Dert bir değil derler, yanlış da bir değil.
Önce Almanya.
Ermeni Soykırımı kararının pek çok şeyle ilgisi olabilir. Ama tarihi bir gerçeğe sahip çıkmak, herhalde o şeyler arasında en arka sıralarda gelir. Almanlar 1915’te ne olduğuna dair tartışmayı geçen hafta veya geçen yıl duymuş değiller. Tıpkı diğer devletlerin yaptığı gibi, siyasi bir tercihte bulunuyorlar ve bunu ahlaki bir erdem göstermiş gibi sunuyorlar.
Kararın Türkiye ile Ermenistan ilişkilerine veya Türkiye’nin geçmişle yüzleşme sürecine katkı yapacağı gerekçesi de doğru değil; çünkü tam tersine hizmet ettiğini anlamak için gösterilen kolektif tepkilere ve savunmacı reflekse eşlik eden ulusal alarma geçme durumuna bakmak yeterli.
Yazılmamış gerekçe, Türkiye’yi siyasi olarak sıkıştırmak olabilir. Ama ona eşlik eden derin bir Türkiye antipatisini, Almanya’daki “yabancı” düşmanlığını ve yükselen İslamofobiyi de bu sebebe eklemek gerek.
Kararın insan hakları veya adalet duygusundan ziyade o başka şeylerle ilgili olduğunu düşünmek için çok sebep var. Örneğin insan hakları, katliam ve soykırım konusunda duyarlı olmak veya insani temelli bir sorumluluk duygusu tek başına açıklayıcı olsaydı, geçmişte işlenmiş insan hakları ihlalleri, bugün, şimdi, hali hazırda işlenmekte olana tercih edilmezdi. O duyarlılık veya sorumluluk duygusu, ülkesinin bugünkü Suriye politikasını da şiddetle mahkum ederdi. Zamana yayılmış bir etnik temizlikle Arap nüfusunu azaltıp, onlardan gasp ettiği topraklara kendi soydaşını yerleştiren İsrail’in yaptıklarının da adı konulurdu mesela. Sadece bir operasyonla 1.200 Filistinli’yi öldürmesi, soykırımı geçtik, hiç değilse “katliam” olarak tanımlanırdı. Ama Almanya Parlamentosu böyle bir karar almıyor. Ermeni Soykırımı kararındaki gibi “insani duyarlılık veya sorumluluk” söylemiyle bezenmiş bir metin de söz konusu değil.
Eğer gerçekten geçmişle yüzleşme olacaksa, bu öncelikle başkasının yüzleşmesini isteyenden başlamalı. Göründüğünün aksine Almanya bu kararla aslında geçmişiyle falan yüzleşmiyor. Tersine, tam da sahici yüzleşmeden kendisini özenle sıyıracak şekilde genel bir sorumluluğuna işaret etmekle yetinip, çuvaldızı Türkiye’ye batırmakta beis görmüyor. Aybars Görgülü’nün işaret ettiği gibi aslında Almanya’nın o kararda kendisine biçtiği sorumluluk, bütün Batılı devletler için geçerli olandan fazla değil. Oysa 1915’te yaşananın niteliği ne olursa olsun, ister tehcir olsun ister katliam isterse de soykırım, o dönemin Almanya’sının Osmanlı’da iktidarı gasp eden darbeci yönetimle, yani İttihatçılarla ilişkisi göz önüne alındığında, Fransa veya İngiltere’ninkinden çok daha fazla, çok daha özel bir sorumluluğuna işaret edip, onunla yüzleşmesi gerekirdi. Ama bunu da yapmıyor; yapıyormuş gibi yapıyor.
Ancak bir yanlış başka bir yanlışı meşru kılmıyor. Almanya’nın siyasi motivasyonla veya Türk, İslam ve yabancı düşmanlığı ile hareket ettiğine ilişkin tespitin haklı olup olmaması, bu konuda Türkiye’ye düşen anlama, tarihi sorgulama ve kırılanı yapıştırma sorumluluğunu ortadan kaldırmıyor. “Adına soykırım da deseniz, tehcir de, bir halk artık yok” diyordu Hrant Dink. İşte bu gerçek ve sonrası üzerine son 14 yılda başlayan sağlıklı ve insani yaklaşım, geçmişle yüzleşme, “Dersim Özrü” ve “1915 Taziyesi” gibi olağanüstü değerli adım ve açılımlar, Batılı devletlerin siyasi manevralarına duyulan tepkiye kurban edilmemeli. Anadolu’nun dört bir yana savrulan bütün çocuklarına “dön” diyebilecek bir kalp, bir dil ve bir siyaset için açılmakta olan kapılar, o devletlere duyulan öfkeyle kapatılmamalı.
Yanlışın diğer bir parçası ise başta Cem Özdemir olmak üzere Almanya Parlamentosundaki Türkiye kökenli milletvekillerine, verdikleri kararı ve onun içeriğini eleştirmek yerine, Türkiye’nin politikasını izleme misyonu biçmek ve onun üzerinden eleştirmekte somutlaşıyor. Oysa Türkiye kökenli milletvekillerinin sadece bu özellikleri dolayısıyla herhangi bir konuda Türkiye’nin “devlet politikası”nı izlemeleri gerekmiyor. Eğer Türkiye kökenli bir milletvekili, 1915’i soykırım olarak görüyorsa ve parlamentoların bu konuda karar almasının doğru olduğuna inanıyorsa, siyasi mülahazalardan bağımsız olarak bu yönde oy kullanması meşrudur. Ama galiba durum bu değil; en azından tümü için. Sosyal Demokrat Parti’den Uyum Bakanı Türkiye kökenli Aydan Özoğuz’un durumunda olduğu gibi. Özoğuz’un BBC’ye, “tasarının Türkiye ve Ermenistan’ın tarihileriyle yüzleşmelerine engel olabileceğini, bu tasarıyla kapıların kapanabileceğini ve bu konunun politik çıkarlara alet edilmesine öfke duyduğunu” ifade etmesine karşın, “Meclisin ortak bir duruş sergileyebilmesi için tasarının kabulü yönünde oy kullanacağını” belirtmesi böyle bir yanlışı ifade ediyor. Bu da özel olarak karara, genel olarak da günümüz Avrupa demokrasisine dair başka bir soruna işaret ediyor. Avrupa’da son yıllarda aday gösterilip seçilebilmeleri için Türkiye kökenli adaylardan Batılı beyaz adama yaranmaya çalışan Tom Amca gibi hareket etmelerinin beklendiği doğru. Bu bağlamda Türkiye kökenli milletvekillerini soykırımı kabul etmeleri değil, Türkiye’ye yönelik egemen tutumun bir parçası olmaları zemininden eleştirmek doğru olurdu.
Ama keşke bu kadar olsaydı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan da Almanya Parlamentosunun kararını birçok haklı itirazla eleştirmek yerine o milletvekillerine yönelik olarak kullandığı “kanı bozuk” gibi insani ve İslami temelden hiçbir şekilde kabul edilemez bir dille bu yanlışlar zincirinin son halkasını tamamladı. Yetmedi, bir de o milletvekillerinin kanının laboratuvara gönderilmesi gerektiğini söyleyerek bu kötü dili tekrarladı. Sonrasında “Ben kanı bozuk derken biyolojik bir kandan söz etmiyorum” dedi ama “kan” ve “laboratuvar” kelimeleriyle malul o konuşmalar bütün dünya dillerine çevrildikten sonra.
Erdoğan’ın bu kararı “İslamofobinin dışavurumu” olarak nitelemesi doğruydu; aynı konuşmada dile getirdiği “gönüller fethetmek, şehirler, ülkeler fethetmekten daha da önemlidir” sözü de. Ama gönülleri fethedecek yaklaşım bu değil ve yine o konuşmada hedef olarak işaret ettiği “Asım’ın nesli”nin dili de bu olmamalı.
Hükümeti destekleyen medya da ağırlıklı olarak iyi bir sınav vermedi bu konuda. Bazıları “Hitler’in torunları” gibi başlıklarla, bir kararın nasıl eleştirilmemesi gerektiğinin örneklerini de verdi.
Böylece bir parlamentonun kararı daha doğru dürüst bir eleştiriye konu edilmeden, uzun bir yanlışlar zinciriyle geçti gitti.