Geçmiş konusunda toplum olarak öğretilmiş yanlış bilgilerin esiri durumundayız. Yıllarca tekrarlana tekrarlana doğruymuş gibi kabul edilen bilgilerin yanlış olduğu birileri tarafından dile getirildiğinde büyük bir tepki ile karşılaşıyor ve gerçekler ideolojik bağnazlıklara kurban ediliyor.Bunun en bariz örneğini “Analar ağlamadı mı?” polemiği ile Dersim konusunda gördük. Ülkenin Başbakan’ı olayı katliam olarak nitelerken olayın mağdurları ideolojik körlük ve AKP düşmanlığı ile olayı başka bir mecraya taşıdı.
Her şeye rağmen Türkiye, tarihsel olarak hızlı ama pek çoklarımız için yavaş bir aydınlanma ve yüzleşme sürecinden geçiyor. Dün için konuşulamayacak konular günlük konuşmalarımızın birer parçası haline geldi, ancak süreci yavaşlatan en büyük sebep çok az okuyan ve araştıran bir toplum olmamız. Bu nedenle aydınlanma ve yüzleşmenin başarısı, kanaat önderlerinin tavrına bağlı. Ulusal ve yerel çaptaki âkil adamlar ve kanaat önderlerinin alacakları tavır, sorunların çözümü noktasında göz ardı edilemeyecek kadar önemli. Toplumsal duvarların yıkılabilmesi için sadece siyaset adamları ve partilerin değil kanaat önderlerinin de daha sık ve yapıcı konuşmaları gerekmekte.
Türk kamuoyunda, Kürt meselesinin temel hak ve özgürlükler çerçevesinde insani bir bakışla ele alınması noktasında kanaat önderleri büyük rol oynadı. Yaşanan tüm şiddete ve araya giren kana rağmen bugün kamuoyunun hemen her kesimi, akan kanın durması için bir şeylerin yapılması ve birbirini ötekileştirmeyen bir dilin oluşturulması noktasında hemfikir.
Bugün için, Kürt sorunu kadar yakıcı olmamakla birlikte, önemli bir konu da Alevilik sorunudur. Ancak Alevilik sorunu, Kürt sorunundan daha zor ve çetrefilli. Bu sorunu zor ve içinden çıkılmaz kılan şey, arkasındaki uzun geçmiş, genlerimize kadar işlemiş olan önyargılarımız ve ideolojik bağnazlıklarımızdır. Bu durumu çok çarpıcı iki örnek üzerinden çözümlemek istiyorum.
SİVAS’TA YANAN SÜNNİLER
Sivas ve Başbağlar katliamı; yakın geçmişimizdeki kara lekelerden sadece ikisi. Ancak bugün için karşılık geldikleri anlam itibarıyla oldukça önemli iki olay. Birincisi Türkiye’deki laik-anti laik cepheleşmesi içerisinde yaşanmış ancak zamanla zihinlerde bir Alevi katliamına evrilen bir facia; diğeri ise terör yoluyla güya Sivas’taki şeriatçı kalkışmanın intikamının alındığı bir vahşet. Üzerinden geçen bunca yıla rağmen kendisini taraf olarak görenlerin hâlâ soğukkanlılıkla ele alamadıkları büyük bir sorun. Sünni kamuoyunun Sivas katliamını anlamak isteğindeki çekingenliği ve yavaşlığı; olayın kınanmasını İslam’ın kınanması anlamına geleceği şeklindeki yanlış algının varlığı Alevi kamuoyunu hırçınlaştırırken, Başbağlar katliamının da sahipsiz kalmasına yol açmakta. Bugün Sivas mağdurları pek çok kişi tarafından hatırlanırken; Başbağlar’ın kimsesiz köylüleri küçük bir grup dışında -onlar da maalesef mezhep taassubu ile sahip çıkmakta- unutulmuş durumda.
Başbağlar katliamı her yönü ile açık bir terör olayı ve tasvip edilecek bir yanı yok. Sivas katliamı ise Başbağlar katliamına göre acıda değilse bile içerikte çok daha komplike ve vahim bir olay. Olay devlet güçlerince rahatlıkla müdahale edilebilecek bir mesafede; derin güçlerin organize ettiği bir provokasyon sonucu toplumsal bir hezeyana dönüşerek insan hayatına kastedilmesi ile sonuçlandı. Bugünden baktığımızda iki olayın birbiri ile bağlantılı olduğunu mantıksal olarak çıkarmaktayız. Görüldüğü kadarıyla proje sahipleri bu boyutta büyük bir olayı düşünmemiş ancak olayların raydan çıkması sonucu büyük bir facia ortaya çıkmıştır.
Bu noktadan itibaren bizi iki soru bekliyor. Birincisi o gün için “laik ve çağdaş düzene karşı şeriatçı bir kalkışma” olarak tanımlanan olaylar nasıl olup da bugün tüm içeriğinden koparılarak Alevi-Sünni çatışması merkezine oturtulabilmiştir? O gün katledilen insanların yarıya yakınının Sünni kökenli olduğu ve içlerinde Hollandalı bir gazetecinin de bulunduğu neden unutulmaktadır?
İkincisi ve daha yakıcı soru, yakın geçmişimize damgasını vuran kitlesel kıyım hareketlerine katılmakta bu denli hazır bir toplumu hangi saiklerin yarattığıdır? Tan Matbaası baskını, 6-7 Eylül, Maraş ve Çorum olayları ve listeye ekleyebileceğimiz büyüklü küçüklü pek çok olay. Hepimizin şapkasını önüne koyarak bu soruların cevabını araması ve gördüğü manzara ile dürüstçe yüzleşmesi gerekiyor. Hangi güç bizleri çok basit yalan ve iftiralarla -hatta gerçek bile olsa- insan hayatına kastedebilecek derecede hesapsızca vahşileştirmekte ve saldırıya hazır eli kanlı maşalar haline getirebilmekte. “Dini duygularımıza, milli hassasiyetlerimize dokunulduğu için” cevabını veriyorsak sorunu anlamaktan hâlâ çok uzak olduğumuzu bilmemiz gerekiyor.
Hiçbir gücün bizleri adalet ve hakkaniyet terazisinden uzaklaştırmaması gerekiyor. Ancak vicdan terazisine vurduğumuzda, Alevi ve Sünni olarak hep birlikte şiddetle kınamamız gereken bu ve benzeri olaylar ideolojik bağnazlıklarımıza kurban gitmekte. Alevilikle özdeşleşen Sivas katliamını büyük bir ıstırapla hatırlayanların -bir kısmının- Başbağlar konusundaki sessizlikleri ne kadar kabul edilemez ise Başbağlar’ı bayraklaştıran bazı kesimlerin Sivas katliamına “oh olsun” gözüyle bakabilmeleri de o derece kabul edilemez bir durumdur. Bu tavrın devamı İslam ile terörü yan yana getirmek isteyenlerin ekmeğine yağ sürmekten başka bir işe yaramaz.
Kanaat önderlerinin rolüne yine kendi hayatımdan çarpıcı bir örnek vermek istiyorum. Lise yıllarımda, Alevi olduğum için aramızda sürekli problem çıkan bir grup arkadaşımın tutumları zamanla değişmeye başlamış ve bu değişikliğin sebebini merak edip sorduğumda, o günlerde Fethullah Gülen Hocaefendi’nin bir vaazının arkadaşlarımı etkilediğini görmüştüm. Daha sonra dinlediğim bu vaazda Hocaefendi, “Aleviler de ehli tevhittir ve Müslüman’dır. Uygulamalardaki farklılıklardan dolayı onları hor ve hakir görmeyin ve kendinizden uzaklaştırmayın.” minvalinde birtakım nasihatlerde bulunuyordu. Bunu dinleyen insanların belki bir kısmı içlerinde Alevilere karşı besledikleri önyargılardan kurtulamıyorlardı ancak “Hocaefendi büyüğümüzdür ve o böyle diyorsa bir hikmeti vardır” diyerek önyargılarına ket vurmaya çalışıyordu. Bu, ancak bir kanaat önderinin gerçekleştirebileceği bir durumdur ve değeri hiçbir şeyle ölçülemez.
Artık öğretilmiş yalanlardan kurtulmamız gerekiyor. Sivas ve Başbağlar katliamını Alevi-Sünni birlikte; kışladan gelen kurşunla ölen Ceylan ile PKK sempatizanlarının attığı molotofla ölen Buse’nin katlini Türk-Kürt hep birlikte kınayamadıktan sonra bu ülkeye gerçek anlamda barış, huzur ve dostluğun gelemeyeceğini bilmemiz gerekiyor. Bu tür olayları birlikte kınamak içlerindeki -bize göre- bazı yanlışlıkları onaylamak anlamına gelmediğini artık kavramamız gerekiyor çünkü şiarımız ‘önce adalet’ olmalı.
Zaman,
03.07.2011