklaşımı ve her ihtimâli değerlendirmekte fayda var. Bu satırların yazarı spesifik çevre sorunları tartışmalı olduğunda dahi o sorunları varmış gibi düşünmenin ve ihtiyatlı davranmanın doğru olduğuna inanıyor. Ancak, endişenin paranoyaya vardırılmaması şartıyla.
Diğer taraftan, çevre sorunlarının çözümünde daha fazla piyasaya ihtiyacımız olduğu da aşikâr. Mülkiyet hakkı yayılmalı, daha iyi korunmalı ve parçalara ayrılabilen ve tüketicisi teşhis edilebilen her şey fiyatlandırılarak piyasa mübadelelerine tâbi kılınmalı. Su ve hava dahi en azından bazı yerlerde bu kategoriye dahil edilebilir.
Peki, devletin çevreyi korumada hiç rolü olmamalı mı? Devletin yapabileceği iyi şeyler yok mu? Bunu söylemek doğru olmaz. Modern toplumlar hiçbir alanda devleti tamamıyla toplumsal hayatın dışına çıkartamamakta. Bu yüzden burada olması gereken, devleti zararlı olmaktan çıkarıp yararlı hâle getirmek. Devlet çevreyle ilgili ihtilâfların çözümünü sağlayan bir hukuk sistemini ayakta tutmakla zaten çevre sorunlarının çözümüne katkıda bulunacaktır. İlaveten, ender durumlarda, devlet regülasyonları da çevreyi korumada yararlı olabilir. Ancak, bu regülasyonlar hiçbir şekilde piyasayı boğucu ve devreden çıkarıcı olmamalıdır. Aksi takdirde, niyet ne kadar iyi olursa olsun ağır çevre felaketleri kaçılmaz olur. Bunu tüm yetkilerin devlet elinde olduğu sosyalist ülkelerde yaşanan çevre sorunlarının devlete nispeten daha sınırlı rol biçilen/verilen ülkelerdekine nazaran çok daha ağır olması açıkça ispatlıyor.
Çevreye saygı gösterelim ve çevreyi akıllıca koruyalım.