Kemal Türkler cinayeti davasının 30 yıl sonunda “zamanaşımı” nedeniyle düşmesi Türkiye’de yargının işleyişindeki sorunları bir kere daha gündeme getirdi. Bu dava ne yazık ki türünün ilk örneği olmadığı gibi, bu gidişle sonuncusu da olmayacak. Yargı sürecinin herkesçe bilinen yavaş işleyişine bu davada bir sürü özensizlik ve ciddiyetsizliğin de eklenmesi sonucunda bir cinayetin faili veya failleri maalesef cezasız kalmış oldu. Bu durumun maktulün yakınlarında yaratacağı acı ve öfke yanında, adalet sistemine olan güveni genel olarak ne kadar sarsacağını da tasavvur ediniz.
Şüphe yok ki, iyi işleyen ve böylece mağduriyete uğrayan kişilerin hak arama çabalarına “adil” cevaplar üretebilen bir mahkeme sistemi dünyanın her yerinde rejimin de meşruluğunu pekiştirir. Bu, mahkemeler açısından o kadar önemli bir işlevdir ki, otoriter rejimler bile “yargı”nın saygınlığını ve onun bağımsız olduğu görüntüsünü korumaya özen gösterme ihtiyacı duyarlar.
Türkiye’deki sistem bir yandan özgürleşme ve demokratikleşme yoluyla yurttaşların temel haklarına daha saygılı olma yolunda ilerlerken, öbür yandan bu işin odağında olması gereken yargının söz konusu değişime ayak uydurmasını sağlamada pek de bir başarı elde edememiş görünüyor. Hatta, itiraf edelim, bugün itibariyle Türkiye’de özgürleşme ve demokratikleşmeye en fazla direnen kurum yargıdır. Çünkü, yargı -özellikle de “yüksek” olanı- terimin politik anlamında rejimin en “muhafazakâr” kurumları arasındadır. Böyle bakıldığında, kimi yabancı gözlemcilerin Türkiye’deki yüksek yargı organlarını “silâhlı kuvvetlerin sivil muadili” olarak nitelemeleri anlaşılır hale gelmektedir.
Kimi davaların “zamanaşımı”na uğraması “Türk yargısı”nın bu özelliğiyle doğrudan doğruya ilgili olmayabilir, bu belki sırf “teknik” bir sorundur. Ayrıca, Türkiye’de yargının hızlı ve hakkaniyete uygun işlememesiyle ilgili elbette başka sorunlar da var. Ne var ki, son örnekte olduğu gibi, rejim açısından “kritik” olan kimi davaların özellikle zamanaşımına uğratıldığına ilişkin kamuoyunda ciddi kuşkular da var.
Öte yandan, bu örnekte olmasa bile, genel olarak davaların uzaması cari yargılama usulleri ve bununla ilgili yerleşik yargı pratikleriyle de yakın bir ilişkilidir. Ceza yargılama sistemimizin, özellikle “savunma hakkı” ve “tutuklama” müessesleri bakımında “adil yargılama”nın gereklerini karşılamayan birçok yönü var.
Bu vesileyle işaret etmek istediğim son bir nokta da, Türkiye’de “yargıyı etkileme”nin mahkemelerce anlaşılma biçiminin ciddi ölçüde problemli olduğudur. Pek çok mahkeme derdest davalar hakkında kamuyu bilgilendirmeye dönük haber ve yorumları bile “yargıyı etkileme” olarak değerlendirmektedir. “Etkileme” herhangi bir haber veya yorum için değil fakat mahkemeyi “adil” karar vermekten gerçekten caydırabilecek değerlendirme ve açıklamalar için söz konusu olacağına göre, bu suçun oluşmasında öznenin kimliğini ve saikini nazara almak gerekir.
Bu bakımdan, konumunu dikkate almadan herhangi bir muhabir veya köşe yazarının bir yorumunun mahkemeyi yanlış yöne sevk edeceği sonucuna varmak doğru olmayabilir. Bunun gibi, sırf dava hakkında kamuyu aydınlatmak ve hatta belki muhtemel bir yargısal yanlışı önlemek amaçlı bir akademik değerlendirmeyi “adil yargılamayı etkileme” olarak nitelemek de isabetli değildir. Esasen, ünvanını hak eden bir “hakim”in medyadaki her haber veya yorumdan olumsuz etkilenip adil karar vermekten cayacağını varsaymak da doğru olmasa gerektir.
Her ne hal ise, Türkiye’de yargının yeniden yapılanmaya ve zihniyet dönüşümüne cidden ihtiyacı var.
Star, 04.12.2010