Levent Köker- Krizi aşmak, yeni anayasayı ve yeni Türkiye’yi inşa etmek için

Daha iki hafta önce, bu sayfalarda yayımlanan yazımın başlığı “Güzel Seçimle Gelen Muhteşem Fırsat”tı.Bir iki “köşede kalmış” istisna dışında, kamuoyunda hiç kimse seçimde hileden, halkın kandırıldığından, oyların satıldığından veya Türkiye halkının doğru seçim yapma ehliyetine sahip olmadığını bir kez daha kanıtladığından bahsetmemişti. Dahası, bu yüksek katılımlı, yüksek temsil kapasiteli seçim, yeni anayasa vaâdinin hayata geçirilmesi için gereken siyasî meşrûiyeti sağlamıştı. Yeni TBMM’nin halkın anayasa yapma gücü anlamında “aslî kurucu iktidar”ı elinde bulundurduğu açıktı. O kadar ki, yeni anayasanın TBMM dışında ayrı bir kurucu meclis tarafından yapılmasını ileri süren görüşlerin ciddiye alınması artık zorlaşmıştı. Yeni TBMM, seçimlerde büyük başarı gösteren BDP-Emek, Özgürlük, Demokrasi Bloku’nun desteklediği bağımsızların ve hiç kuşkusuz Türk milliyetçiliğinin en “uç” ifâde biçimlerini temsil edenlerin de içinde bulunduğu bir meclis sıfatıyla, yepyeni bir anayasayı ortaya koyma ehliyetine sâhipti.

Ne olduysa oldu, önce YSK’nın Hatip Dicle ile ilgili kararı, daha sonra da Ergenekon ve KCK davalarından tutuklu olarak yargılanırken ikisi CHP’den, 6’sı bağımsız olarak seçilen 8 milletvekilinin tahliye taleplerinin reddedilmesi, akut ve ciddî bir yeni krizi tetikledi. Şimdi Türkiye, önündeki zamanın ne kadar uzayacağı şu ân için kestirilemeyen bir bölümünü bu krizi aşmakla geçirecek ve bu arada “güzel seçimle gelen muhteşem fırsat” olarak yeni ve demokratik bir anayasa yapma imkânı da, tıpkı 2007 sonrasında olduğu gibi, kaçırılmış olacak.

İş, göründüğünden de ciddîdir. Türkiye, artık mevcut Anayasa’yla ve bu Anayasa’ya dayanarak var olan kanunlarıyla ve diğer mevzuat hükümleriyle hayatını sürdüremez. Şu ân karşı karşıya bulunulan kriz bunun en açık göstergesidir. İkilem, krizin aşılması için öncelikle Anayasa ve kanun değişikliklerinin, bunlar için de TBMM’nin çalışmasının gerekmesi ile anamuhalefet ile BDP-Blok’un TBMM çalışmalarına katılmaması arasındadır. İkilemin aşılması için hem CHP’nin ve hem de BDP-Blok mensuplarının TBMM çalışmalarına katılmalarının sağlanması zorunludur. Bu da, bir kriz yaratma potansiyelinin ne kadar yüksek olduğunu –ismiyle müsemmâ bir biçimde– seçimden önce ortaya koymuş bulunan YSK’nın Hatip Dicle ile ilgili kararını ve tutuklu milletvekillerinin tahliyeleriyle ilgili ret kararlarını etkisizleştirecek yolların bulunmasını gerektirmektedir.

Bu yolların bulunması için de, öncelikle soruna demokrasinin genişletilmesi ve derinleştirilmesi açısından yaklaşmak şarttır ve böyle bir yaklaşımın ortaya konulması bakımından en önemli görev, Türkiye seçmeninin yarısının teveccüh ettiği AK Parti liderliğine düşmektedir. Kabûl etmek gerekir ki, “başka aday mı yoktu!” yaklaşımı, Türkiye demokrasisini güçlendirme yönünde benimsenebilecek en olumsuz yaklaşımı ifâde etmektedir. Bu yaklaşım, Türkiye’nin önündeki “muhteşem fırsat”ın kaçırılabileceğine dâir en alarm verici işâret olarak görülüp âcilen terk edilmelidir. Aksine, TBMM’nin en büyük siyasî gücünü temsil eden AK Parti liderliğinin, bu krize neden olan yasaları derhal değiştirmek suretiyle, Türkiye siyasetinin en ileri seviyede demokratikleşmesi için zorunlu olan yeni anayasayı mümkün kılacak bir “açılımı” başlatma iradesini ortaya koyması zorunludur.

Bu bağlamda, ilk akla gelenler, Hatip Dicle kararı ile ilgili olanlar ve tutuklu milletvekillerinin tahliyesi için gerekenler biçiminde ikiye ayrılarak şöyle sıralanabilir: (1) BDP-Blok’un TBMM’ye gelmemesinin gerekçesini oluşturan Hatip Dicle kararının yarattığı olumsuzluğun giderilmesi için yapılması gerekenler: (a) Siyasî düzeyde, Diyarbakır seçimlerinin yenilenmesini sağlamak üzere tüm Diyarbakır milletvekillerinin istifası. (b) Hukukî düzeyde, Hatip Dicle’nin milletvekili seçilme yeterliliğini ortadan kaldıran anayasa ve yasa hükümlerinin değiştirilmesi. Bilindiği gibi, Hatip Dicle’nin milletvekili seçilme yeterliliğinin önündeki engel Anayasa’nın 76. maddesiyle Milletvekili Seçimi Kanunu’nun 11. maddesinden kaynaklanmaktadır. Yeni TBMM’nin bu değişiklikleri toptan yapması mümkündür ama bunun için öncelikle AK Parti’nin bu değişiklikler yönünde bir olumlu irade ortaya koyması gerekir. En kötü ihtimâlle CHP ve BDP-Blok’un TBMM çalışmalarına katılmamasının devamı hâlinde bile, MVSK’nın 11. maddesi değiştirilerek krizin bu boyutu aşılabilir. (Bu, belki Anayasa’ya aykırı görülebilir ama iptal davası açacak bir Cumhurbaşkanı veya anamuhalefet grubu yahut en az 110 milletvekili olmayacağı varsayımıyla, bu yeni anayasaya kadar katlanılabilir bir “aykırılık” olur. Kanımca, Hatip Dicle kararı ile ilgili olarak, (a) ve (b) şıklarındaki önerilerin bütün olarak uygulanması ve Hatip Dicle’nin milletvekilliği sıfatının kendisine iâdesi, hem krizin aşılması ve hem de demokratik meşrûiyetin sağlanması için elzemdir. (2) Tutuklu milletvekillerinin tahliyesi için yapılması gerekenler: Burada iş daha basittir. Anayasa’nın 76. maddesi dolayısıyla atıfta bulunulan 14. maddesinde yer alan konuyla ilgili hükümlerin değiştirilmesine hiç gerek olmaksızın ve tutuklu milletvekillerinin yargılanmalarının kesintiye uğramaksızın devam edeceğini öngören mevzuat hükümleri muhafaza edilerek, sadece yargı organlarını tahliye kararı vermeye mecbur edecek emredici bir kanun değişikliği ile sorun giderilebilir. Bu bağlamda, “Milletvekili seçilen tutuklular, milletvekili sıfatının kesinleşmesiyle birlikte, başkaca herhangi bir şart aranmaksızın derhal tahliye edilirler” türünden bir hükmün kanunlaştırılması yeterli olacaktır. Bu adımın atılması da, sadece “masumiyet karinesi”ne ek olarak, Türkiye’de olağanüstü uzunlukta uygulanan ve “âdil yargılanma hakkı” başta olmak üzere en temel insan haklarını ihlâl ettiği yolunda, kamu vicdanında güçlü bir kanaatin oluşması nedeniyle zorunlu değildir. Tutuklu milletvekillerinin tahliyesi, ayrıca, Ergenekon ve KCK gibi Türkiye siyasetinin en uç noktalarında yer alan eğilimlerin, demokratik kapasitesi yüksek bu yeni TBMM’de temsili açısından da zorunludur.
Türkiye, bu hukukî düzenlemeleri ve onları anlamlı kılacak siyasî adımları atarsa, krizi aşacak ve “güzel beçimle gelen muhteşem demokratikleşme fırsatını” tepmemiş olacaktır. Eskilerin güzel deyişlerinden biri, “bir musîbet bin nasihatten evlâdır”! Bu kriz aşılırsa, bunun en az iki olumlu netîcesi olacağını şimdiden kestirebiliriz: Bir kere, mahkemelerin tutuklama tedbirini adeta bir cezaya dönüştürdüğü kanaatini güçlendiren, Türkiye’nin sürekli olarak “âdil yargılanma hakkı”nı ihlâl eden bir devlet olarak mahkûmiyetine neden olan pratiğini düzeltme imkânı da elde edilmiş olabilecektir.

Ayrıca, hem mahkemelere ve hem de YSK’ya, “uluslararası insan hakları hukuku”nu esas alan demokratik ve özgürlükçü bir yorumla Türkiye demokrasisinin önünü açan doğru kararlar verme imkânı varken, vicdan sahibi her yurttaşı derinden yaralayan ama kâğıt üzerinde dar yorumlanmış mevzuat hükümlerine göre demokratikleşmenin önünü tıkayıp kriz üreten kararlar veremeyeceklerini bildiren bir “Meclis iradesi” ortaya konulmuş olacaktır. Gerçekten de, tahliye taleplerini reddeden mahkemeler pekâla daha farklı bir yorumla tahliye kararı verebilir, YSK, mazbatasını almış bir milletvekilinin milletvekili sıfatıyla ilgili kararın artık TBMM tarafından verilmesi gerektiği yorumuyla Hatip Dicle’nin milletvekili seçim tutanağının iptal edilemeyeceğini karara bağlayabilir, hattâ bu konuyla ilgili eski kararlarının da “doğru olmadığını” açıklayarak bir özeleştiri yapabilirdi. Kriz yaratan bu kararlar gösteriyor ki, Türkiye’nin sorunu anayasa ve yasa değiştirmekle çözülecek gibi değil. Aslolan, uygulayıcıların demokratik siyasî kültüre ve insan haklarının çağdaş standartlarına uygun bir zihniyete kavuşturulması. Ama, önce bu krizi aşmalı ve yeni anayasayı yapmalıyız.

Zaman,

30.06.2011

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et