PKK’nın 20 Eylül’e kadar tek taraflı olarak “ateşkes” ilân etmesi Kürt sorununda barışçı çözüm umudunu canlandırmış görünüyor. İster Kürt ister Türk olsun Türkiye’deki herkesin özlemi, silâhların tamamen susmasıyla sonuçlanacak bir sürecin başlamasıdır.
PKK’yı bu kararı almaya sevk eden şartlar böyle bir umudu beslemeyi anlamlı kılıyor. Genel olarak bakıldığında, çeyrek yüzyılı bulan çatışma döneminde verilen insan kayıpları her iki taraf için de katlanılamaz boyutlara ulaşmış durumdadır. Sayısı her gün artan şehitler nasıl “Türk tarafı”nda “bu işe artık bir son vermek gerekiyor” duygusu yaratıyorsa, aynı şekilde Kürtler de hem dağlarda yitirdikleri hem de askerde şehit düşen çocuklarına yanıyor ve onları “akan kan dursun artık” noktasına getiriyor.
Kürtlerdeki bıkkınlık duygusunu pekiştiren bir şey daha var: PKK eylemleri sadece “Türk tarafı”nı ve askerleri vurmuyor, geçen hafta olduğu gibi, bu “eylemlilik”ten bizzat Kürtler de zarar görüyor. Her iki taraftan pek çok masum insan bu amansız şiddete kurban gidiyor. PKK’nın “kendi tarafı”na da verdiği zarar, ona şöyle veya böyle destek veren Kürtleri de infiale sevk etmeye başladı. İnfial bazen PKK’yı açıkça kınama ölçüsüne kadar varıyor.
İşte bu şartlarda, Diyarbakır’daki ve bölgenin diğer şehirlerdeki pek çok sivil örgüt artık sadece devleti değil PKK’yı da silâhları bırakmaya çağırıyor. Esasen, PKK ve BDP’nin tabanı dışında kalan, başta aydınlar olmak üzere hatırı sayılır bir Kürt kesimi, bazen BDP-PKK çizgisini de aşan taleplerini öteden beri barışçı yollardan dile getiriyorlardı. Kısaca, PKK’nın şimdilik geçici de olsa ateşkes ilân etmesinde, elbette, “taban”dan gelen bu baskının da etkisi var.
Öte yandan, PKK’nın ateşkes kararını tamamen kendi inisiyatifiyle almadığı, bunda resmi çevrelerin de şu veya bu biçimde etkili oldukları anlaşılmaktadır. Epey bir zamandır Devlet içinde bu “savaş”ın artık sürdürülebilir olmadığının farkına varanlar olduğu biliniyor. Hatta askerlerin bile zaman zaman bu yönde açıklamalar yaptıklarına tanık olduk.
Esasen, hükümetin geçen yıl “Kürt Açılımı”nı başlatmasının Devlet içinde oluşan bu “resmi kamuoyu”ndan tamamen bağımsız olduğu da söylenemez. Öyle veya böyle, bu açılımın yerinde bir girişim olduğu açıktır ve buna ancak AKP hükümetinin cesaret edebilmiş olması da takdire değer. Şu var ki, hükümet şimdiye kadar bu girişimi yeterli kararlılıkla sürdürememiş, muhalefetin ve bir kısım medyanın da baskısı sonucu gel-gitler ve bocalamalar yaşamıştır.
Başa dönersek, son ateşkesle birlikte Kürt sorununun barışçı-demokratik yoldan çözümü konusunda yeniden ümitler belirmiş olması işin çok kolaylaştığı anlamına gelmiyor. Nitekim daha önce de ateşkesler ilân edilmişti ama devlet bu dönemleri demokratikleşme adımları atmak için birer fırsat olarak değerlendirememişti. Hatta, 1999 sonrasında devlet ve hükümet Öcalan’ın yakalanmasıyla Kürt sorununun sona ereceğini sanmış ve bu meseleyi tamamen unutmuştu. Bu büyük hata, ne yazık ki, “PKK terörü”nün bu sefer daha yoğun ve güçlü bir şekilde geri dönmesine neden olmuştu.
Şimdi hükümetin aynı hatayı tekrarlamaması ve Kürt açılımını kararlılıkla sürdürmesi gerekiyor. Ama artık açılımın hükümetin tek taraflı bir girişimi olmaktan ve bizzat hükümet tarafından öyle algılanmaktan çıkması da şarttır. Bu da Kürt tarafıyla diyaloğa geçilmesini ve onların taleplerinin kategorik olarak reddedilmemesini gerektiriyor. Bu taleplerin bir kısmı devlet tarafından kabul edilemez bulunuyor olabilir, öyle bile olsa bunu onlara usulünce anlatmak varken konuşmayı bile peşinen reddetmek çok büyük bir hata olur.
Kaldı ki, bu taleplerin bir kısmı Türkiye’nin özgürleşmesi ve demokratikleşmesi için zaten atılması gereken adımlara karşılık gelmektedir. En önemlisi de şu: Türkiye toplumunun dirlik-düzenliği hükümetin bu konularda uzlaşmacı davranmasını gerektiriyor. Muhalefet partileri de “yangına körükle gitmek” yerine barışçı çözüm çabalarına destek vermelidirler. Herhalde hiç kimse Türkiye’nin yeniden “kan gölü”ne dönmesini istemez.
Star, 21.08.2010