60. yılında 14 Mayıs

Türkiye’nin birçok resmi bayramı veya kutlama vesilesi var, ama ne yazık ki “14 Mayıs” bunlar arasında değil. Ben herhangi bir “devlet adamı”nın 14 Mayıs vesilesiyle bir kutlama mesajı yayımladığını hatırlamıyorum. Oysa, başta cumhurbaşkanları olmak üzere devlet erkânımız ne kadar da çok vesileyle anma veya kutlama mesajları yayımlıyorlar!
Gerçekten de 14 Mayıs Türkiye için çok önemli bir tarih, aslında bir “dönüm noktası”. Bundan altmış yıl önceki 14 Mayıs’ta Türkiye’de otoriter bir cumhuriyetten demokratik cumhuriyete geçişin ilk adımı atıldı. Cumhuriyet döneminde ilk defa bu tarihte serbest seçimle iktidar el değiştirdi. Muhalefetteki Demokrat Parti halkın teveccühü sayesinde çeyrek asrı bulan tek-parti iktidarını barışçı yoldan devirmeyi başardı.

Gerçi, 14 Mayıs 1950 bizim ilk demokrasiye geçiş deneyimimiz değildi. Malum, Türkiye daha önce de, 2. Meşrutiyet döneminde, kısa bir süre de olsa çoğulcu-demokratik bir tecrübe yaşamıştı. Ama 1909’da başlayan bu süreci İttihat ve Terakki Partisi 1913’te kesintiye uğratarak otoriter tek-parti yönetimine geçmişti.

Ne yazık ki, “eski rejim”in yıkılması üzerine kurulan Cumhuriyet demokrasiye geçiş anlamına gelmemiştir. Milli Mücadele yıllarının olağanüstü şartlarının bile üstesinden çoğulcu ve tartışmacı bir Meclis’in önderliğinde gelmesini başarabilen Türkiye, Cumhuriyetin ilânından kısa bir süre sonra maalesef otoriterliğe yöneldi. Meclis’in 1923 Nisan’ında Anayasaya aykırı olarak “erken seçim”e götürülmesi bu gelişmenin ilk adımı oldu. Ertesi yıl Şeyh Sait isyanının patlak vermesi üzerine uygulamaya konan “Takrir-i Sükun”cu olağanüstü rejim ise otoriterizmin tamamen yerleşmesini sağladı. Zaman zaman totaliterliğe de kayan bir Cumhuriyetten söz ediyoruz.

Bu dönemde çok-partili siyasete izin verilmedi; basın rejimin propaganda aracı haline getirildi; temel hak ve hürriyetler yok sayıldı; bütün sivil örgütler yasaklandı; eğitim, din ve üniversite devlet kontrolüne alındı; halk evleri ve odaları, Köy Enstitüleri ve bütün bir kamu idaresi teşkilâtı marifetiyle toplum tek-parti ideolojisi doğrultusunda endoktrine edilmeye çalışıldı. Bütün bunlarda zaman oldu Sovyet totaliterizminden, zaman oldu Avrupa’nın faşist yönetimlerinden esinlenildi.

Bu durum 2. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle uluslararası konjonktürün değişmesine kadar devam etti. Hem güvenlik endişeleri hem de iktisaden toparlanma kaygısıyla, zamanın devlet seçkinleri Batı dünyasına yaklaşma ihtiyacı duydu. Ne var ki savaş sonrasında bu dünyada yeniden “demokrasi rüzgârları” esmeye başlamıştı. Öte yandan içteki baskının toplumsal maliyeti de artık katlanılabilecek boyutları çoktan aşmıştı. Rejimin bir emniyet süpabına ihtiyacı vardı. Rejimi biraz olsun gevşetmek, muhalefete izin vermek ve toplum üstündeki baskıyı kısmen de olsa hafifletmek gerekiyordu.

İşte çok-partili siyasete geçme kararı bu şartlarda alındı. Bu kararın demokrasinin değerini takdir etmekle bir ilgisi yoktu, dünün diktatörleri birdenbire “halkın sesinin Hakkın sesi” olduğuna filân inanmaya başlamış da değillerdi. Amaçlanan, kontrollü birçok-partili siyaset veya “sınırlı bir demokrasi” idi. CHP önderliği muhalefetin serbestçe faaliyet yapmasına izin vermenin kendi iktidarlarına mal olacağını öngörmemişlerdi. Ne var ki, halk bu “demokrasi oyunu”nu ciddiye aldı. Sadece CHP’yi alaşağı etmekle kalmadı, Demokrat Parti yönetimini de kendi hukukunu hakkıyla temsil etmeye zorladı.

Ne var ki, CHP “avam”ın ve onun adına siyaset yapanların bu “cür’eti”ni affetmediğini 27 Mayıs 1960’da çok acı biçimde gösterdi. “Oy”un rövanşını “silah”la aldı. Ondan sonra da, bir daha aynı duruma düşmemek ve rejimin kontrolünü sürekli olarak elinde tutabilmek için CHP elitleri “kitaba uygun” bir çözüm ürettiler: 1961 Anayasası.

Bugün de halâ sıkıntısını çekmekte olduğumuz vesayet rejiminin tarihsel arka planı işte budur.

Star, 15.05.2010

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et