Erzurum-Erzincan hattında meydana gelen ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun malum müdahalesini davet eden olayların işaret ettiği ama üzerinde pek durulmayan bir mesele var. İzleyebildiğim kadarıyla son haftalarda bu meseleye sadece Kürşat Bumin işaret etti.
Hatırlanacağı gibi, HSYK’nın Erzurum’daki “özel yetkili” başsavcılığın bu yetkisini kaldırmasının şekli gerekçesi, Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 250 ve 251. maddeleri çerçevesinde adı geçen başsavcılığın “1. sınıf”a ayrılmış olan Erzincan Başsavcısını soruşturma yetkisine sahip olmadığı idi. (“Şekli gerekçe” diyorum, çünkü olayların seyri, HSYK’nın bu meseleye özgü duyarlılığının arkasında “hukukilik”ten başka mülâhazalar yattığı izlenimi vermektedir.) Oysa, Erzincan Başsavcısı hakkında soruşturma yapan Erzurum özel yetkili Başsavcısı da yine aynı hükümlere dayanarak kendisini bu konuda yetkili görmüştü. Üstelik, adı geçen savcıyı tutuklayan ve tutuklamaya yapılan itirazı reddeden mahkemeler de bu konuda bir yetki sorunu görmemişti.
Yürürlükteki hukuk açısından HSYK’nın görünüşteki gerekçesi bana göre de yanlıştır, ama işaret etmek istediğim mesele açısından önemli olan bu değil. Bu açıdan önemli olan, sözü edilen “özel yetki”nin nereden kaynaklandığıdır. Kısaca belirtmek gerekirse, sorunun kaynağı, olağan soruşturma ve kovuşturma usulüne Kanun’da belirtilen özel suçlar bakımından istisna getirilmiş olmasıdır. Kanun’un 250. maddesinde sayılan suçların soruşturulması ve yargılanması yetkisi özel olarak bu suçların kovuşturulması için görevlendirilmiş olan savcılara ve ağır ceza mahkemelerine tanınmıştır.
Peki bu istisnai düzenlemenin kaynağı nedir? Bu “özel yetkili mahkemeler” de nereden çıkıyor dersiniz? Cevabı basit: Devlet güvenlik mahkemelerinin kaldırılmasının “yarattığı boşluk”u doldurma “ihtiyacı”ndan… Ben, devlet güvenlik mahkemelerini kaldıran Anayasa değişikliğinin yapıldığı 2004 Mayıs’ında “Bir Adım İleri Bir Adım Geri: DGM Örneği” başlığı altında bu “Şark kurnazlığı” örneğini ele almış ve aslında DGM’lerin kaldırılmasının hukuk sistemimizde hiçbir “boşluk” yaratmadığını anlatmaya çalışmıştım (Dünden Bugüne Tercüman, 27 Mayıs 2004).
Şimdi, bu olaylardan “yasama politikası”na ilişkin bir ders çıkarmamız gerekiyor: Bir ülkenin hukuk düzeninin istikrarı, önemli ölçüde, (ceza, ceza yargılaması, medeni, borçlar, medeni yargılama gibi) temel kanunlarının açık-seçik olmasına ve istikrarına bağlıdır. Ama siz temel kanunlarda bile istikrarı gözetmez ve bu kanunlarla getirilen genel kurallara şu veya bu nedenle ikide bir istisnalar getirirseniz, sistemin bütünlüğünü bozar ve bir yetki karmaşası yaratırsınız. Nitekim, yukarıda sözünü ettiğim CMK’nun 250. ve 251. maddeleri -hakim ve savcıların statüsüyle ilgili diğer kanunlarla birlikte- öyle bir karmaşa yaratmıştır ki, kimin hangi konuda yetkili olduğu konusunda uzmanlar bile işin içinden çıkamaz hale gelmiş, açık-seçik olması gereken bir yetki konusu neredeyse bir bilmeceye dönüşmüştür.
Daha genelde, kimi kanunlarla yaratılan özel veya istisnai statüler başka birçok kanunda da buna paralel özel hükümlere ihtiyaç gösteriyor. Bu yapılırken de zaman zaman gözden kaçan durumlar oluyor. Hem bu “gözden kaçanlar”ı telâfi etmek hem de ortaya çıkan “yeni ihtiyaçlar”ı karşılamak için yeni kanun değişiklikleri, ekler veya istisnalar devreye giriyor ve zamanla sadece temel kanunların değil bir bütün olarak hukuk sisteminin de iç tutarlılığı kayboluyor. Veya tutarlılığı tesis veya keşfetmek etmek için, dediğim gibi, bulmaca çözer gibi uğraşmak gerekiyor.
Belli bir konuda “hukukun ne olduğu”nun uzmanlar arasında bile ihtilâflı olduğu bir yerde yurttaşlar için “hukuku bilmemenin mazeret olmadığı”nı söylemek boş bir lâftır ve üstelik adaletsizlik kaynağıdır.
Star, 25.02.2010