Günlerdir Habur sınır kapısından “silah bırakmış” olarak Türkiye’ye giren PKK militanlarının görüntülerinin “kabul edilemez” olduğunu işitip duruyoruz.
Peki neye göre “kabul edilemez”?
“Bizim”, yani Türklerin “PKK algısı”na göre.
Bu algıya göre, PKK, gözlerini kan bürümüş bir katiller sürüsü. Sadece Türk askerlerini değil “Kürt bebeklerini” de öldüren, tüm bunları da “dış güçler”e uşaklık etmek için yapan insanlıktan çıkmış bir çete.
Ancak belli ki bu algı “Fırat’ın doğusunda” pek yaygın değil. Baksanıza, adamlar (ve kadınlar) sınırdan girerken neredeyse yüz bin kişi tarafından “sevgi seli” ile karşılandılar. Yol boyunca alkışlarla ve çiçeklerle desteklendiler. Diyarbakır’da ise en az yarım milyon Kürt, bizim “terörist” dediğimiz bu kişilerin dönüşü için şenlik düzenledi. Belli ki bu coşkulu kitleler, “gerilla” dedikleri bu adamları birer “kahraman” gibi görüyor, “Kürt bebeklerini” onların değil, başkalarının öldürdüğüne inanıyorlar.
Ortalama bir Türk’ün bu tabloya bakıp da isyan etmemesi, öfkelenmemesi ve hatta “tahrik” olmaması mümkün değil. Dolayısıyla, evet, “sürecin” devam etmesi için bu “şov” devam etmesin. DTP, bundan sonra gelebilecek kafileleri “sessiz sedasız” karşılamaya çalışsın. Hükümeti köşeye sıkıştırmasın, mecburen verdiği “devre arası”nı çok uzattırmasın. Bütün bunlar doğru.
İyi ama biz Türkler de karşımızdaki bu tabloya bakıp biraz düşünelim. Biraz ezber bozalım.
Bozulası ezberler
İlk anlamamız gereken, bize “son terörist imha edilinceye kadar mücadele” sözleri veren generallerimizin yanılmış olduğudur. Yüzbinlerce ateşli taraftarı bulunan, kurduğu siyasi partiyle iki milyonu aşkın oy toplayan bir hareketin militanlarını öldüre öldüre bitiremezsiniz. Nitekim bitmemiş durumdalar. Tabii ki adamlar silaha sarıldığı için işin “ askeri” boyutu da vardır, ama meselenin özü siyasidir ve “siyasi çözüm” gerektirir. Bu siyasetin önünü 25 yıldır kesenler ve bugün de hala kesmeye çalışanlar (CHP, MHP, Ergenekoncular, vs.) memlekete büyük zarar vermiştir ve halen vermektedirler.
İkinci anlamamız gereken ise, bu “PKK sevdalısı” kitlenin “durduk yere” ortaya çıkmadığıdır. Birinci sebep, çağımızın yaygın bir virüsü olan ve nice ülkeye nice acılar yaşatan “etnik milliyetçilik”tir. “Ben ayrı bir halkım ve ille de kendime ait bir ülke isterim” duygusudur. Osmanlı’daki büyük etnik unsurların hemen hepsi buna kapılmış, bir Kürtler kalmıştı. Onlar da bu kanlı trene, biraz geç de olsa, yetiştiler. (Elbette hepsi değil, bir kısmı.)
Bu birinci sebebi daha da derinleştiren ikinci sebep ise, 1920’lerin ortasından bugüne dek Kürtlere yapılmış türlü zulüm ve haksızlıklardır. Tabii devletin demir yumruğundan bir tek onlar değil, devrine göre İslami kesim, solcular, liberaller ve hatta ülkücüler dahi (12 Eylül döneminde) nasiplerini almışlarsa da, en ağır, en sistemli, en onur kırıcı zulüm Kürtlere yapılmıştır. Bunu hâlâ görmemek için ya kör olmak, ya da “ aman yüce devletimize toz konmasın” diye gerçekleri gizlemek lazım.
Bugün Türkiye’nin tek şansı, bir yandan sorunu “silahsızlandırmak”, yani PKK’yı tam da “Habur vak’ası”nda olduğu gibi dağdan indirmek, öte yandan da liberal demokrasinin gereğini yapıp Kürtlerin doğal haklarını teslim etmektir. Bu, umulur ki, etnik milliyetçiliğin ateşini düşürür, Kürtlerin Türkiye halkına entegre olmasını sağlar. Başka çıkar yol yoktur.
Dolayısıyla da hüküket doğru yolda, açılım doğru istikamettedir. Aman “devre arası”nı çok uzatmayalım ve “sil baştan” filan yapmayalım.
Star, 26.10.2009