Öteden beri, AKP iktidarının demokratikleşme yönündeki çabalarının onun demokrasiye sahici anlamda bağlılığından kaynaklandığından şüphe edenler var. Bunlara göre, AKP’nin “demokratikleşme” ve “AB’yle bütünleşme” görüntüsünün arkasındaki asıl amaç “devleti ele geçirmek”ti. AKP’liler devleti ele geçirdikten sonra kendilerini daha rahat hissedecek, asıl amaçları doğrultusunda dilediklerince “at koşturacak” ve adım adım gizli gündemlerini gerçekleştireceklerdi. AKP’nin cari rejimin vesayetçi yapısını değiştirme çabaları da tabiatıyla bu “gizli gündem”in bir kanıtıydı.
Kanaatimce, bu “şüpheci” bakış yanlıştır. Her şey bir yana, demokratikleşme her zaman özgürlükçü-demokratik ideallere “gönülden bağlı” kadroların eseri olarak ortaya çıkmaz. Aslına bakılırsa, özgürleşme ve demokratikleşme çoğu zaman cari sistemin işleyişine müdahil olabilmek ve bu yolda kendi konumlarını garantiye almak isteyen grupların çabalarıyla gerçekleşen bir süreçtir. Demokrasi dışlananların, mağdur ve mazlum toplum kesimlerinin hak arama mücadeleleriyle gelişir.
Bu tür mücadeleler yoluyla sistemin dengeleri değiştirilemese, esasen ne özgürleşmeden ne de demokratikleşmeden söz edilebilir. Onun için, “şüpheciler”in inandıkları gibi AKP samimi demokrat olmasa bile, statükonun vesayetçi kuşatmasını kırmaya çalışmasında yanlış olan bir şey yoktur. Türkiye’nin “büyük sorunlar”ını çözmek isteyen bir iktidarın elbette önce önündeki direnç hatlarını kırması gerekir. Ben şahsen AKP’nin niyeti konusundaki endişelerin olgusal dayanaklarının bulunmadığını düşünüyorum, ama bunda yanılmış olsam bile, demokratikleşme reformlarına bunları AKP yaptı diye muhalefet etmek yine de yanlıştır.
AKP iktidarı elbette bu yolda her zaman tutarlı bir şekilde yürümedi ve zaman zaman hatalar da yaptı. Bu “hatalar”ın arasında “Kürt Açılımı”nı kararlı bir şekilde yürütmemesini ve bu konudaki mütereddit tavrını özellikle zikretmek gerekiyor. Bunda, statükonun direncinin tümüyle kırılamamış olmasının ve AKP içinde de bazı tutucu unsurların bulunmasının elbette etkisi var.
Fakat şunu da görmezlikten gelemeyiz: Kürt Açılımının bir türlü amacına ulaşamaması aynı zamanda Kürt tarafındaki barışçı-demokratik irade eksikliğinin de eseridir. Başka bir anlatımla, Kürt meselesinin barışçı çözümünde kararlı ve sorumlu davranması gereken sadece hükümet değildir. “Kürt siyaseti” diye anılan ve bir yanında BDP ve KCK diğer yanında PKK ve Öcalan’ın bulunduğu blokun bu meselede sergilediği görüntü de ümit kırıcıdır.
Şimdi, hoşumuza gitse de gitmese de PKK ve Öcalan’ı çözüm sürecine bir şekilde dahil etmeden bu yolda kalıcı bir sonuç elde etmek zor görünmüyor. Ne var ki, sadece bu “cephe”den ibaret bir “Kürt siyaseti”yle de bu iş başarılamaz. Bu meselede, şiddet yanlısı siyaseti bastıracak barışçı bir Kürt siyasetine ihtiyaç var.
Bu açıdan, “silâhlı mücadele miadını doldurmuştur” dediği için Diyarbakır Belediye Başkanının Öcalan tarafından azarlanması ve hatta “şiddet”le tehdit edilmesi karşısında güçlü bir “Kürt sesi”nin çıkmaması sorunun barışçı çözümünden yana olan çevrelerde büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştır. Şurası açıktır ki, Kürt sorunu sadece hükümetin ve “iyi niyetli” Türklerin istekliliğiyle kalıcı bir çözüme kavuşturulamaz. Onun için, Kürt tarafından gelen şiddet karşıtı ürkek seslerin yükseltilmesine ve daha bir cesaret ve kararlılıkla sürdürülmesine ihtiyaç var.
Star, 29.11.2010